Tam 62 yıl önce, 3 Haziran 1963’de “yürek enfarktı”ndangiden Nâzım Hikmet’in ömrünün 12 yılından fazlasıcezaevlerinde geçti. Bir o kadarı da memleket hasretiyle… Manşetlerdeki suçu elbet “vatan hainliği” de aslında ezeli kabahati dizelerinde. “Dünyadan, memleketinden, insandanumudu kesik değil diye” atıyorlar içeriye…
Nâzım umudunu hiç kaybetmiyor. “Hapiste Yatacak Olanlara Bazı Öğütler” de sıralıyor o şiirinde. Eh, o işte de ehil; Mayıs 1949’da, içerde yazdığı o şiirin gerisinde 11 yıllık mahpushane tecrübesi var. Onu diri tutan ümidin, o umutla dayanmanın, direnmenin sırrı da dizelerinde: “içerde on yıl, on beş yıl, /daha da fazlası hattâ /geçirilmez değil, /geçirilir,/kararmasın yeter ki /sol memenin altındaki cevahir…”
Kararmayan, karartılamayan o cevahir umutla atan, her şeye rağmen bir şeyler yapmakla işleyen, “dağları, deryaları düşünmek”le iyileşen bir yürek… “Yaşamak ümitli bir iş” zira.
Cezaevinde de hemen fark ediyor onları, bazılarını şiirlerine, “Memleketimden İnsan Manzaraları”na alıyor. Sırrı Süreyya Önder’in hüzünle gülümseyen deyişiyle “Hapishaneler de memleketten” nasıl olsa: “Bursa’da hapisteydim. /İnsanlar tanıdım ömrüm boyunca, /(…) Kimisi Dalgacı Mahmut /kimi tohum gibi tepeden tırnağa umut…”
“Umutlu, kahraman kelimeler”
Seksen yıl önce cezaevinde eşi, “Piraye İçin Yazılmış: Saat 21-22 Şiirleri”nin mayası da hep “ümit”. Her akşam o bir saati Piraye’ye mektuplarına ayırıyor.
25 Eylül 1945… “Saat 21. /Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz: /8 yıl… /Yaşamak: ümitli bir iştir, sevgilim”. 30 Eylül 1945… Ümidin de gülümsetmediği günler oluyor bazen tabii. Hele sonbaharda… “Seni düşünmek güzel şey /ümitli şey /dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey. /Fakat artık ümit yetmiyor bana, /ben artık şarkı dinlemek değil /şarkı söylemek istiyorum…”
Ümidin ateşinde ısınmak
2 Kasım 1945… Kış geliyor, hapiste de kara, öfkeli de: “Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz: /büyük öfkemizin içinde /ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak…” Aralık’ta “hay aksi lânet, fena bastırıyor kış…” Piraye’nin hâli daha beter düşüyor aklına:
Hapiste “umut” Piraye’nin mektupları, kelimeleriyle de geliyor: “20 Eylül 1945… Bu geç vakit /bu sonbahar gecesinde /(…) Kelimelerin geldiler bana, /Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar, /kelimelerin insandılar…”
“Kömürün var mı? /Odun alabildin mi? /Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır. /Gece erkenden yatağa gir. /Evde de satılacak bir şey kalmamıştır. /Yarı aç, yarı tok üşümek:/dünyada, memleketimizde ve şehrimizde /bu işte de çoğunluk bizde…”
Üç gün sonra, 5 Aralık’ta yine umutlu… Umut önce bir “dünya”dan kurtulmaya, ardından başka bir “âlem” kurmaya dair; “Delindi sintine, /esirler parçalamakta pırangaları. /Yıldız-poyrazdır esen, /tekneyi kayaların üstüne atacak. /Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır, /taş çatlasa batacak. /Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem /kuracağız Pirâyem…”
Ümit muhalif, düşmanı çok
Ertesi gün, 6 Aralık’ta ise ümidin düşmanlarını anlatıyorşiirinde: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim, /akar suyun, /meyve çağında ağacın, /serpilip gelişen hayatın düşmanı.” Öyle, “kendilerine teslim olmayan bir tek yeşil fidan ve hayat gibi umutlu /bir tek insan bırakmamak içingeliyorlar…” Umudun filizlenmesine düşman.
Ümit muhalif zira; bir şeylerin değişeceğine dair bir inanç, “duygu, düşünce gücü”, el ele tutuştuğunda avuçlarında hatta.Yükselen nabız… O yüzden de “sevinçli, kahraman”… Umursamazlığın kuşattığı hayatlarla, öğretilmiş/öğrenilmiş çaresizlikle tarihi mücadelede belki tek ışık.
“Çıplak ampul”e mahkûm
“Umut ışığı”nı söndürmek, kapatmak, onları Nâzım’ın deyişiyle hapiste “25 mumluk bir ampule” mahkûm etmek için her yolu deniyorlar. Nâzım Hikmet 17 Ocak 1938’de gözaltına alındığında ise farklı bir eziyetin simgesi o çıplak ampul:
“Oda soğuk. Tepede yanan 100 mumluk ampul bir yanıyor bir sönüyor, zemindeki yatağımsı yerde uyumak olanaksız.”Esasında insanların uykularına, gözaltına alırken sabah uykularına, geceleri düşlerine bile düşmanlar.
Çıktığında bile “Hapisane hâlâ düşlerine girer, /uyanırsın sıçrayarak /Yakanı bırakmaz alışkanlıklarıyla yasakları hapisane yıllarının /(…) beklersin /yanmasını ampullerin kendiliğinden”…
Umudun da tekeli olmak
Hepsi umudu kırmak için. Umutları istedikleri kaba/kalıba döküp dondurmak, umudun da tekeli olmak ezeli hayalleri. Öyle ki fantezisi, kulaklara ezelden gelen kulaktan dolma tarihi manzûmesi de her yerde, her devirde, her dilde var:
Tek millet, tek bayrak, tek devletten, tek adam, tek umut, tek kurtuluş, tek yola kadar her türlüsü… “Manzûme” dediysemkafiyesi aklınıza sadece edebiyattan gelmesin. Sözlükteki diğer anlamlarıyla; “dizi, takım, sistem”. “Belirli bir sisteme göre inşâ edilmiş eserler topluluğu, külliye, kompleks”…
“Nâzım’ın manzaraları”nda da insanların umutlarıezberletilen, resmedilen “resmi” inanca kilitli bazen: “Yalan da lâzım: /gazete, radyo, sinema, kitap, mahalle kahvesi seferber. /Yalan dediğin topal bir bite benzer /bir gecede yedi yatak dolaşır, hele fukara yataklarını…”
Hep vurdum da vurdumduymaz
Gerçeğe düşmanlar. Ki insanlar “beyhude, yığma, hurdaümitler”den yana iyimser, onun dışındaki her umuda, yeni umutlara karamsar, kötümser, hatta düşman olsunlar. Öyle iyimserlik de, öyle karamsarlık da onları benzer bir ilgisizliğe, yorgunluğa, donukluğa sürüklesin.
Sonrası daha kolay, “Hep vurdum vurdum, vuruyorum ama nasıl olsa vurdumduymaz” pervasızlığı… “Döngü” sanki. Hani programlama, yazılım geliştirmede belli komutların tekrar tekrar çalıştırılmasını, koşulların kontrolünü, o komutlara, “kod”lara göre yürütülmesini kolaylaştıran sistem.
Bazen “simge”siyle bile konuşkan. Hürriyet’in 27 Şubat 2006’daki “Otorite ve umut partisi” başlıklı haberinden okuyorum: “AKP’nin Kurum Kimliği Kılavuzu’nda, partinin kurumsal renklerinin siyah ve sarı olduğu belirtildi. Kılavuzda siyah için ‘Gücü, otoriteyi ve bağlılığı temsil eder’ denildi. Sarı ise ‘umudun rengi’ olarak tanımlandı.” Otorite ile umut ne kadar geçinir, şüpheli. “Sarı umut” desen aklımda “sarı sendikalar”.
“Güzel gözlü doktorun emri”
Nâzım “yürekten” reddediyor “vurdumduymazlığı” da bedeli kalbe de ağır. Hapiste, 1940’da ilk kalp krizi gece yatakta. Göğsüne, omzuna vuran bir ağrı… Genç bahriyeliler sırtına yastık koyup doğrultuyor onu: “Geçer geçer… Bir şey değil! Bu hapishaneler beni böyle yaptı. Şair olmak, kendi kalbini yemek demek. Hem kendini yiyeceksin, hem başkalarına yedireceksin”.
1953’de, kalbi yine teklediğinde, Moskova’nın köyündeki Barvikha Sanatoryumu’nda yatarken bile. Asıl doktoru Galinaama şiiri “güzel gözlü doktor”u Lidi Vanna’ya (Lidya İvanna)yazıyor.
Vanna’nın “tütün, alkol” yasağından “saat en geç 10’da yatak, en az altı ay yârin dudağından uzak”a varan “yüksek emirleri”ne uyacak belki de onla bitmiyor. Doktor “sevinç, öfke, keder”i de ekliyor listesine, “tütünden de, uykusuzluktan da beter”. Vanna’nın “ilmine hürmet etse de” yanıtı “şefkatli emeğinizi boşa çıkaracağım diye /kızmayın bana. /ben vakarlı, sakin,/vurdumduymaz bir kaya gibi /deniz kıyısında yaşamaya /söz veremeyeceğim.”
“Ümitten korkuyorlar”…
“Sevinçli, öfkeli, kederli”, dışavuran umutlardan da, yürekte saklı umutlardan da korkuyorlar. Hepsinden… Hani Nâzım’ın “şarkıcılığa veda konserinde Ku Klux Klan’ın linçinden son anda kurtulan” siyah bas bariton ses sanatçısı, insan hakları savunucusu Paul Robeson için yazdığı şiir misali: “Ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten,/Türkülerimizden korkuyorlar”.
Onu da yasaklıyorlar, “insanların türküleri kendilerinden umutlu”. Tomurcuklanan, çiçeğe duran umuttan bilhassakorkuyorlar… Zira bir yere, gelecekte istenen bir şeye ulaşma ihtimali de umut, var olan bir şeyden kurtulmak da…
Kurtulamama düşüncesi bazen ağır bir endişe, hatta korku kaynağı. Mütemadi olanı ilgisizliğe, boyun eğmeye de gidebiliyor. “Dünyadan, memleketinden, insandan umudunun kesilmesine”… Pes etmeye.
Güzel günler göremeyen çocuklar
“Ümit kapısı”nı kapatmak, “ümitleri dalındayken kırmak”için her şeyi yapıyorlar. Cezaevleri “Dünyadan, memleketinden, insandan umudu kesik değil diye” içeri atılanlarla dolu. Umutla “Güzel günler göreceğiz çocuklar” diyen Nâzım’dan neredeyse 100 yıl sonra bir çocuk neşeyle, umutla “Her şey güzel olacak” mı demiş anında gözaltı, ardından cezaevi. Üç hafta galiba… “Siyaset yasağı” koyacakları da yansımıştı medyaya.
Bir zamanlar “atlara koşum, eyer, koyunlara çıngırak” yapılan Saraçhane’de “Kurtuluş yok tek başına /Ya hep beraber ya hiçbirimiz” diye umutla mı bağırmış arkadaşları, adres aynı. Bir ara 2 bine ulaşıyor gözaltına alınanların sayısı… “Biz buradayız /Umut burada” diyen içerde üç ayını doldurmuşzaten… Ne çabuk geçiyor değil mi, dışarda?
Nâzım “Dünyadan, memleketinden, insandan umudu kesik değil diye” 12 yıl yatmış, hapiste dokuzuncu yılına çoktan giren Selahattin Demirtaş’ın umudu twitter’dan sızıyor dışarıya: “En karamsar olduğunuz anlarda bile ayakucunuza değil ufka bakın, umudu göreceksiniz mutlaka, göremiyorsanız bir daha bakın, görene kadar bakın…” Görene kadar.
Umut insanı ayakta tutar da…
O “muhalif” ümidi hiçbir şey beslememeli, büyütmemeli. Yani insanların “içinde o ümidin gerçekleşeceğine dair hiçbir inanç” kalmamalı. Ki hiçbir şeye inancı, ümidi kalmayan insanlar gibi umutsuz, yapayalnız, korku dolu yaşasınlar. Endişeyle boyunlarını eğsinler; bir umut, başları kalkmasın.
Oysa umut insanları ayakta tutuyor. Ama “onlar” ayakta duran insanlarla da geçimsiz. Örnek, iyice anlaşılsın diye güncel teşbih mi gerek; geçen ay, 28 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nda öylece, kıpırdamadan, konuşmadan ayaktaduran iki çocukla, 19 genci gözaltına alıyorlar.
Çocukları gece bırakıyorlar, gençleri mahkemeye çıktıktan sonra… Adli kontrol ve yurt dışı yasağı şartıyla şüphesiz. Ardından bu ay, 14 Haziran’da o gençlerle ilgili dava açıldığını okuyorum.
O gençler 8 Ekim’de İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nde hâkim karşısında ayakta duracaklar. Hepsi genç, daha çok,yıllarca ayakta duracaklar. Oturanlar, biz, kim bilir daha kaç “mevsim”. Ayakta durmaya zorlanıyor kimimiz.
Meyve veren ağaca düşman
Onlar “meyve çağında ağacın, /serpilip gelişen hayatın düşmanı”… Tomurcuklanan, çiçeğe, sonra meyveye duran ağacın. Meyve deyince zaten vuran vurana, zeytin desen mesela yine kıyımlarla gündemde. Madende kıyım, kıyımda “maden” bulmak da uzmanlıkları.
Oysa Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları” zeytinle, zeytin ağaçlarıyla, zeytinliklerle de dolu. İstasyona geldiklerinde de “artık yol boyu zeytinlik ve kirazlık”… “Bir zeytin ağacı gibi verimli, bir karınca gibi hamarat” insanların tarih boyunca diktiği, baktığı, hayat verdiği ve hayat aldığıağaçlar.
Zeytin dalı binlerce yıldır barışın, bereketin, bilgeliğin de simgesi. Demokrasiye de çok yakışıyor. Nâzım’ın “insan manzaraları” arasında “en âlim düşmanları (da) var demokrasinin”, barışın. “Gözleri yağlı zeytin tanelerine benzeyen?”, “telâşla konuşan”, “kurnaz”, “Yüksek finans ve endüstri bahislerini anlayacak kadar akıllı. Ve dolandırıcı biraz” olanlar da. O yüzden “akar suyun” bile düşmanı tabii. Akarsulara da örnek çok, denize, denizin kıyısına, göle de…
“Her yeni sabahta…”
Onlar ümide düşman. Karşıdan bakıyorsa güzele de düşman, sanata, estetiğe, müziğe, muhabbete… Yasaklanan Nâzım kitapları “kaç baskı” tutar acaba? “Mahzun, acı, sevinçli, umutlu, kahraman kelimeler”e bile düşman. Tek kelime, çok dava… Kelime “üst ağız”da dokunulmaz, altta kalanda yasak, kabahat, sıkça “hakaret”, suç.
Umudu canlı tutmak kolay değil. Toprağında, gerçek anlamıyla yeşertmek, büyütmek de öyle. Nâzım Hikmet ölene kadar çabalamış, şiiriyle bâki. Zorlu mücadele; 1947’de “öfkeden ağlanasıya sersem, /gaddarcasına bedbahtız /fakat asla umutsuz değil.” “Tepeden tırnağa ümitten ibaret”bazen, “her yeni sabahta ümit arıyor”. 1948’de sevdiceğine sesleniyor: “Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, /fakat asla ümitsizliği değil…”
“Umut, umut, umut insanda”
Genel afla, 1950’de çıktığında “doyamıyor gözleri ağaçlara: /öyle ümitli onlar, öyle yeşil”. Memleketinden uzakta, “bir Varşova gecesi”nde biraz hüzünle soruyor: “yapma aylar geçer güneş doğarken /ve güneş doğarken hiç umut yok mu? /Umut, umut, umut, /umut insanda…” Yüz yılda nice yapma aydedeler, yıldızlar, doğan batan güneşler geçiyor çocukların resimlerinden, düşlerinden. Şiir kalıyor, umut kalıyor.
Nâzım 27 Eylül’de o zamanların Gürcistan’ı, bugünün Abhazya’sından, Pitsunda sahillerinden ayrılırken “insan”adair umudu da büyüyor: “biraz daha umutluyuz /biraz daha adam olduk /işte geldik gidiyoruz /hoşça kal kardeşim deniz…”
Taşkent’e vardığında, 1958’de insan da onun tahayyülündeki “büyük insanlık”: “Büyük insanlığın toprağında gölge yok /sokağında fener /penceresinde cam /ama umudu var büyük insanlığın /umutsuz yaşanmıyor.”
“Masada, muşambanın üstünde”
Takvim 1960 Mart’ını gösterdiğinde avluda diz boyu kar, Moskova’da, “hızını alamadı sabahtan beri yağıyor lapa lapa”. Nâzım mutfakta… “Masada, muşambanın üstünde umut”,“körpecik, çiçeği burnunda, pütürlü salatalık”, dışarda kış, mutfakta bahar.
Çepçevre oturmuş bakıyoruz ona, /şavkı vuruyor yüzümüze yumuşacık /bir tazeliktir kokuyor bir tazelik /Çepçevre oturmuş bakıyoruz ona /şaşkın /düşünceli /iyimser. /Rüyada gibi bir halimiz var. /Masada, muşambanın üstünde umut, /masada, muşambanın üstünde güzel günler”.
Nâzımın en genç hâli…
Ağustos 1960, yanında Vera: “Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı”. Vera Tulyakova Hikmet’in “Nâzım’la Son Söyleşimiz” kitabına bakıyorum. VeraNâzım’ın yerinde duramadığı, dört bir yana dönüp durduğu, içinin içine sığamadığı bir günü anlatmış. Hepsi umuttan: “Saint Michel yakınlarında, Paris’in küçük sokaklarından birinde dolaşıyorduk seninle, Abidin (Dino) bizimleydi. Mavi gözlerin çok gençti. Belki de en genç olan şeylerin onlardı.
Sık, kıvırcık saçlarından, kartal burnundan, bıyıklarından daha gençtiler; omuzlarından ve ellerinden daha gençtiler. Bir tek onlar, gözlerinin arkasında gizli olanlar; düşüncelerin, umutların, gözlerinden daha gençtiler.”
“Balistik füzeler”i seyrederken
Lâkin o günlerde de umut canavarın ağzında… Ölümüne bir yıl kala, 1962, 17 Haziran’da, Moskova’da ilkyazın yamacında karşısında yine savaş, bu kez buz gibi soğuk savaş.“Doğu-Batı Blokları” silahlanma yarışında. Ve bugün gökyüzünde -yine- canlı yayın seyrettiğimiz balistik füzeler Nâzım’ın dizelerinde:
“Balistik füzeleri filmlerde seyrettim /2 balistik füze yakıp kül eder 150 kitaplığı. /daha kurulmadan onlar /belki: benim kitabım da vardır içinde /62 yılında bombardıman uçaklarını gördünüz mü /son modellerini /2 bombardıman uçağı. /4 sağlık evini yükler yanına bombaların /temeli daha atılmamış 4 sağlık evini koskoca pırıl pırıl /ve yatakları röntgenleri umutlarıyla
62’de atomlu atomsuz silahlanma yarışı. /120 milyar dolar yılda /10 yılda 1200 milyar /yıldızların sayısına yakın mı bilmem /1200 milyar yahut 150 milyon yapılmamış ev /yapılabilecek ama yapılmamış ev /150 milyon ev hayaleti /5 odalı akarsulu elektrikli banyolu /kapıları merdivenleri pencereleri 150 milyon evin /güneş doğarken camları/gölgeleri akşamüstü /balkonları ayışığında /ayının ini var /sümüklüböceğin kabuğu /bizimse bu işte halimiz ortada/
62’de atomlu atomsuz silahlanma yarışı /120 milyar dolar yılda /yahut yuvarlak hesap 1 milyar ölü adayı /ve ölüme hazır en azdan yarısı bütün toprakların /yarısı bütün ağaçların balıkların bütün yağmurların ve ana rahmine /düşenlerin en azdan yarısı ölüme hazır.”
Umut öğrenildikçe kıymetli
Onlar ümidin düşmanı… Hayatın, “can”ın, “meyve çağında ağacın”… Karşıdan bakıyorsa güzelin, iyinin, sanatın, estetiğin, müziğin, öylece duran heykelin bile… Öylece dursa da insanın… Aklın, izanın, düşüncenin, bilimin.
Duyguların… “Mahzun, acı, sevinçli, umutlu, kahramankelimeler”in düşmanı. Kafiyesiyle de uzatabileceğim bir “manzûme”; muhalifin, muhtelifin, kolektifin, perspektifin,inisiyatifin, maarifin, “keyif”in-“çakırkeyif”in… Olsun, Attilâİlhan der ya “Ümitten ümit kesilmez”.
Umutları kararırsa insanlar yine Nâzım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”na siyah beyaz fon olacaklar çünkü: “Seyrek, sıska, kuru ağaçlarla çevrili asfaltın iki yanında” öylece, “ümitsiz insanlar gibi birbirlerinden uzak ve yeşilliksizduracaklar”.
Nâzım için “en ümitsiz macera” da o zaten: Umudu, “ipin ucunu kaybetmek elinden /ve gözlerimiz koyun gözü gibi mahzun, /bıçağın altına kendiliğinden /bıçağın altına bıkkın ve uzun /yatıvermesi boynumuzun”.
Nâzım’ın umudu, bulduğu, belki bulduğunu sandığı umudu farklı da olsa, bazen yolda bıraksa da, senin umutlarına uymasa da, kıymetli. Umut bizatihi, kendinde kıymetli zira;kıymeti hep öğrenilecek, yeniden öğrenilecek bir cevahir.Yeter ki…