Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIPenne all’arrabbiata tarifine Gazze arası

Penne all’arrabbiata tarifine Gazze arası

İsrail bu hafta en zor zamanlarından birini yaşadı. İngiltere’den Fransa’ya birçok Batı ülkesi Filistin’i tanıdı, BM Genel Kurulu’nda Netanyahu boş salona konuştu, Trump Batı Şeria’yı ilhak planlarını reddetti, Almanya’nın uzun zamandır İsrail’e yeni silah satışı için onay vermediği ortaya çıktı, Microsoft İsrail ile anlaşmalarını askıya aldı. Fakat en önemlisi, İtalya’da 500 bin kişi Gazze’ye destek için grev yaptı, hayatı durdurdu. Bu grevin sonucunda İsrail destekçisi İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Gazze’ye giden Sumud filosunu korumak için iki askeri gemiyi görevlendirmek zorunda kaldı. Batı cephesinde bir şeyler değişiyor ve İsrail bugüne kadar Gazze soykırımına ortak ettiği Batı’yı adım adım kaybediyor.

62 yaşındaki başarılı sunucu Antonella Clerici, İtalyan televizyonu için özel dikilmiş bir kaftan. Ülkenin bir numaralı kanallarından olan kamu yayın organı Rai’de 90’lardan beri İtalyanların tutkuyla bağlı oldukları yemek kültürüyle eğlenceli yarışmaları bir araya getiren bol reytingli programlar yapıyor. Clerici, 18 yıl boyunca sunduğu yemek yarışması “La prova del cuoco” (Aşçının sınavı)’nın reytingleri düşmesi üzerine verdiği kısa bir ekran molasının ardından 2020 yılında ekranlara “È sempre mezzogiorno!” (Her zaman öğle vakti!) programıyla geri dönmüştü. İtalya’nın mutfak konusunda biraz daha ilgili ve yetenekli Oprah’ı veya Seda Sayan’ı olan Antonella Clerici, 2020’den beri beş senedir haftaiçi her gün öğlen 12’den 13.30’a kadar konuklarıyla yemek yaptığı, seyircilerle küçük yarışmalar düzenleyip ödül dağıttığı, gündelik hayata dair tavsiyeler verdiği, İtalya’nın farklı yörelerinden başarılı şeflerin gelip tarif verdiği eğlenceli bir program sunuyor.

Genellikle siyasete pek girilmeyen apolitik bir öğlen kuşağı programı sunan ve bu nedenle de her görüşten, kesimden insanın evine girmeyi başaran Antonella Clerici, bu Pazartesi programını sabah yolda tanık olduğu komik bir olayı veya evde yemek yaparken yaşadığı mutfak kazasını anlatarak değil, yayın politikasının dışına çıkarak Gazze’yle açtı.

Clerici, İsrail’e en çok destek veren radikal sağcı Giorgia Meloni’nin liderlik ettiği, Fransa ve İngiltere’nin aksine Almanya ile birlikte Filistin’i henüz resmen tanımamış nadir Avrupa ülkelerinden biri olan İtalya’nın kamu televizyonunun en çok izlenen programında Gazze için sesini yükseltti, ekran başında konserve tarifi bekleyen İtalyan teyzeleri bir dakikalığına Filistin’e götürdü:

“Gazze’de olanlara kayıtsız kalmak imkansız. Bu bir katliam. Kardinal Pizzaballa’nın da dediği gibi, olanlara gözlerinizi kapatırsanız insanlığınızı kaybedersiniz. Gerçekten bu bir katliam ve bu gerçek karşısında hareketsiz kalmak, artık insan olmamak anlamına gelir. Artık evleri ve hiçbir şeyleri kalmayan çocukların ve insanların görüntülerini izleyemiyorum. Amaç ne olursa olsun, tüm bunlar sona ermeli. Barış için çalışmalıyız.”

Antonella Clerici, başını dik tutarak sarf ettiği bu cümlelerin ardından “ben böyle düşünüyorum ve ne düşünüyorsam onu söyledim” dedi, bir kamu televizyonunda devletin resmi politikalarına aykırı olmasına rağmen vicdanını dinleyerek ses çıkarabilmenin verdiği gönül ferahlığıyla yemek tarifi vereceği tezgahına ilerledi. Oldukça cesur ve cool bir konuşmaydı. Fakat Clerici’nin bu bir dakikalık girizgahı, İtalyanları Gazze’ye dair düşündüren tek olay değildi. Zira Antonella Clerici’nin bu konuşmayı 22 Eylül Pazartesi günü yapmasının sebebi, İtalyan hükümetinin İsrail’e tepki göstermesi, Gazze’deki soykırımı durdurması için hareket geçmesini sağlamak amacıyla yüzbinlerce İtalyan’ın aynı anda tüm şehirlerde greve gitmesi, hayatı durdurmasıydı. 

Antonella Clerici, bu Gazze grevine atıf yaparak kendi çalıştığı devlet televizyonundaki grevcilere de selam yollamıştı.

Fakat Clerici aynı zamanda, özellikle İsrail’e karşı tepkinin dalga dalga büyüdüğü Batı sokaklarındaki Gazze haykırışına da ses verdi; bir ucu Londra, New York sokaklarında bir ucu Gazze’ye yelken açan Sumud filosunda olan büyük insanlık ittifakına da omuz verdi.

Sumud’u korumak Meloni’ye mi kaldı?

Daha öncesinde İtalyan liman işçilerinin Sumud filosuna bir saldırı olması durumunda iş bırakacakları tehdidinin ciddiyeti, filoya yönelik drone saldırılarının bir rutin haline gelmesi üzerine İtalya’nın en büyük sendikalarının 22 Eylül’de ortak grev kararı almasıyla anlaşıldı. Sendikalar, Sumud filosunun askeri gemilerle korunması, “terörist” olarak nitelendikleri İsrail ile İtalya’nın ilişkilerinin kesilmesi talepleriyle greve gitti, ana muhalefet partisi ve sol örgütlerin de desteğiyle gündelik hayatı durdurdu, metro ve tren seferlerini sekteye uğrattı. İtalya’nın dört bir yanında yaklaşık 500 bin kişinin katıldığı bu grev sadece gündelik hayatı bloke etmedi, aynı zamanda özellikle Milan’daki bir tren istasyonuna girip seferleri durdurmak isteyen protestocuların camları kırdığı, polise taş ve sis bombası ile saldırdığı çatışmalara da sahne oldu.

60 kişi yaralandı, 18 gösterici ise gözaltına alındı. İtalya’nın radikal sağcı ve İsrail destekçisi başbakanı Giorgia Meloni, tipik sağcı bir İsrail sevdalısı siyasetçi ağzıyla eylemleri kınadı, şiddet unsurunun baskın olduğunu belirtti ve ana muhalefeti sokakları provoke etmekle suçlayarak, merkez sol Demokrat Parti’nin genç solcu lideri Elly Schlein’i göstericileri kınamamakla itham etti. 

Ne trajik ki, kendi halkının tepkisine rağmen İsrail’i savunan Giorgia Meloni tipik bir Katolik İtalyan ailenin kızı olarak büyümüş, gençliğinde antisemit faşist Mussolini’ye hayranlığı nedeniyle siyasete atılmış biriyken; Meloni karşısında Filistin’i savunan ana muhalefet lideri Elly Schlein Aşkenaz Yahudi kökenli biseksüel bir solcu.

Kimliği dikkate alındığında belki de önyargılı bir İsrail destekçisi tarafından Filistin’e yönelik desteği sorgulanabilecek olan Schlein’in Meloni’ye cevabı ise “Biz şiddet eylemlerine bulaşan bir avuç göstericiyi kınadık, kınıyoruz, kınarız; fakat siz Netanyahu ve İsrail’in savaş suçlarını kınayamıyorsunuz” oldu. 

Schlein, bu tartışmalarının ardından The Guardian’da İspanya başbakanı Pedro Sanchez başta olmak üzere Avrupa’daki diğer solcu siyasetçilerle birlikte Filistin devletinin tanınmasının ötesinde maddi olarak desteklenmesi ve muktedir kılınmasının Avrupa Birliği’nin sorumluluğu olduğunu, Gazze’de yaşanan katliamın soykırım suçunu teşkil ettiğini belirten sert bir makale kaleme aldı; Avrupa için alternatif bir Filistin vizyonunu resmetti. 

Meloni her ne kadar kendisinden beklendiği şekilde Gazze protestolarını solcuları şeytanlaştırmak için kullanmaya çalışsa da arka planda yüzbinlerce kişinin toplu bir şekilde greve gitmesi ve yüzlerce kilometre uzaklıktaki Gazze uğruna gündelik hayatı bir günlüğüne durdurması, kamu düzenini sarsması karşısında durumun ciddiyetini anladı, en azından anlamak zorunda kaldı ve önemli bir karara imza atarak Sumud filosunu uluslararası sularda korumak için iki askeri gemiyi görevlendirdi. 

Elbette bu karar Meloni’nin insanlığa dair sevgisinden dolayı alınmadı. Nitekim Meloni birkaç gün önce Sumud filosunu bir yardım tiyatrosu yapmakla suçladı ve uluslararası hukuka aykırı bir ablukanın delinmesi amacını taşıyan Sumud filosunun mantığını hiç anlamamışçasına yardım malzemelerinin Gazze’ye iletilmesi amacıyla İsrail’e teslim edilmesi gibi tuhaf bir teklif önerdi. Meloni’nin bu tavrına rağmen İtalyan donanmasını Sumud filosunu korumak için görevlendirmesinin temel sebebi ülkenin Gazze uğruna büyük bir greve gitme potansiyelini görmesi. İtalyan ekonomisinin Gazze’deki soykırım uğruna sekteye uğramasını doğal olarak kabul etmemesi. 

Meloni’nin bu kararı halihazırda dünyada İsrail karşısında en net yaptırımları alan ülkelerin başında gelen İspanya’yı da cesaretlendirdi ve İspanya başbakanı Pedro Sanchez de bir askeri gemiyi filoyu korumak için Akdeniz’e yolladı. İsrail ile yakın ilişkilerini devam ettiren ve Netanyahu’nun hava sahasını kullandığı nadir ülkelerden biri olan Yunanistan da aynı şekilde Sumud filosunu kendi karasularında koruyacağını açıklamak zorunda kaldı.  

Meloni bununla da yetinmedi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Filistin gündemli toplantısında İsrail’in sınırı aştığını belirtti, Avrupa Birliği’nin İsrail karşısında gerekli yaptırımları alacağını vurguladı, geçmiş söylemlerinin aksine sert bir dil kullanarak Mahmut Abbas yönetiminin takdirini aldı. 

Meloni’nin bu tutumu, belki bu hafta yaşanan tek gündem olsaydı İsrail açısından önemli bir diplomatik hüsran olarak kayda geçebilirdi.

Fakat bu hafta İsrail için o kadar fazla hezimet yaşandı ki Meloni’nin İsrail’i eleştirmesi hakkettiği dikkati pek çekmedi. 

BM Genel Kurulu yada İsrail’i kınama yarışması

Fransa ve Suudi Arabistan’ın liderlik ettiği BM Genel Kurulu, özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un diplomatik çabalarıyla Avustralya, Birleşik Krallık, Kanada başta olmak üzere Batı bloğunun önemli ülkelerinin Filistin devletini resmen tanıdıkları diplomatik bir zirveye dönüştü. Trump hariç neredeyse her dünya lideri kürsüye çıktıklarında İsrail’i sert bir şekilde kınadı, Gazze ve Filistin’de yaşanan katliamları eleştirdi. İsrail’in yakın müttefikleri Almanya ve ABD’nin maddi ve askeri desteğini en sıkı şekilde bağlı olan Ukrayna’nın Yahudi Cumhurbaşkanı Zelensky bile Gazze’de yaşananları eleştirdi, hatta Gazze’yi ile Ukrayna’yı bile birbirine benzetti. 

Elbette, Avrupalı solcu liderlerinin The Guardian’daki makalelerinde belirttikleri gibi Filistin devletinin tanınması Gazze’de yaşanan soykırımın veya Filistin davasının nihai çözümü değil. Her anlamda, tüm devlet özelliklerini haiz, yönetme kapasitesine sahip, İsrail’in yaptırım ve işgalinden arınmış bir Filistin yönetiminin tesis edilmesi şart. Bu nedenle her ne kadar Filistin devletinin tanınması İsrail için geri döndürülemez bir diplomatik hezimet olsa da yeterli değil.

Bu yeterli olmayan kısmın açığa kavuşması için ise gözler dün Netanyahu’nun protesto edip salonu terk eden delegeler nedeniyle boşalan ve kalan bir avuç seyirciye Kaddafi’nin konuşmalarını anımsatacak şekilde oyunlar oynattığı, konuşmasını da askeri araçlara yerleştirdiği hoparlörlerle zorla Gazzelilere dinlettiği BM Genel Kurulu’nda değil, Trump’ın Türkiye, Endonezya dahil olmak üzere nüfusunun çoğu Müslüman veya Arap olan ülkelerle yaptığı özel toplantıdaydı. 

ABD medyasında çıkan kulis haberlerine göre, Trump bu toplantıda 21 maddelik barış planını sundu ve diğer ülke liderleri de ortak bir şekilde Trump’tan Batı Şeria’nın ilhakına engel olmasını, Gazze’deki İsrail işgalinin sona ermesini istedi. Haberlere göre, Trump bu taleplere olumlu bakıyor ve söz konusu plana göre Gazzelilerin zorunlu veya “gönüllü” tehciri söz konusu değil. Planın şimdilik kaba özeti, Hamas’ın silahları bırakması, yönetimi geçici bir Filistinli yapıya teslim etmesi, Filistin devletinin zamanla artacak bir role sahip olması, güvenlik güçlerinin ise Arap/Müslüman ülkelerinden oluşan bir barış gücünce oluşturulması, rehinelerinin serbest bırakılması gibi anabaşlıklardan oluşuyor.

Her ne kadar Politico, Axios gibi kaynaklara göre planın kaba taslağı bu şekilde olsa da, Financial Times, Economist gibi dergilere göre İngiltere eski başbakanı Tony Blair’ın yönetimde olduğu geçici bir uluslararası gücün de yönetimi devralması söz konusu olabilir. Bu durumda özellikle Filistin devletinin tepki göstermesi olağan ve oldukça haklı. Filistin’in kaderini Filistin ile bağı olmayan insanların tayin etmesi her türlü kurala, teamüle aykırı, kalıcı barış ihtimalini baştan boğan, ilk düğümü baştan hatalı atan tuhaf bir plan. 

Trump’ın BM’deki toplantısında dile getirdiği iddia edilen barış planı, İsrail’in kafasındaki plan değil. Zira İsrail gerek gönüllü gerek zoraki bir şekilde Gazzelilerin tehcirini öngörüyor, istiyordu. Her biri savaş suçu nedeniyle yargılanması gereken birbirinden radikal isimlerden oluşan İsrail. Hükümetinin nihai planı hem Gazze’yi hem de Batı Şeria’yı ilhak etmek ve Filistinlileri Etiyopya gibi ülkelere sürmek.

Trump’ın Gazze’ye dair “anlaşma yakın” açıklaması dışında somut bir sözü olmadı, fakat en azından bu hafta “İsrail’in Batı Şeria’yı ilhakına izin vermeyeceğim. Bu olmayacak.” demesi oldukça önemliydi. Zira Trump ilk kez açık bir şekilde İsrail’e şerh koydu. Uzun zamandır ilk kez Netanyahu karşısında ABD başkanı olduğunu hissettirdi. 

Trump’ın Netanyahu karşısında ipleri eline almaya hevesli olduğunu ilk kez göstermesi ise İsrail’in en kötü haftasına denk geldi ve sanırım bu pek de tesadüf değil. 

İsrail, Batı’yı nasıl kaybediyor?

İsrail, geçtiğimiz günlerde Batılı elitler dışında Batı’yı kaybettiğini anladığı bir haftaya uyandı. Londra’da ünlü yazarlar, emekli rahipler, savaş gazileri “terör örgütünü” desteklemek suçlamasıyla yargılanma pahasına Palestine Action grubu için sokağa çıkmaya devam etti; İsrail Cumhurbaşkanı’nı ağırlayarak kendi tabanıyla karşı karşıya gelen İşçi Partisi hükümeti bile Filistin’i tanıma kararı aldı. Almanya’da anketlere göre ülkenin %62’si İsrail’in soykırım suçlusu olduğuna inanıyor. Bu oran İsrail’e en yakın sağ partiler arasında, hatta aşırı sağcı AfD seçmenleri nezdinde bile %60’larda. 

İsrail’in Avrupa’daki sayılı dostlarından Yunanistan ve İtalya, Sumud filosunu İsrail saldırılarından korumak adına askeri gemilerini yolladı. İsrail’in Sumud filosuna saldırması için NATO üyesi ülkelerin askeri gemilerle gerginlik yaşaması gerekiyor. Her açıdan zorlayıcı bir karar.

Pek önemli bir cephe değil, fakat Avrupa halkı için önemli bir popüler etkinlik olan Eurovision’da birçok ülke İsrail’in Rusya gibi diskalifiye edilmesini istiyor. İsrail’i utanç bir şekilde destekleyen sağcı Dilan Yeşilgöz’ün etkisindeki Hollanda hükümetine başkaldıran Hollanda kamu yayın organı bile İsrail’in diskalifiye edilmesinden yana. Bu bile Avrupa’daki gücünün ne kadar zayıfladığının “eğlenceli” bir örneği. 

Çok ilginç bir şekilde sadece Gazze’de kullanılan silahların satışını kısıtlayan Almanya’nın yaz boyunca İsrail’e yeni silah satışını onaylamadığı ortaya çıktı. Almanya her türlü silah satışını bu kararı geniş yorumlayarak fiili bir şekilde uygulamış. İsrail’in en sıkı dostu bile İsrail’in akıttığı kana ortak olmamak için endişeli.

İtalyan işçileri ise İsrail’e yönelik ticareti engellemek adına Akdeniz’deki liman işçi sendikalarıyla toplantılara başladı, işçi hareketi bu konuda hareket etmeyen hükümetlerin önüne geçip İsrail’e giden gemileri limanlarda durdurabilir. Bu sendikalar arasında Güney Kıbrıslılar da var. İsrail’in Güney Kıbrıs’a yaptığı yatırımlar işçi hareketi ile ters yüz edilebilir. 

Bütün yaşanan bu dönüşümün en iyi özeti ise Netanyahu’nun Uluslararası Ceza Mahkemesi kararını uygulayacağını açıklayan ülkelerin hava sahalarından kaçınarak, Fransa ve İspanya’yı by-pass ederek kimsenin dinlemediği BM Genel Kurul konuşması için New York’a gittiği uçuş rotası. Tuhaf zikzaklar içeren bu uzun uçuş rotası, Kuzey Kore liderinin tekinsizliğini andıran bir “kaçış rotası”.

Elbette 65 bin kişinin katledildiği, Lübnan’dan Katar’a neredeyse bütün bölgenin bombalandığı bir düzlemde İsrail’in bu savaşı kaybettiğini söylemek pek mümkün değil. Hele de arkasında her şeye rağmen ABD başta olmak üzere Batılı elitler varken. 

Ama özellikle İsrail’in kendi dış istihbarat örgütü Mossad’ın itirazlarına rağmen Katar’ı bombalaması ve bu operasyonda başarısız olması, ABD’nin yakın bir müttefikinin hedef alınması, bölge ülkelerini birleştirdi ve maalesef bugüne kadar verilmeyen büyük bir tepkiye sebep oldu. Her ne kadar Gazze’deki soykırımın bugüne kadar böylesine büyük ve ortak bir tepkiye sebep olmaması büyük bir utanç kaynağı olsa da en azından İsrail’e karşı “Arap NATOsu” gibi fikirler konuşuldu, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın ortak savunma anlaşması gibi caydırıcı hamleler atıldı. En önemlisi, bölge ülkeleri birleşerek Trump’ın karşısına yan yana çıktılar ve kırmızı çizgilerini net bir şekilde dile getirdiler. Böylece Trump masada tek başına kalınca basit bir tüccar edasıyla yaptığı al-ver pazarlığının ötesinde kalabalık ve farklı çıkarların Gazze’ye kitlendiği bir denklem görmek zorunda kaldı.

Yine bu hafta Microsoft, Yuval Abraham gibi gazetecilerin araştırmaları sonucu ortaya çıkınca gösterilen tepkiler nedeniyle İsrail’in savaş suçları işlerken kullandığını düşündüğü bazı hizmetlerini geri çekti, bu denli büyük bir özel şirket çok kritik bazı ekonomik sözleşmeleri iptal ederek önemli bir içtihat oluşturdu.

Herhalde Katar yatırımlarının kaçmasını istemeyen Avrupa’nın da tam da bu rüzgarın etkisiyle hızlı bir şekilde İsrail’e net mesafe koyması da pek tesadüfi değildi. 

Bütün bu diplomatik ve yine elitler arasındaki tartışmaların gölgesinde ilerleyen süreçlerin ötesinde ise, Batı kamuoyunda belki de çok derinden ama çok büyük ve uzun vadeli bir dönüşüm yaşanıyor.

Batılı halklar, özellikle ülkelerindeki ifade özgürlüğü, siyasi haklar, gösteri ve yürüyüş hakkı, devlet televizyonunda bile devletin resmi politikalarını eleştirme teamülünü kullanarak sokaktan elitlere uzanan bir taban hareketi, insanlık ittifakı inşa ediyor. Elbette İngiltere’de, ABD’de bu sivil haklar da Filistin söz konusu olunca kısıtlanabiliyor, vizeler iptal ediliyor, insanlar işten atılıyor, yaşlı kadınlar yerlerde sürükleniyor. Fakat bu durumda bile halkın demokratik haklarını giderek otoriterleşen bir hükümete karşı savunmasının sembolü Filistin oluyor. Halk sadece Filistin’e sahip çıkmıyor, Filistin bayrağı sallayarak aslında sağcı otoriter liderlere de tepki gösteriyor. Bu noktada yanı başlarında hemen her şeye rağmen bağımsızlığını ve tarafsızlığını koruyabilen (şimdilik) yargıyı bulabiliyorlar. 

Bu nedenle özellikle ABD’de son dönemlerde New York belediye başkan adayı Filistin aktivisti sosyalist Müslüman Zohran Mamdani, Sanders örneklerinde olduğu gibi Trump’a karşı muhalefetin en önemli argümanlarından biri Gazze oldu.

İşte tam da bu nedenle özellikle iktidara geldiği günden beri solcu akademisyenleri hedef alan, kamu medyasına yandaş isimleri atayan, muhalifleri uzaklaştıran, ülkeyi yürütmenin güçlü olduğu kendine özgü bir başbakanlık sistemine geçirmek isteyen Giorgia Meloni’ye karşı İtalyan halkı Gazze gösterilerinde aslında sadece Filistin’i değil, demokrasiyi ve insan haklarını da savunuyor.

Zira, Filistin davası Batı halkları için sadece Filistin’den ibaret değil. Aynı zamanda kamuoyunun tepkisine rağmen maddi ve siyasi çıkarlar uğruna İsrail’i destekleyen elitlere karşı duyulan ve insanlığa dair en temel kuralları ayaklar altına almaya hevesli faşist politikacıların ipleri ele geçirdiğinde neler yapabileceğini tüm dünyaya barbarca gösteren İsrail’in faşizmin “reklam yüzü” olmasından dolayı doğal olarak büyüyen bir öfke. 

İsrail’e tepki göstermek, aynı zamanda İsrail’i destekleyen benzer profilli siyasetçilerin de fikirlerine gösterilen bir veto.

Bu nedenle İsrail’i açıkça destekleyenler ülkelerin en sağcı, en ayrımcı, en tuhaf siyasetçileri, Geert Wilders, Nigel Farage, Marine Le Pen gibi aşırı sağcılar, otoriter popülist liderler. 

Filistin’in yanında ise aynı dine inanmadıkları, gitmedikleri, aynı dili konuşmadıkları topraklar için işi bırakan, yolları tıkayan, işten atılmayı göze alan büyük bir insanlık ittifakı var.

İsrail’in çok güçlü silahları, bu silahları kullanan çok gaddar askerleri olabilir; kısa vadede Trump gibi liderler sayesinde korkunç bir soykırımı işlemiş ve şimdilik bunun hesabını vermemiş de olabilir. Fakat pek de uzun olmayan bir vadede çok büyük bir savaşı kaybetmiş durumda.

Netanyahu’nun belki anlayıp hazmetmesi zor ama İsrail’e karşı en iyi konuşmalar artık Arapça, Türkçe, Urduca değil; İngilizce, Fransızca, İspanyolca. 

Birleşmiş Milletler kürsüsüne çıkıp İsrail’i en sert kınayan liderler artık sadece Müslüman veya Arap siyasetçiler değil. Filistin için askeri gemilerini harekete geçirenler, emirlerini Madrid’den veriyor, Filistin uğruna terör mahkemelerinde yargılanmayı göze alanlar İrlandalı yazarlar, İngiliz savaş gazileri. 

Bu nedenle bomboş bir salona konuşan Netanyahu’nun kendisine bir dinleyici bulmak için Gazze’deki tankların üzerine yerleştirdiği hoparlörlere, Gazzelilerin hackleyerek zorla konuşmasını izlettiği telefonlarına ihtiyacı varken; yok edilmeye çalışılan Filistinlilerin sesi her türlü engelin, zindanın, duvarın arasından sızarak öğlen kuşağı bir İtalyan yemek programından bile dünyaya yayılabiliyor. 

Masumlara ateş etmeye hazır silahlar, kadınları çocukları diri diri yakan bombaları eline almayınca tek bir sözünün bile karşılığı olmayan, her türlü meşruiyeti, ahlaki zemini kaybeden Netanyahu’nun tuhaf ve kontrolsüz Birleşmiş Milletler konuşması karşısında, Antonella Clerici’nin bir dakikalık Gazze soslu penne all’arrabbiata tarifi çok daha etkili, çok daha güçlü. 

Netanyahu’nun ağızda bıraktığı tat çok acı olsa da geçici, Clerici’nin tarifleri ise nesilden nesile aktarılacak büyük bir insanlık kavgası kadar lezzetli ve en önemlisi kalıcı. 

Fildişinden notlar:

  • Ne izledim? Bana benzetildiği için değil, ama çok sevdiğim bir oyuncu olduğu için izlemeye başladığım Seth Rogan’ın The Studio dizisi. Çok keyifli bir Hollywood eleştirisi. Seth Rogan hem yazar hem oyuncu olarak diziyi baştan sona kurgulamış. Yeteneğini ortaya çıkarmış. 
- Advertisment -