Son haftalarda yoğunlukla kadınları konuşuyoruz. Maalesef bu konuşmalara ortam hazırlayan şey kadın cinayetleri başta olmak üzere, kadına yönelik şiddet ve bunun etrafında dönen tartışmalar. Kadına yönelik şiddetten insanların çoğu bir biçimde rahatsız olsa da bu olgunun kökeninde yatan sebeplerin analizinde görüşler farklılaşıyor. Çok uzun yıllar aile içi bir mesele olarak görülen ve müdahale edilmeyen şiddet olgusunun feministler tarafından kampanyalarla gündeme getirilmesi, sorun olarak adlandırılması, bir mücadele alanı olarak tanımlanması ve kadınlar başta olmak üzere tüm toplumda farkındalık yaratılması son 30 yılın ısrarlı, kapsamlı, dirençli çabalarının ürünü.
Atasözlerimize ve gündelik yaşantımıza yansıdığı üzere, terbiye etme ya da hak edilmiş bir cezalandırma biçimi olarak şiddet kullanımı kültürel kodlarımızda bir norm olarak mevcut. Ziya Paşa’nın meşhur beytinde olduğu gibi “Nush ile uslanmayalı etmeli tekdîr, tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Tekdîr (azar) ve kötekle cezalandırma, ailede ve toplumda meşru bir otoriteye ve iktidar alanına sahip olanın hakkı ve pratiği olarak tecelli ediyor. Dolayısıyla bu “meşru muktedirin” hegemonik şiddetinden kadın/erkek herkes bir ölçüde nasibini alıyor. Bu nasiplenme yüzünden şiddeti kadına özel bir durum olarak tarif etme pratiği -günümüzdeki tartışmalarda da ortaya çıktığı üzere- belli kesimler tarafından bir “aşırılık” ve “feministlik” durumu olarak yaftalanıyor. Malum, aşırılık da feministlik de makbul bir şey olarak görülmüyor toplumumuzda. İtirazlar, kadınların da ellerine fırsat geçtiğinde şiddet uyguladığı ya da şiddete teşvik ettiği ve sadece kadınların değil erkeklerin de şiddete uğradığı şeklindeki argümanlarla dile getiriliyor.
Bu argümanlarda haklılık payı var tabii ki. Ancak feministlerin bunları görmezden geldiğini de düşünmeyiniz. Hegemonik şiddetin kadınlar bazında sorunsallaştırılmasının temelinde, kadınların cinsiyetleri sebebiyle sistematik bir biçimde şiddete uğradıklarına ve bu şiddetin faillerinin de çoğunlukla erkekler olduğuna dair olgular ve tespitler bulunuyor. Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde kadınlar ebeveynlerinden, erkek kardeşlerinden, eşlerinden ya da partnerlerinden ve onların akrabalarından şiddet görüyorlar. Kadınların maruz kaldığı bu yaygın şiddetin, kadın erkek eşitsizliğine dayalı ataerkil bir yapılanmanın sonucu olduğunda hemfikir olan feministler; ataerkil sistem içinde kadınlara ve erkeklere uygun görülen rolleri, değerler sistemini sorgulayıp ifşa ederek, kadınları güçlendirmeye ve şiddetten korumaya çalışıyorlar. Uzun vadeli politikalar şiddeti doğuran ve besleyen bu sistemin dönüşümünü hedeflerken, acil politikalar kadınları güçlendirmeyi ve şiddetten etkin bir biçimde koruyacak mekanizmalar oluşturmayı hedefliyor. Ancak bu çaba, kimleri neden rahatsız ediyor, şimdi ona bakalım:
Öncelikle erkeklerin kadınlardan üstün yaratıldığını, bu yüzden kadınların erkeklerin koruması ve kollaması altında, tâbi olarak ve itaat ederek yaşamasının Allah’ın koyduğu fıtri bir düzen olduğunu düşünenleri rahatsız ediyor. Çünkü bu düzeni erkeklerin hegemonik pozisyonuna halel getirmeden sürdürmenin araçlarından biri de gerektiğinde şiddet uygulamaktır. Kadınları güçlendirmek, şiddeti reddetmek, bu sistemi eleştirmek ve dönüştürmeye uğraşmak, bu yaklaşım sahiplerine göre Allah’ın düzenine karşı çıkmak anlamına gelmektedir.
Onlara göre kadınlara yönelik haklı ve meşru bir şiddet sorun değildir; aksine sorun çözücüdür. Hangi hallerde şiddetin haklı ve meşru olduğu meselesi ise “nüşuz” kavramının tefsirleri bağlamında yoruma açıktır. Kimilerine göre itaatsizlik ve dik başlılık, kimilerine göre ise sadakatsizlik şiddeti meşru kılar. Ayrıca, kadının kocasına karşı en önemli yükümlülüklerinden biri onun cinsel isteklerini karşılamaktır; regl dışında bir mazeret bu yükümlülüğü ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla kadının bu yükümlülüğü yerine getirirken rızasının olup olmaması mevzubahis bile değildir. İlaveten erkekler, adalet şartını gözetmek koşuluyla çok eşli olabilirler. Bunlar Allah’ın erkeklere tanıdığı ayrıcalıklardır. Bu ayrıcalıkları ortadan kaldırarak, kadınları güçlendirmek ve erkeğin hegemonyasından kurtarmaya çalışmak ataerkil sistemi “ilahi bir düzen” olarak algılayan dindar kesimleri rahatsız etmektedir.
İslam’ı ataerkillikle özdeşleştirmiş bu kesimler içinde, ataerkilliğin ilahi bir düzen değil, İslam’ın içine doğduğu sosyokültürel vasatın bir yansıması olduğunu idrak ederek fikirlerini değiştiren ilahiyatçılar, akademisyenler, kanaat önderleri ve bunları takip eden gruplar bulunmaktadır. Son yıllarda sayıları artan, tartışma programlarında, sosyal medya kanallarında seslerini duyuran, görüşlerini açıklayan, kitaplar yazan bu arkadaşlar, özellikle genç nesil üzerinde önemli bir etkiye sahip görünmektedir. Bu bağlamda kadınların çabasını ve isyanını da özellikle vurgulamak lazım. Dinin ataerkillikle özdeşleştirilmesine şiddetle karşı çıkan, erkeklerin kategorik üstünlüğünü reddeden ve eşitliği hem Allah indinde hem dünyevi yaşam koşullarında tartışılmaz bir hak olarak talep eden dindar kadınların sayıları da her geçen gün artmaktadır. Açtıkları bloglarda, kurdukları örgütlerde, sosyal medyada ve gazetelerde itirazlarını dile getiren, eylemler yapan, kampanyalar örgütleyen bu kadınlar dini alanda ataerkil erkeklerin tekelini ve baskın konumunu kırma mücadelesini başarıyla sürdürmekteler.
Hegemonik şiddetin sadece kadınların değil bütün insanların sorunu olduğunu düşünenler de yukarıda bahsettiğim gibi, şiddetin kadına özgülenmiş bir başlık altında ele alınmasını hakkaniyete uygun bulmayarak rahatsız olanlar arasında. Onlara göre şiddet bir cinsiyet özelinde değil, insanlık genelinde ele alınmalı. Böylece daha kapsamlı bir perspektife sahip olunacağını düşünüyorlar. Ancak gözden kaçırdıkları bir şey var: Kadına yönelik şiddetle mücadele edenler, şiddet konusunda oluşturdukları farkındalıkla ve bu farkındalık sayesinde üretilen koca bir literatürle zaten genel anlamda insanlığa hizmet ediyorlar. Şiddetle ilgili uluslararası sözleşmelere giren pek çok kavram ve tanımlama, kadına yönelik şiddetle mücadele deneyimleri sırasında elde edilmiş, literatüre girmiş bulunuyor. Aynı şekilde, şiddetle mücadele için kurulan mekanizmalardan da kadın, erkek, çocuk, yaşlı herkes yararlanabiliyor. “O halde neden erkekler için sığınma evi yok?” dediğinizi duyar gibiyim. Demek ki henüz böyle bir talep ortaya çıkmamış; çıkarsa o da olur, merak etmeyin.