Ana SayfaManşetÖlümsüz olsa(mı)ydık

Ölümsüz olsa(mı)ydık

Gençler daha çok dışarıdan gelebilecek ölüme meyyaldir de, çok yaşlanınca ölüm insanın içinde, içerlerinde kıpırdıyor. Oradan sesleniyor, artık dışardaki sesleri ağır işiten, ama içindeki sesleri eksiksiz duyan ihtiyara; “Hişt, beni unutma…” İnsanların ölümü hatırlamasından hoşnut, yerdeki gökteki tüm tanrılar.

Aslan emekli Başcellat… Yıllar boyu haydutların, azılı katillerin yanında, günahı, suçu olmayan insanlar da onun elinde can vermiş.

Mesleği, mahareti cellatlık olunca evlenememiş; kim güle oynaya ister ki “Ölüm Efendi”yle aynı eve, aynı yatağa girmeyi… Gözlerine baktığında kim ölümü değil de hayatı görebilir, eli eline değdiğinde kim o ellerin celladın son dokunuşu olduğunu unutabilir? Evladı da yok bu yüzden.

Aslan’ın dostu, akrabası, bir kuru selamı da kalmamış köyünde. Köylü ya ürperiyor, ya öfkeleniyor, öyle ya da böyle yolunu değiştiriyor onu görünce… Ünlü belalılardan Hançer Gafur’u astığında, kardeşiyle adamları köylerini basıp Aslan’dan intikam almak istiyorlar. Onu korumaya çalışan babası da adamlardan birini öldürüyor. Nefsi müdafaa saymıyorlar, idama mahkûm ediliyor. Eh, Başcellat da Aslan. Emir, ölüm kulu… Ne yapsın, babasını da asıyor! Annesi de üzüntüden kalp kriziyle ayrılıyor dünyadan.

Kaçıyor, terk ediyor köyünü, tam 45 yıl önce… Şimdi 120 yaşında. Maalesef aklı, hafızası fazlasıyla yerinde… Geçmişi dün gibi ve her durağında ölüm var. O gelince göçtüğü yeni köy de bir anda değişiyor. Yok, köylülerin tutumlarından, davranışlarından, onu dışlamalarından filan söz etmiyorum.

Azrail’in ölümsüz arkadaşı

Aslan geldikten sonra o köyde hiç kimse ölmüyor artık. Köyde 45 yıldır bir tek ölen yok.  

Ölümsüzlük bir şans, nimet gibi gözükse de, ölesiye ihtiyar köylülere göre öyle basit değil mesele. Bu, Aslan’la birlikte gelen bir lanet… Araf’ta kalmanın laneti.  Dilden dile onun, o Başcellatın, Azrail’le samimi arkadaş olduğu için ölmediği anlatılıyor. Daha “dünyevî” nedenler arayanlar da, Azrail’in adresi, ücra köylerini bulamadığı fikrinde.  

Aslan ise ölümsüzlüğünün cellatlığının bedeli olduğunu düşünüyor. Araf ıstırabını yaşamaya mahkûm edildiğini, cezasını böyle çektiğini… Bir de babasını asınca, annesi ölünce, o da kederinden kalp krizi geçirmiş. Azrail o hengâmede kendisinin de dosyasını yanlışlıkla kapatmış, kütükten kaydını düşmüş, onu unutmuş olabilir tabii.   

Ölümsüzlüğün de bedelleri var. Hele çok ihtiyarlayınca… Ölümün değil yoksulluğun, düşkünlüğün, sefaletin, aşağılanmanın, yok sayılmanın kapanı, sancısı içindeler. Ne kadar çektikleri, ölesiye ihtiyarladıkları, öldüklerinde, çırılçıplak kalıp tabutun bir köşeciğine sığdıklarında anlaşılacak.

100 yaşını geçince, ömür insana “hayat” eklemiyor. Bu yönüyle “Ölümsüzlük köyü” yine ölümle içli dışlı, onun koyu gölgesi altında. Küçücük köyde, Murat Menteş’in “Ruhi Mücerret”teki deyişiyle, “Tarihin dikiz aynasındaki canlı tek siluet”ler…

Her uyku ölüm provası

Aslan ihtiyar ötesi dört arkadaşıyla birlikte canı gönülden ölümü bekliyor. Ama nafile… 95 yaşındaki biri hariç hepsi 100’ü çoktan devirmiş… Çarpık, ince bacakları, ödemden tombul çıplak ayakları, tek camı çatlak, çerçevesi defalarca yapıştırılmış, don lastikli gözlükleri, etsiz yanakları çöken, kemikten ibaret yüzlerinde iyice irileşen kulakları, kulaklarıyla bir örnek burunları, bilhassa dişsiz, içe kapanan tebessümleriyle hazin bir sevimlilikleri de var. Yılların birikip birikip, çizgilerle konuştuğu yüzler.

Ama ölüm tetikte yüzlerinde, hatta örselenmiş, merhemle ovup durdukları çıplak ayaklarının uzanan cesedinde, adımlarında… Hepsi ölümün vakitsiz değil fazlasıyla vakitli belirtilerini, sızılarını taşıyor bedeninde. Ahmet Erhan’ın deyişiyle, “Acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde /Sevincinse tüyden ayakları vardı”.

Ağrılı, sızılı uykuları bile bir ölüm provası sanki. Uykuya yatarken aslında ölmeye yatıyorlar. Gündüz düşleri zaten öbür dünyada… Ama ya “gece rüyaları”? Ağrıları, sızıları, aksak, tık nefes adımları zaten hep ölümü hatırlatıyor. Gençler daha çok dışarıdan gelebilecek ölüme meyyaldir de, çok yaşlanınca ölüm insanın içinde, içerlerinde kıpırdıyor. Oradan sesleniyor, artık dışardaki sesleri ağır işiten, ama içindeki sesleri eksiksiz duyan ihtiyara; “Hişt, beni unutma…”

Her şey ölümü hatırlatır

Çok yaşlanınca sadece ihtiyarlığa değil ölüme de alışıyorsun belki. Ama alışmak korkuyu, o yırtıcıyı ne kadar evcilleştirebilir? Bilinmez… Hemen tüm toplumlarda, kültürlerde, dinlerde insanı ölüme alıştırma çabası var. “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma…” ise şiirde sürprizlerle dolu hayat,  ölüm de “Her fani ölümü tadacaktır, sakın unutma” tabelası…  Paslı ama asılı. Hatırlatıyor. Lâkin iyi niyetle değil. Tehditkâr. İnsanların ölümü hatırlamasından hoşnut, yerdeki gökteki tüm tanrılar. Her kul o korkuyu taşımalı ki…

Anlattığım hikâye, İranlı Azeri yönetmen Reza Jamali’nin 2019 yapımı “Old Men Never Die (İhtiyar Adamlar Ölmez)” filminden. Senaryosu da 43 yaşındaki yönetmene ait. İlk uzun metrajlı filmi… Filmi “Ölümsüzler Köyü” adıyla -nazar değmesin- TRT2’de seyrettim. Bence yönetmenin adını kaydetmek, ikinci filmini heyecanla beklemek lâzım.

Çiçek sulayan ölüm mahkûmu

Filmin oyuncularına “oyuncu”, mekânına “film seti” demek imkânsız gibi… O kadar gerçek ki, oralara gitsen uğramak istersin. Çekimleri, fotoğrafları, ressamlığı da harika. Ölümsüzler Köyü’nün harabe görüntüsü, çevrenin bereketli, yemyeşil, baharı kır çiçekleriyle karşılayan manzarasıyla da kontrast oluşturuyor. Harap damlar bile kır çiçekleriyle örtülü… Ölüme karşı, hepsi, inadına hayatı hatırlatıyor. Nitekim ölüm ihtiyarların dilinden düşmese de, damdaki çiçekleri sulamayı ihmal etmiyorlar.

Filmdeki Azeri Türkçesi ise hikâyeye çok yakışıyor, ayrı bir sevimlilik katıyor. Ama ilk başlarda, Türkçe kelimelerden ibaret de olsa o ağza aşina olan kulağımızla, altyazı Türkçesi’ni aynı anda takip eden gözlerimiz, biraz zorluyor duyusal ezberimizi. Göz ve kulak “Önce ben” yarışında… Alışıyorsun, kısa sürede. Beyin nörolojik olarak çeşitliliğe, değişime bizden daha uyumlu. “Farklı”yı benimsemesi, ona uyum sağlaması, yıllar almıyor. Ama beyni kullanmıyoruz böyle durumlarda.

Satılan kefen geri alınmaz

Film mezarlıkta, bir cenaze töreniyle başlıyor. Herkesin yüzünde, hüzne pek benzemeyen ama bazen onun yerine geçebilen o yorgun alışkanlığın izleri… Ama o ne? Kefenin içindeki ölü kıpırdıyor. Burnuna pamuk tıkanmış hâliyle kefeninden sıyrılıp kalkınca, kaçışıyor köylüler. O da şaşkın: “Burada ne arıyorum?” Ardından canhıraş sesleniyor cemaate; “Gözlüğüm nerede, gözlüğümü getirin…” Muhtemelen burada mı, “orada” mı, onu görmeyi istiyor.

Evet, Aslan geldiğinden beri ölmüyorlar… Köyün mezarlık, defin işlerine bakan bir ihtiyarı da var ama 45 yıldır işsiz tabii. Sürekli söyleniyor, her an beddua ediyor “müşteri”lerine. Bu arada ihtiyarlardan birisi yıllar önce, yaşı iyice ilerleyince ona kefen, yıkama ve mezar yeri parasını peşin vermiş. Durmadan gelip parasını faiziyle geri istiyor. Mezarcı ise pişkin esnaf edası, lisanıyla vermeye yanaşmıyor: “İnşallah öleceksin sen de, sabret biraz…” Dükkânı olsa yazacak belki; “Satılan kefen geri alınmaz”.

Takvim de gereksiz, ayna da

Çoğu filmde köyün, taşranın görüntüleri arasına yerleşen bir duvar takvimi de yok elbette hayatlarında. Olsa yaygın batıl inançlarıyla yaprakları bir an önce, önceden kopartırlar mıydı ölümü çağırmak için… Yoksa hızla azalan sayfalara, kuytularındaki hüzünle mi bakarlardı… Bilemiyorum.

Filmi seyrettikten sonra aklıma geldiği için ben mi kaçırdım ama hiç ayna da yok sanıyorum. Ne yapsınlar aynayı; artık aynanın onlara ne vaadi var, ne sitemi… Arkasına geçmişler çoktan ama Harikalar Diyarı’na değil. İhtiyarlık sadece insanı değil bedenini de yabancılaştırıp yalnızlaştırıyor. Aynaya baksalar, kendilerini bile tanıyamayacaklar ihtiyarlıktan…  Dalgını, başkası sanıp selam verecek geçerken yanından.

Askerlerin 7/24 intihar nöbeti

Başcellat Aslan, görünüşü, bakışlarıyla bile hepsinin ölüme mahkûm olduğunu hatırlatıyor. Celladın ikna gücü de yerinde: “Hâlâ ölmediğimiz için ne kadar aşağılanıyoruz bir düşünün, ne kadar azap çekiyoruz. Yıllar geçtikçe durumumuz daha da kötüleşiyor. Karımız yok, evladımız yok… Bir süre sonra yığılıp kalacağız bir köşede, kimse kalmadığı için cenazemiz de yerde kalacak. Kokmaya başlayacağız, leş olacağız.” Onun meslekten gelen ikna edici önderliğinde değişik ölüm çeşitlerini, toplu intiharı da deniyorlar. Cellatsa, başı da, ipi de o çekmeli elbet. 

İntihar girişimleri köydeki askerleri de bezdiriyor. Başçavuş köyde görev yapan üç askeri ayrı ayrı görevlendiriyor: “Gidin ihtiyarları gözetleyin, her zamanki gibi…” Tüm işleri o ama nöbetleri zaten brüt 24 saat. Hâlleri sınırda düşman kollayan askerden farksız.

Başçavuş da sürekli alarmda… İhtiyarlar bir yerde ne zaman bir araya gelse, gizli örgüt toplantısını gözleyen tim lideri gibi dikkatle, tedirginlikle onları takip ediyor. Ne yapıp edip son anda ihtiyarları kurtarıyorlar. Merhametten, görev aşkından çok, askerlik disiplini, “Hesabını bizden sorarlar” duygusuyla…

Azrail’e haber yollayan cellat

Teskeresini alan bir asker, Aslan’a yakınıyor zaten: “Burada göreve başladığımdan beri anamı ağlattın. Askerliğimdeki bu bir buçuk yıl bana 100 yıl gibi geldi. Buraya 100 kilo geldim senin peşinde koştura koştura şimdi 60 kiloyum.

Boynu bükük Aslan’sa çaresiz: “Benim yapabileceğim bir şey yok oğul.  Bu işlerden ancak ölünce vazgeçeceğim. Benim düşünceme göre Azrail beni tamamen unuttu. Birkaç güne teskereni alıyorsun, senden bir ricam var. Dostların akrabaların arasında ölmek üzere olan birisi varsa ona benim adresimi ver. Belki o Azrail’i görür ve beni, bu köyü burada unuttuğunu söyler.”

Köyün şöhreti de yayılmaya başlıyor. Ölüm döşeğindeki ana-babasını, akrabasını kapan köye geliyor ve hepsi köye geldikten sonra ayağa kalkıyor şüphesiz. Beş arkadaş her gelen ölümcül ihtiyarın başında, kapısının önünde “İnşallah ölür” duasıyla, hevesiyle bekliyor ama nafile. Ona bakmaya gidenler diğerlerine kötü haberi veriyor: “Yok bu da ölmeyecek maalesef, dipdiri, bedenine can, yanaklarına kan geldi…”

Ölümü değil ölümlülüğü bilmek

İhtiyarlar konuşa konuşa, gözleye gözleye, insanın ölüm karşısında tecrübesizliğini de aşıyorlar sanki… Hepsi son nefesinde, can çekişen birisini görmeye, o nedenle de hevesli… Köylerine taşınan ağır hasta ihtiyarların başında beklemeleri, biraz da ölümü görmek için. Zira ölümü değil ölümlülüğü biliyor insanlar.

Köyde hayata, yaşamaya dair tek bir dua yok, bütün yakarışlar beddua. “Allah inşallah canımı/canını alır”la başlıyor, etrafındakilerin inşallah, âmin temennileri ile devam ediyor. O harika deyişiyle, “Allah ağzından işitsin…” diyerek katılıyor birisi koroya.

Nargilelerini, tütünlerini içerken “hayat”a dair görüntüler de geçiyor ekrandan… Kurdukları en sıradan cümle bile filmin kurgusu, mevzusu, kahramanlarıyla sıkı espriye dönüşüyor. Filmi seyrederken bizi ölümle güldürüyorlar. “Kara”dan da öte, ölümcül mizah!

“Ya tutarsa”nın koyu istifhamı

Köyün ününü duyup gelenleri, “Bütün bunlar hurafe… Defolun, çekin gidin buradan, geri dönün” diye kovalamaya çalışan Başçavuşun babası hastalanıyor. Doktorlara göre üç günlük ömrü kalmış… Gidip alıyor, onu da köye getiriyor. O da iyileşiyor, kısa sürede ayaklanıyor elbette. Ölümsüz ihtiyarların arasına katılıyor, o köye dışarıdan getirdiği hevesle…

Başçavuşun hurafe çelişkisi, aslında çelişkiden, fikrinden dönmekten filan sayılmaz. Ateş ocağına düştüğünde “Ya tutarsa…”, Nasreddin Hoca fıkrası değil hayatının en ölümcül tereddüdü olur bazen. Misal… Kansere çare bulma, devasız sevdiğini iyileştirme umuduyla değil… O ölümcül, hatta ebedi “tereddüt”ü, “Ya tutarsa…”yı düşüncenden, yakın çevrenden kazımak uğruna da zakkumun, kekiğin suyunun filan peşine düşersin. Ancak o zaman hiçbir şey yapılamayacak bir durum için bile “Her şeyi yaptık” cümlesini kurabilir insanlar. Öyle kanar, kandırır.

Hayata sabırlı, ölüme sabırsız

Ölümle yatıp ölümle kalkıyorlar… Hayata sabırlı, ölüme sabırsızlar görünüşte. Ama köy gelenlerle “canlanınca”, ölümün tersini, hayatı tahayyül etmeye başlıyorlar. Bir süre sonra ölüme doğru hayatları, ölüme karşı bir tutum yaratıyor beşli grubun Aslan hariç diğer üyelerinde…

Hep birlikte ocağın başına oturup zehirlenmeye planlıyorlar ama ikisi kısa sürede atıyor kendini dışarı… Hüzünle, belki mecburen kalanları da Başçavuş kurtarıyor. Zehirlenip öleceğini fark edince durma ağlayan ölü yıkayıcısının mazereti hoş; “Ben de sizinle ölürsem sizi kim yıkayacak, kefenleyecek. Ben şimdi çıkayım, siz ölünce cenazelerinizi hallettikten sonra ben de size katılacağım. Söz”.

Vurulan bedende kalan heves

Aslında içerlerinde hâlâ bir nefes, bir heves var. İsmet Özel’in “Otların sarardığı yerlerde güneş /kurşunun değdiği tende heves kalmıştır” dizesi, asılı kalıyor belleğimde… Ölesiye bekâr ihtiyarlar, Sare’ye, köyün tek kadınına meyyal gibi bazı karelerde. Bir-iki sahnede, onu kaçamak bakışlarla süzüyorlar.

Bilhassa en genç, yani 95 yaşında olanı… Kır çiçekleri toplayıp, Sare’yi yaşıtı müstakbel kayınpederinden isteyecek kadar cüretkâr sanki… Ama o sahne fazlasıyla sarkastik, iğneleyici. Vaka-ı adiyeden yahut “Adliye”den hâllerini gerçek hayatta gördüğümüz öyle manzaraları sıradanlaştırmıyor, tersine, sefilliğiyle hicvediyor.

Başçavuş Ali de, köydeki tek “genç”e, yaşı yaşıma, boyu boyuma 35 yaşlarındaki Sare’ye yangın. Yaşlı babasına çay ocağı işleterek bakan Sare’nin istisnai silueti, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu”da vaha gibi görünen, konuklara çay dağıtan muhtarın kızını hatırlatıyor. Ali, Sare’yi köyün ihtiyar bekârlarından kıskanıyor: “Güya çay içmeye geliyorlar… Hepsi Sare’ye bakıyor. Bakışları beni çok rencide ediyor…”

Başçavuşun rahatsızlığı da, ironize edilmiş, nem kapan “erkek(lik) hâli” fikrimce. Tamam… Bazen çok yaşlı, asırlık bakışların da gerisine, sevimsiz, biteviye, tek boyutlu bir arzu, saplantılı bir birikim, ham tahayyüllerin eleveren, o yaşta göze mecazsız batan, küstah pırıltısı yerleşebilir. Gözlüğü de, öyle savaşlardan, “seyir”lerden kalma dürbünü de öyle “erkek”in.

Ama filmin ihtiyarları pek öyle değil. Hatta 95 yaşında, “nazarî hovarda” olanı bile…

İhtiyarların, o köyün “hayata dair” tek salınımı olan Sare’ye bakışları, “Al gözüm seyreyle Salih”den ibaret fikrimce. Çiçeğe, uç uç böceğine bakar gibi. Zaten filmin kirli, puslu olmayan, sıcak, dostâne havası, dokusundaki “yaşlı estetiği” de bundan ötesine köprü kur(dur)muyor.

Evlenirse ağız tadıyla ölecek

Lâkin yalnızlığı alt etmeye dair temelsiz bir heves görülebiliyor. 95 yaşında olanı, başka köydeki kendisinden 50 yaş “genç” bir duldan söz ediyor mesela… Ama bu arzusunu anlatırken kendi de gülüyor “esprisi”ne. “Yaşama sevinci”ne yakın ya da “yaşama nedeni” gibi bir hissiyat var, kuşkusuz bencil ama “azgın” durmayan hayalinde.

Hem köyüne, hem müebbet ölüme uzak bir kadın -olsa- ona da bir dirhem hayat katacak belki. Ya da bakılacak, ağız tadıyla ölecek, evlenirse, yalnızlıktan kurtulursa… Her an yaşadıkları, çevrelerindeki her şeyi benzettikleri “Ölüm gibi bir şey” cümlesi, belki “Hayat gibi bir şey”e dönüşecek. Hayal, ölüme en keskin, en bencil direniş… Hayallerin kalmayınca ölüyorsun galiba.

Ardından köyde, yıllardır unuttukları bir şenlik yaşanıyor. Başçavuşla Sare’nin düğünü… En başta Sera’nın sözde “talipli”si 95 yaşındaki ihtiyar olmak üzere hepsi büyük bir neşe içinde… Düğünde bol bol oynayıp, karınları ilk kez güzel yemeklerle, keyifle, iyice doyunca, hayatın “ana zevkleri”nin yeniden farkına varıyorlar. Ama az sonra gelen haber sarsıyor, ölümü bekleyenleri: Köyden birisinin bebeği ölü doğmuş…

Yaşlılık istenen tek hastalık

“Azrail artık bizim köyün adresini biliyor” diye hayıflanıyorlar. Kurtarılma ihtimali yüksek intihar girişimlerinin yanında, Azrail’in köyün kapısını 45 yıl sonra ilk kez, gerçekten çalması, başka bir şey… İşte o an içlerine koyu ölüm korkusu düşüyor. Zira Orson Welles’in deyişiyle “Yaşlılık, sonlanmasını istemeyeceğiniz tek hastalıktır”.

Filmin sonu da güzel; Cemal Süreya’dan mülhem, “Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü /Güzel anılar gibi hüzünlü /Hüzünlü şarkılar gibi güzel”… Ama sonunu yazmayacağım elbette. Bu kadar anlattıktan sonra, filmi internetten yahut TV’den seyredeceklere, berbat bir spoiler olmasın. (Bir kez daha yazmıştım; bir zamanlar Milliyet’in “Sinemada, Video’da, TV’de 5000 Film” adıyla 500 sayfalık bir kitap promosyonu olmuştu. Orada Love Story’nin konusu şöyle özetlenmişti: “Fakir bir kızla, zengin bir delikanlı âşık olur, evlenir. Kız kanser olur, ölür.”)

İşkence niyetli infaz dışında… Gelen ölümü bir gün için bile olsa ertelemek, paha biçilmez bir şey olurdu herhalde insan için. Kuşkusuz vereceği ağır acıyla birlikte… O da anca filmlerde mümkün. Bir de masallarda… O kült Binbir Gece Masalları’nın omurgası o değil mi? Ölümsüzlük, “Ben daha ölmem” yanılsaması da bazen her gün ölerek, binbir gece… Ölümü bırakıp, masalın tadını çıkarmalı.

BİR FİLM/BİR SAHNE

ÖLÜM DEĞİL HAYATTI ACITAN

Son nefesinde oraya gelen/getirilen ve hemen “dirilen”lerle birlikte sayıları 14’e ulaşan müzmin ihtiyarlar, köyün hamamında… Hamamın havuzu da var. Hepsi içine sıralanmışlar. O günlerde ölmemekten bıkmışlar, intihar girişimlerinin nafileliğinden usanmışlar. Emekli Başcellat Aslan, hepsini, tek tek alıcı gözle inceliyor. Sonunda 95 yaşındaki ihtiyarı seçiyor. O her daim Aslan’a, onun ölümcül fikirlerine teşne zaten.

Kendi başını havuza daldırıyor, sonra onun başını bastırıyor suya. O da Aslan’ın başını… Sessizce anlaşmışlar gibi,  aralarında ölümüne bir boğuşma, daha doğrusu birbirinin nefes almasına izin vermemeye dayalı ölüm ortaklığı, hayat boğuşması başlıyor. Ama can kolay çıkmıyor, çırpınıyor, direniyor, bir an nefes almayı başarıyor yaşamak için. Jack London’ın suda boğularak intihar eden kahramanı Martin Eden’ın unutulmaz cümlesindeki gibi canları acıyor: “Ölüm değil, hayattı canını acıtan… O korkunç boğulma duygusu, ölümün değil hayatın verdiği acıydı… ”

- Advertisment -