Sekizinci masa rezervasyon. Onikiyi on geçe acaba gelmeyecekler mi derken üçü kadın ikisi erkek geldiler. İki kız kardeş, anneleri ve beyler. Kırkların sonundaki kız kardeşler masanın güneş almayan tarafına geçip oturdular. Adamlar da tam karşılarına. En arkadan ve çok yavaş yürüyen Servet Teyze nihayet masaya ulaştığında yanımda beklemeye başladı. Yan masadan kolçaklı bir sandalye çekip getirdim. Masanın başına, denizi görebileceği en güzel yere oturttum. Servet Teyze kolunun altında taşıdığı rengi solmuş, şimdilerde gençlerin vintage diye bayıldıkları portföyünü masaya bıraktı. Elimi sırtına koyup kulağına doğru eğildim.
Servet Teyzem, hoş geldin, ne zamandır yoktun sevindik seni görünce, dedim. Elim hala sırtındaydı. Terlemiş. Minik çiçekli gömleğinin ensesinden sırtına koyduğu ter bezinin ucu gözüküyordu. Kızlarına baktım. Şimdiden sohbete başlamış, neşeyle cıvıldaşıyorlardı. Servet Teyze’nin koltuk altlarında da bu ter bezlerinden olduğunu biliyordum ben. Eğer onları çıkartmazsa huzursuz olacağını, eve gidince hastalandım diye yatak döşek yatacağını da biliyordum.
Sen şöyle azıcık öne doğru eğil, diye fısıldadım kulağına.
Mavi gözleri bana tanımaz baktı. Söz dinledi ve eğildi. Beyaz tülbenti toplaya toplaya çektim. Bir yandan da başkaları görüyor mu diye bakınıyordum. Herkes kahvaltısında. Son bir hamleyle çıkartıp aldım, omuzuma attım. Sırtı boşalan yaşlı kadının gömleğini hafifçe havalandırdım. O sıra masadakilerin bakışları bana yönelmişti.
Kahvaltı menüsünü alalım, dedi büyük kızı, Nihal olan.
Omuzumda beyaz örtüyle kasaya doğru yürüdüm. Doğan mutfağın kapısında durmuş bana bakıyordu. Tülbenti bir torbaya koyup elimi yıkamaya gittim. Lavaboda yüzüme baktım. Maskeyi kendim dikmiştim. Kumaşın üzerini dantelle kaplamıştım, öylesine sadece hoşluk olsun diye.
Artık herkesin gözlerine bakabiliyoruz, demişti Doğan ben maskeleri dikerken. Onunkilerin hepsi siyah kumaştan. Kolay oluyormuş. Bir çeşit tişört muamelesi yapıyor maskelere.
Menüleri alıp masaya götürdüm. Daha havadayken herkes kendi menüsünü aldı. Acıkmışlar. Uzun sürmeyecek demek siparişleri. Tam Servet teyzeye siparişini soracakken yan masadaki genç çift gülümseyerek bana seslendiler,
Bakar mısınız…!
Yumurtalı ekmek ve sucuk ilavesi istediler. Hemen, dedim. Mutfağa siparişleri verip, boşalan çay bardaklarını doldurdum.
Blueberry reçelini çok beğenmişler, yumurtalı ekmekle çok iyi gidiyor, dedi göbeği hafifçe tombalaklaşmış adam.
Gülümsedim, beğendiğinize sevindim, dedim.
Servet Teyzelerin masasına geçtim. Kızlar nihayet bana bakarak, biz tamamız siparişlerimizi verelim, dediler.
İki kahvaltı, bir otlu peynirli omlet, bir sucuk, ayrıca pırasalı börek ve duble yumurtalı ekmek istediler. Çaylar önden gelsin dedi saçları kulaklarına doğru uzamış havalı adam.
Başka bir arzunuz var mı, diye sordum.
Adamlara bakıyordum. Tekneci tipi vardı bunlarda. Bronz ten, gözlüğe takılmış örme ip, su geçirmeyen saat, hafif buruşuk keten gömlek, gerçi bunlar olmasa da adamların denizci olduğunu anlardım ben. Hatta bunların teknesi fiber, yaklaşık on iki metre yelkenli derdim. İki bilemedin üç kamaralı, çift dümenli…
Siparişler gelsin, devamına bakarız, dedi belirgin bir şekilde beni savmak için.
Menüleri toplayıp aldım. Ben uzaklaşırken masadaki dezenfektanla ellerini temizliyorlardı.
Doğan yan masaya hazırladığı yumurtalı ekmeği ve sucuğu tezgahın üstüne bıraktı.
Soğutmadan götür, dedi. Ona dil çıkardım, maskemin altından görünmüyordu ama olsun. Yumurtalı ekmeğin yanına bir reçel daha koydum. Masaya bıraktığımda tombalak adamın gözleri parladı reçeli görünce,
Bu reçellerin satışı var mı, diye sordu.
Mesaj alındı, dedim.
Bu çift iki haftadır her gün bize gelmişti. Sabah ve neredeyse her akşam da bizdelerdi. Akşam sahilde, denize sıfır masada oturmaya bayılıyorlardı. İkisi de avukat, ikisi de pek şeker.
Kıymet abla, dedi kız, o cevizli mantarlı ıspanaklı pilavınızdan kilolarca eve götürmek istiyorum.
Doğan kasanın arkasından gülerek bakıyordu. Doğan herkesi sevmez, masasına oturmaz. Bu çifti sevmiş, özel hazırladığı yemeklerle ihya etmişti onları. Yirmi yıldır beraberiz hiç değişmedi bu huyu. Doğanın gülünce kısılan gözlerine baktım. Çizgi göz seni, belli etmez ama her şeyi görür, her şeyi duyar. İşine gelirse tabi.
Doğan çana vurunca ona doğru yöneldim. Servet teyzelerin siparişlerinden çıkanları teker teker taşımaya başladım. Masa bir anda doldu. Kızarmış ekmek istediler, tabi dedim.
Servet teyzeye baktım damarları iyice şişmiş ellerini masada birleştirmiş oturuyordu. Nihal’le kız kardeşi Sema koyu sohbete dalmış cıvıldayarak konuşuyorlar annelerini unutmuş görünüyorlardı. Bunlar hep böyleydi işte. Unutkanlar sülalesi.
Servet teyzeye cam kupada çok açık limonlu bir çay götürdüm. Kızarmış ekmeklerden ayrı ona tarçınlı ekmek koydum. Doğan çoktan çırpılmış yumurtasını hazırlamıştı, onu da önüne bıraktım. Çatalını bıçağını kağıdından çıkardım tabağın yanına koydum. Yapabilirdi ama ben onun için yapmayı seçtim.
Kıymet, dedi tuz da var mı?
Sema duymuştu,
Tuz yok anne, dedi. Tuz yok.
Kapıdan giren orta yaşlı çiftin yanına doğru masaları beklemeleri gerektiğini söylemek için yürüdüm. İsterlerse fiskos masasında bekleyebilirlerdi. Zaten hepi topu beş masaydık. Bir de fiskos masası altı. Bir çeşit durak gibiydi bu masa. Bekleyenler ya da çay kahve içmeye gelenler için. Oturdular ve hemen filtre kahve istediler. Bunları ilk kez görüyordum. Oturunca maskelerini çıkardılar. Maske yokken yüzler aklımda kalıyor, maskesini çıkarmayanları tanımak zor oluyor. Kadın çantasından çıkardığı dezenfektanla ellerini bir güzel temizledi. Adama da fısfısladı. Her gidenin peşinden masayı temizlediğim halde yine de içleri rahat etsin diye yüzey dezenfektanı ile masayı bir kez daha sildim. Ferahlamış göründüler. Ellilerindeki kadın beyaz saçlarının önüne bir tutam mor yaptırmış. Yakışmış hakikaten. Belki bir gün ben de yaparım böyle bir şey. Adam nasıl zayıf, kopacak sanki. Oturanlara baktılar, yediklerine içtiklerine. Ben bir yandan kalkmak üzere olan masayı işaret ediyorum.
Misafirlerimizin kahvaltısı bitti kahvelerini içiyorlar. Sanırım az sonra kalkarlar. Ne de olsa bugün hava çok güzel denizi kaçırmazlar, diyorum.
Bizimki gibi az masalı yerlerde çok oturan makbul değil ne de olsa. Gün içinde olur tabi ama sabahları ne kadar sirküle o kadar iyi.
Kahvelerini getirip bıraktım gri saçlı kadının masasına. Sonra biraz hava almak için kapının önüne çıktım. Maskeyi çeneme doğru indirdim. Yüzüm gözüm ter içinde. Pırıl pırıl parlayan denize baktım. Kumluk şimdiden dolmaya başlamış. Köpeğiyle denize girenler en erkencilerdi onlar gittiler. Şimdi çocuklular var.
Nihal’lerin masadaki adam teknesini anlatıyor. Sığacık’tan gelirken nasıl hava yemişler. Körmen’i dönünce nasıl rahatlamışlar. Sırf Nihal’leri görmek için buraya girmişler. Buradan Selimiye’ye devam edeceklermiş. Söğüt möğüt filan sonra da Göceğe geçeceklermiş.
Saçları uzun olan siz de gelsenize dedi birden. Şöyle bir hafta kalırız, takılırız. Hep aynı denize girmekten sıkılmadınız mı, hep evdesiniz size de iyi gelir, dedi.
Öbürü kel olan da onaylıyor bunu durmadan. Önceden konuşmuşlar belli. Çağıralım demişler. Birden ortaya çıkan bir fikir değil. Sema’ ya bakıyorum ben. Nihal yallah gider hemen. Uydum akıllı. Ama Sema daha düşünceli. Annesine bakıyor belli belirsiz. Servet teyze konuşulanları anlamıyor gibi gözlerini sık sık kırpıştırarak denize doğru bakıyor. Parmaklarının arasında hamur yaptığı ekmeği yoğuruyor. Sanki bir şey söyleyecekmiş de hazırlanıyormuş gibiydi. Bir türlü söyleyemediği o şeyi yıllardır bekliyorduk hepimiz.
Nihal dönüp Sema’ya bakıyor, gidelim işte, ne güzel azıcık uzaklaşırız şurdan, diyor gözleriyle. Ben bile görüyorum. Sema dalgın. Elindeki peçeteyi iyice kıvırıp bir çeşit halata dönüştürmüş. O halatı nereye bağlayacak karar veremiyor. İstiyor ama ürkek. Gider bu kesin. Bakıcıyı ayarlamak kolay. Pandemide ikinci bakıcıyı aldılar eve. Bizim Kader’in ablası. Temizlikle yemek onda. Evi ayarlamak zor değil, vicdan ayarlarını yapmak zor. Nihal ısrarlı, dört bilemedin beş gün kaçalım diyor hafif bir sesle. Tereddütsüz. Nihal Semayı, Sema halatını inceliyor.
Üçü nasıl birbirlerine benziyorlar. Aynı mavi gözler, aynı sarıya çalan saçlar, aynı endam. Babaları da yakışıklı adamdı doğrusu ama Servet teyze çok güzeldi gençliğinde. Zamanın Hollywood güzellerine benzerdi. Hep az konuşan bir kadındı zaten. Ağır, içe kapalı.
Bir kere de bir şeyini anlatsın, demişti annem anca dinler.
Koskoca Hakim Vedat Bey’in karısı. Küçük yerlerin yarı sahibi sayılırdı hakimler. Sonra emniyet genel müdürü, sonra jandarma, kaymakam sonra yerel zenginler. Bizdik o işte. Yerel zengin. Şimdi de yerel işletme. Sema’yla Nihal’le beraber okumuştuk. Sonra ben Ankara’ya OTDÜ’ye gittim onlar İstanbul’a hukuk okumaya. İkizler bunlar. Ayrılmazlar. Bir süre avukatlık yaptılar. Sonra nasıl olduysa biri akademisyen oldu yolları ayırdılar. Öbürü çabuk evlendi. İşi mişi bıraktı. Zaten sonra da boşandı. Epey hareketli bir hayatı oldu İstanbul’da. Şimdi burada üçü bir arada.
Çaktırmadan Nihal’le Sema’ya bakıyorum. Güzel mavi gözlerinin altında torbalanmalar, yanaklar az aşağı doğru inmiş, eller bakımlı dayanıklı ojeler sürülmüş, yılda iki İstanbul’a giderler botoks filan yaptırmaya. Pandemi yüzünden gidemediler bu sene o yüzden kaşlar düşmüş, göz kenarı kırışıklıkları artmış ama cilvede bir azalma yok.
Saçları ensesini kapatan adamın sesi güzel, kadınlarla nasıl konuşacağını bilen tiplerden. Öbürü kel olan daha sessiz. Sema onun kısmeti. Olur mu diye yokluyor arada.
Sarışınlığınız suyun öbür tarafından sanırım, diyor. Buralılar epeyce esmer bir de tuhaf bir şekilde kısalar. Meksikalı diyeceğim neredeyse.
Gülüyorlar.
Biz de Giritliyiz, diyor kel.
Sema kırıtıyor. Girit’ten koca alan rahat edermiş, öyle derler bizim buralarda, diyor.
Kısa bir sessizlik oluyor masada. Koca isteyen kadın pozisyonuna düştüklerini fark ediyorlar. Gülmemek için dudaklarımı ısırıyorum.
Servet teyze kıpırdanıyor. Gözlerini kırpıştırıyor. Masanın kalan ahalisi görmüyor, ben görüyorum. Gidip masanın etrafında dolanıyorum.
Bir şey lazım mı, her şey yolunda mı, diye soruyorum tatlı tatlı. Bir yandan boşları topluyorum. Servet teyze boşlukta oturuyor. Kaybolmuş. Elini tutuyorum.
Çay vereyim mi bir tane daha, diyorum.
Adamlar kahve yanına browni istiyorlar.
Çok methini duyduk, diyor kel olan. Mutlaka tadın dediler bize tekneci arkadaşlar, diyor.
Ohh nihayet söyledi teknesi olduğunu, tekne bunun anlaşıldı. Diğeri muhabbet için yanında. Yancı.
Koca meselesi kaynadı diye rahatlamış sarışınlara bakıyorum, Türk kahvesi istiyorlar.
Tabi, hemen, diyorum.
Fiskosta oturanlar boşalan masaya geçiyorlar. Masa yeniden temizleniyor. Servisleri hazırlıyorum, siparişleri alıyorum. Genç çift hesap istiyor. Bu akşam da geleceklermiş, rezervasyonu yapıyorum.
Bir müddet koşturmaktan uğramıyorum Nihal’lerin masaya, kel olan sesleniyor bana,
Nerede kaldı bizim kahveler, diyor.
Hemen geliyor, diyorum.
Nerden geliyor, diyor sinirli sinirli.
Doğan’a bakıyorum. Nerden geldiğini söylememe ramak kala Doğan elinde tepsiyle mutfaktan çıkıp geliyor. Frenç presi ve tatlıyı masaya bırakıyor.
Nasılsın Sema, diyor sarışın kadına, hoş geldiniz diyor adamlara. Nihal’le Sema Doğan’ın gelmesine aman bir seviniyorlar ki ben sinir oluyorum. Adamlara dönüp,
Doğan ODTÜ’lüdür aslında, uzun yıllar kurumsalda çalıştı beş yıl önce buraya yerleşti, diyorlar. Buraya taptaze bir kan getirdi, onun sayesinde yeni yeni kafeler açıldı, cesaret verdi insanlara, diyorlar.
Doğan ciddi bir ifadeyle onları dinliyor. Gülmüyor. Onun bu hali daha çok iltifat almasına sebep oluyor. Nihal zaten hayran.
Adamlar başka türlü bakıyor şimdi mekâna. Hayranlar çoğaldı.
Her İstanbullunun hayali kardeşim, diyor uzun saçlı olan. Biz ararken siz bulmuşsunuz.
Doğan sadece Servet teyzeye bakıyor. Uzanıp elini öpüyor. Servet teyze sizin kahvenin yanına likör de koydum, diyor. Servet teyze denize doğru uzaklara bakıyor.
Üşüdüm, diyor.