Tarih 22 Temmuz 2011. 32 yaşındaki Anders Behring Breivik, aynı gün içerisinde biri Oslo’da diğeri de Utøya Adası’nda olmak üzere iki katliamda toplam 77 kişiyi öldürdü. O gün Norveç İşçi Partisi Utøya Adası’nda her yıl düzenlediği yaz toplantılarından birini gerçekleştiriyordu. Breivik adaya gitti ve büyük oranda gençlerden oluşan 69 kişiyi katletti.
Saldırıyı gerçekleştirmek için evinden ayrılmadan hemen önce Breivik, 2083: A European Declaration of Independence adlı 1500 sayfa uzunluğundaki manifestoyu, kendisi ile benzer düşünen aşırı sağ ve neo-nazi çevrelere mail yoluyla iletti ve kamusallaşmasını sağladı. Yaşanan korkunç hadise, çağdaş İskandinav aşırı sağının kanlı bir gövde gösterisi olarak kayıtlara geçti.
Breivik’in yayınladığı manifesto, Avrupa’nın demografik bir kıyametin eşiğinde olduğunu ve kıtanın Müslümanlar tarafından kolonize edildiğini iddia ediyor. Dahası, manifestoya göre bu kolonizasyon süreci liberal elitler, sosyal demokratlar, feministler ve kültürel Marksistler eliyle gerçekleşiyor. Bu da saldırının niçin İşçi Partisi’ne yöneldiğini açıklar nitelikte…
Breivik, bu terör eylemini Avrupa’nın kültürel intiharını önlemek için yaptığını belirttiği gibi, Avrupa’daki bütün müslüman toplulukların sınır dışı edilmesi çağrısında bulunmayı es geçmiyor. Kendisini de Hıristiyan bir şövalye olarak nitelendirerek, bu “kutsal” çağrıyı Avrupa halklarına bildiriyor…
Hollandalı aşırı sağ siyasetçi Wilders’in de içinde olduğu aşırı sağcı küresel figürlere, neo-nazi çevrelere ve counter-jihadist blogger’lara selam çakmayı da ihmal etmiyor. Oslo sınırlarını aşan bu uluslararası/küresel birliktelik, aşırı sağın ulusal sınırları aşan bir ortak siyasal havza içerisinde şekillendiğini gösterir nitelikte.
Bu uluslararasılık, Eskişehir’de bulunan Tepebaşı Camisi gibi ilk bakışta alâkasız görülebilecek bir bölgede 7 kişinin yaralanmasına yol açan bir saldırıyı kapsayacak kadar geniş. Zira saldırının faili 18 yaşındaki Arda K., giriştiği eylem öncesinde Mass Cleaner adlı bir manifesto yayınlayarak Norveçli Breivik’i bir aziz olarak gördüğünü ilan ediyor ve tıpkı aynı üslupla ortak düşmanlara (komünistler, liberaller, küreselciler, göçmenler) karşı bir direniş hattı örgütlenmesi gerektiği çağrısında bulunuyor.
Yayınlanan manifesto içerisinde Yeni Zelanda’daki Christchurch camisinde 51 Müslümanın katledilmesine yol açan saldırıyı gerçekleştiren ve saldırı öncesinde The Great Replacement başlıklı bir manifesto yayınlayan aşırı sağcı Brenton Tarrant da azizler içerisinde sayılıyor.
Oslo’dan Christchurch’e, oradan da Eskişehir’e kadar uzanan bu yeni saldırgan manifesto siyaseti, aşırı sağın kültürler-arası (intercultural) yapısını gözler önüne seriyor. Bu bağlamda bu kısa inceleme yazısı, yayınlanan manifestolar arasındaki benzerlikleri vurgulamak suretiyle, bir veçhesi internet alt kültürü etrafında şekillenen uluslararası aşırı sağın küresel boyutunu ve ortak söylemsel çerçevesini göstermeye çalışacaktır. Eskişehir saldırısı özelinde de seküler milliyetçilik ve aşırı sağ arasındaki dirsek temasına, daha yerel bir bağlamdan hareketle değinecektir.
Kolektif Anlatıların Gücü: Uluslararası Aşırı Sağın Lingua Franca’sı
Kolektif anlatılar aşırı sağ siyasi diskur içerisinde önemli rol oynayan araçlardır. Bilhassa sosyal medyanın etkisiyle de bu türden anlatılar aşırı sağ çevreler arasında dolaşıma sokulmakta ve sınırları aşarak ortak bir siyasal dil (lingua franca) tutturmaktadır. Bu ortak zemin, uluslararası alanda sağ popülistleri, paleo-muhafazakarları, counter-jihadist networkleri, neo-nazileri, yeni sağı ve aşırı sağı ortak bir çerçevede buluşturmaktadır. Öte yandan, stratejilerin ve söylemlerin örtüşmesi, belirli bir ülkenin özgül koşullarından kopuk olmak anlamına gelmiyor.
Doğal olarak, aşırı sağ ortak zemin ile kurulan ilişki, farklı ülkelerdeki aşırı sağ grupların ve siyasilerin kendi sosyo-kültürel dinamikleriyle iç içe vuku buluyor. Örneğin, Le Pen seküler idealler ve cumhuriyetçi bir çerçeve üzerinden müslüman göçmenlere karşı cephe oluştururken, Orban ise Macaristanın Hristiyan mirasın korunması gerektiği fikri üzerinden bu cepheyi kuruyor. Günün sonunda ortak zeminin bir veçhesi kendini göçmen karşıtlığı temelinde şekillendiriyor ve bu ortak zemin komplo teorilerine ve metaforlara başvurarak kitleleri ortak düşmana karşı mobilize etmeyi amaçlıyor.
Aşırı sağ metafor siyaseti, günün sonunda gerçek hayatta yaşanmış olayları çok daha farklı bağlamlara oturtarak spesifik gruplara ilişkin hezeyanları ve şiddet sarmallarını besleyen bir ortak politik dil inşa ediyor.
Bu bağlamda, Breivik, Tarrant ve Eskişehir’deki saldırının failinin manifestolarında dile getirdiği ortak zemin şöyle özetlenebilir:
- Kıyamet (apocalypse) ve geleceğe dönük pesimizm
- Nativizm/kültürel çeşitlilikten duyulan hoşnutsuzluk
- Göçmen karşıtlığı ve ırksal otonomi
- Liberalizm, Komünizm, küreselleşme ve çokkültürcülük karşıtlığı
- Her şeyin arkasındaki gizli güçler komploculuğu
Her ne kadar birbirlerinden ayrı gözükseler de bu 5 madde aslında aşırı sağ internet çevrelerindeki siyasal iletişimin temel nüvelerini taşıyor ve ulvi bir amaç uğruna birleşiyor: müesses nizam karşıtlığı (anti-establishment). Bu bağlamda vurgulanması gereken en önemli husus, kültürel farklılıklardan duyulan hoşnutsuzluk ve “yitirilen geçmiş” algısının pasif bir öfke açığa vurmak yerine, aktif bir biçimde siyasallaştığıdır. Aşırı sağın azizleri tam da bu kıyamet ihtimalini ortadan kaldırmak için liberal eliti (kimisi için yahudi elitler) ve uluslararası kurumları yok etme çağrısını yineliyor. Müesses nizam karşıtlığı kendini bu şekliyle dışa vuruyor.
Doğal olarak Eskişehir saldırısının failinin yayınladığı Mass Cleaner el kitabı, kendisini Türkiye sınırlarının dışındaki bir network’ün parçası olarak görerek bu 5 maddeyi benimsediğini açıkça ikrar ediyor ve “yahudi siyasi elitler tarafından idare edilen dünya”ya karşı bir başkaldırı çağrısında bulunarak aşırı sağın şovalyeliğine soyunuyor ve Batı’daki azizler koalisyonunun bir parçası olmak istiyor. Bu, sanıyorum, aşırı sağın uluslararasılaşmasına ilişkin bize çok şey söylüyor…
Skinheadler Cepheyi Genişletirken: Seküler Milliyetçilik Meselenin Neresinde?
İşin uluslararası boyutunu Türkiye düzlemine indirgersek, şu soru haklı olarak ortaya çıkıyor: liberal söylemleri ahlakçılık olarak yaftalayıp değersizleştiren seküler milliyetçi networkler Eskişehir’deki saldırının söylemsel zemininin kurulmasında bir rol oynuyor mu? Bana kalırsa bu sorunun cevabı şüphesiz oynadığı yönünde zira milliyetçi hezeyanlarla bezeli bir göçmen ve Kürt karşıtı komploculuk bu çevrelerin sosyal medyada yarattıkları rüzgarla iç içe geçmiş bir halde.
Failin radikalleşmesinde seküler milliyetçi internet alt-kültürünün hiçbir tesiri olmadığını iddia etmek anlamsız olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, azizler koalisyonunun içine seküler milliyetçiler de eklenebilir. Tam da bu yüzden Türkiye’de serinkanlı müzakereyi dinamitleyen ve sosyal medyada kümelenen seküler milliyetçilik tehlikesini cesurca konuşmakta entelektüel ve siyasi açıdan fayda var.
Zira böylesi bir hamasi milliyetçilik 18 yaşındaki bir genci etkilediği gibi, Breivik ve Tallant ile özdeşleşim kurmasına da dolaylı olarak aracı olabilme potansiyeli taşıyor. Tıpkı Batı’daki geniş çaplı radikal sağ blok içerisinde sağ liberteryenleri, sağ siyonistleri, counter-jihadist çevreleri, aşırı sağı ve NRx’cileri barındırdığı gibi, Türkiye’de seküler milliyetçilik, sosyal medyadaki belli başlı gençleri bu geniş çaplı koalisyonun bir parçası kılma konusunda dolaylı olarak işlevsel olabilir. Seküler milliyetçiliğin aşırı sağa açılan bir pencere olma potansiyeli taşımasını vurgulamakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Seküler milliyetçiliğin ve daha geniş ölçekte hamasi milliyetçiliğin şiddet sarmallarını besleyen politik dilini açık bir neo-faşizm olarak nitelendirmekte fayda var. Sosyal medyada “göçmenleri mancınıkla yollayacağız” esprileri ile başlayan ve istila metaforlarıyla el arttıran bu milliyetçi rüzgar, günün sonunda Mass Cleaner manifestosunun politik dilini yerel ölçekte besleyebiliyor.
Bu saldırının ardından gözlemlenen bir diğer olgu, failin radikalleşmesinde kuvvetle muhtemel tesiri olan ve aynı ideolojik çizgiyi (praksis’e dökmeden) yıllardır kamuoyunda savunan seküler milliyetçilerin çaresizliği ve saldırganı yok saymaları. Oysa manifestosunda saldırgan, eski devirlerin halk kahramanlarının ve cengaverlerinin dilden dile destanlaşması gibi, “editlenme” hayalleri kurduğunu itiraf ediyordu.
Bariz gerçek şu ki aşırı sağcılık; bir vibe, faşist bir estetik ve “cool” olma hali üzerinden esen rüzgarla ivmeleniyor. Onu “uncool” yapmak, internet meme kültürünün saldırganlığını ayna gibi seküler milliyetçiliğe yansıtmakla mümkün. Emellerine erişemeden camii cemaatince tokatlanıp kıskıvrak yakalanan kendi saflarından bir serserinin (“lolcow”?) görüntüsü, aşırı sağa ve seküler milliyetçiliğe karşı hiçbir liberalin yapamayacağı tahribatı gerçekleştirmiş oldu.
Bu süreçte son ayların popüler tabiri olan “kanzi” de, aşırı sağ teyakkuzuna karşı eşsiz bir antidot işlevi görüyor. İlk defa soyutlanıp streotipikleşen, internet meme kültüründe hasımlarınca bir karikatüre dönüştürülenler Türkiye’deki bu yeni sağcılar oldu. “Kanzi” tabirini duydukları andaki öfke, “kar tanesi” olmanın solculara özgü olmadığını kanıtlar nitelikte…
Demokratların internet üzerindeki kültür savaşlarında galip gelmesinin, çağımızın siyasî münakaşalarının ağırlıklı olarak meme ve “edit”ler üzerinden döndüğü Z ve Alfa nesline yönelik yeni ideolojik ve söylemsel techizatların geliştirilmesini gerekli kıldığını vurgulamak lazım.
Son olarak, Türkiye’deki liberal, sol ve muhafazakar demokratlara düşen bir diğer şey, seküler milliyetçilik fenomenini hakkıyla tahlil ederek bu türden bir milliyetçiliğin Türkiye’deki toplumsal huzuru dinamitleyen yapısını ve aşırı sağın azizleri ile olan örtük yahut açık ilişkisini cesurca ifşa etmek olmalıdır.