Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIRojava ile çözüm süreci arasında optimal bir nokta bulunabilir mi?

Rojava ile çözüm süreci arasında optimal bir nokta bulunabilir mi?

Fransa’nın ve ABD’nin garantörlüğü, Türkiye’nin çözüm süreci heyecanı, Şam’ın ülkenin yarısını geri kazanma, istikrarı sağlama ve Kürtlerle barışın Şara’ya dünyada sağlayacağı meşruiyet; Kürtlerin masadaki kozları ama önce Rojava’yı ve YPG’yi bu haliyle koruma inadından vazgeçilmesi gerekir. Kürtlerin “Rojava davası”nı bir “Kıbrıs davası”na çevirmeden rasyonel olarak ellerindeki imkanlar ve alternatifler üzerinde yeniden düşünmesi gerek. Çünkü artık 2014-2024 arasında değiliz.

Türkiye’de ve Irak’ta plana göre ilerleyen Çözüm Süreci, Suriye’de yine bir krizle karşı karşıya.

Ama bu kriz çözüm süreciyle 10 yıllık ezberleri bozulan Türkiye’deki bazı televizyonların en iyi bildikleri savaş pozisyonuna geçmesini gerektirecek kadar çözülmez değil.

Çünkü krize neden olan Türkiye’de olanlar ya da verilen kararlar değil, sorun Suriye’de.

İsrail’in Suriye’yi istikrarsızlaştıran adımları ve tabii yeni bir devletin kuruluş sürecinde yaşanan çalkantılar, gerilimler Suriye’yi sarsıyor, SDG’nin aklını karıştırıyor ve doğal olarak çözüm sürecini de etkiliyor.

Tıkanmaya Türkiye’den en üst düzeyde iki tepki geldi.

Fidan ve Bahçeli’den.

İki tepkide de dil pedagojikti.

Türkiye medyasında hala “terör örgütü PKK-PYD-YPG” denen SDG’ye hem Bahçeli hem de Fidan “SDG” dediler ve çağrı yaptılar.

Bahçeli, daha sertti:

“Suriye’de SDG kisvesine bürünen YPG/PYD’nin 10 Mart 2025 mutabakatına hala riayet etmemesi, hem Şam yönetiminin hem de ülkemizin güvenliğini tehdit eden temas ve faaliyetlerini ara vermeden sürdürmesi tarihi bir yanlıştır.

Ve bu yanlıştan derhal dönülmeli, Paris’te yapılan görüşmelerde gündeme geldiği üzere 10 Mart mutabakatına harfiyen uyulmalıdır.

Terörsüz Türkiye’nin menziline adım adım yaklaşılırken YPG/PYD’nin süreci ağırdan alması, gelişmeleri sakatlama arayışı kabul edilemez bir çirkefliktir.

PKK’nın kurucu önderliği tarafından 27 Şubat’ta yapılan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” örgütün tüm bileşen ve yapıları için bağlayıcı ve geçerlidir.

Milliyetçi Hareket Partisi için dikkate alınması gereken asıl çağrı bahse konu İmralı çağrısıdır. Hiç kimse suyu yokuşa akıtacağı zehabına kapılmamalıdır.”

Hakan Fidan, ABD Büyükelçisi’nin Suriye politikasını överken, SDG’yi uyardı:

“ABD’nin bölgede yapıcı bir rol oynadığını gördük. Sayın Trump’ın bölgeye gönderdiği ve ABD’nin Suriye Temsilcisi olarak atanan Tom Barrack, belli bir tarafsızlığı yansıtma gayretinde olan yeni bir yaklaşımın temsilcisi. Yıllardır beklediğimiz özgün bir vizyon. Biz bunu takdir ediyoruz. SDG’nin vakit kaybetmeden, gönüllük içerisinde merkezi hükümetle bir anlaşmaya varması, bu anlaşmanın harekete geçmesi için sahici ve aması olmayan adımlar atması, güvenlik için Türkiye’nin şahit tutulması önemli. Belli şeyleri bahane ederek bu ülkede silahlı yapıların varlığını devam etmesi kabul edilebilir değil. YPG’nin silah bırakmasını bekliyoruz. Tom Barrack’ın SDG’ye yönelik açıklaması yerinde bir çağrıdır. Biz Irak’taki PKK senaryosunu, Suriye’deki PKK senaryosunu tekrar tekrar yaşayıp ülkemizin, halkımızın gelecekteki 40 yılını önceki 40 yılı gibi yaşatmaya hakkımız yok.”

Bu iki açıklamanın zamanlaması da önemli.

İki mesaj da Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı, ABD Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani arasındaki görüşmeden sonra geldi.

Anlaşılan bu zirveden bir sonuç çıkması beklendi.

Ama bu zirvede olması beklenen dördüncü isim son anda Paris’e gitmekten vazgeçti: SDG Komutanı Mazlum Kobani.

Zirveden Şam-SDG diyaloğuna destek ve 10 Mart mutabakatı üzerine yüzyüze görüşmelerin Paris’te yapılması kararı çıktı.

Zirveden sonra Macron, telefonla Şara’yı arayıp Suriye yönetimi- SDG görüşmelerinin ve Suriye’nin toprak bütünlüğünün önemini belirten bir mesaj yayınladı.

Sonra da Erdoğan’la görüştü ve Türkçe tweet attı.

Türkiye’de bazı çevrelerin ezbere iddialarının aksine Ankara da bu zirveye destek veriyordu.

Bunu Devlet Bahçeli’nin Paris’e pozitif atıf yapan açıklamasından anlamak mümkün.

Ama Mazlum Kobani zirveye katılmayınca kriz patlak vermiş oldu.

Türkiye, her gün hakkında “ABD elçisidir, kesin bizim aleyhimize planları vardır” önyargılarıyla komplo teorileri üretilen, Türkiye lehine söyledikleri bile çarpıtılan, ABD’de İsrail lobisinin görevden almaya çalıştığı Tom Barrack’ın SDG-Şam diyalog perspektifini destekliyor.

Bunu Hakan Fidan’ın övgü cümlelerinden anlamak mümkün.

Peki, Kobani neden Paris’e gitmedi ve SDG ne istiyor?

Kamışlı’da Rudaw’a konuşan Rojava’nın dış ilişkiler sorumlusu İlham Ahmed bu pozisyonu iyi anlatmış.

Ahmed’in söyleşi sırasında arkasında SDG bayrağı ve yeni Suriye bayrağı vardı.

10 Mart’taki Şara-Kobani mutabakatından beri bütün Rojava bölgesinde resmi olarak iki bayrak kullanılıyor.

Yani Rojava bölgesi Şam’a isyan halinde değil, diyalog sürüyor.

Peki görüş ayrılıkları ne?

Ahmed’in röportajından önemli yerleri okuyalım:

“10 Mart anlaşmasında “entegrasyon” deniliyor. Yani SDG’nin de ordunun bir parçası olması gerekiyor. Böyle bir karar, bir anlaşma var.

Kendi adıyla mı kalacak?

Bu tartışmaya açık, müzakere konusu. Müzakereler başladığında, hangi yöntem modeli üzerinde anlaştıysak o esas alınacak. Öyle gelip “silahları teslim et” ya da “yanındaki bütün savaşçıları getir teslim et, hoşça kal, bitti gitti” demekle olmaz. Mesele böyle değil. Bahsettiğimiz entegrasyon, Şam yönetiminin buradaki halkın iradesini tanıması gerektiğidir. Güvenlik açısından, bu halk kendini nasıl koruyacak? Ya da Şam ile sorumluluğu ortaklaşa üstleneceğimiz bir yönteme nasıl ulaşacağız? Şam, buradaki bütün halkı Suriyeli olarak görmeli.

Toplantıda ortaya çıkan şu oldu; anladığımız kadarıyla, buradaki halk kurumlar içinde yer aldığında diyelim ki bugün kurumlar Özerk Yönetim’e bağlı, yarın belki başka bir isim konulur, ama kurumlar bu topluma, bu millete hizmet ediyorlar. Bu halk bu kurumlar içinde yer aldığında, Şam’daki geçici yönetim tarafından devletin üyeleri veya devlet kurumlarının personeli olarak kabul edilmiyorlar. Diyorlar ki: “Bunlar bugün bu kurumlarda, biz gelip devralacağız, biz yöneteceğiz, artık bitti, sizin bir işiniz yok.”

Peki nasıl bir özerklik ya da adem-i merkeziyet istiyor SDG?

“Adem-i merkeziyetçilik dediğimizde herşeyin merkezi olmadığını söylemiyoruz. Bazı şeyler merkezidir. Ülkelerin sınırları, mesela kapılar, havalimanları, yani havaalanları, nüfus daireleri, bunların hepsinin federal ülkelerde bile merkeze bağlı olduğunu biliyoruz. Biz de “illa her şey adem-i merkeziyetçi olmalı” demiyoruz. Hayır. Ama hizmet, kültür, dil-eğitim gibi alanlar adem-i merkeziyetçi olmalı. Mesela, bugün burada Kürtler çoğunlukta, Kürtçe burada esas olabilir. Ama başka bir şehirde, başka bir yerde Kürtçe olması şart değil.”

YPG’nin silahları ne olacak?

“Biz teslim etmiyoruz demedik. “Teslim etme” meselesi sorunlu. Biz “katılımı” esas almalıyız; iradeli katılım. DSG orduya katılacak. Hangi orduya? Şimdi Şam’da ne var mesela? Birlikte inşa edeceksek tamam, birlikte inşa edelim. İç güvenlik sistemini oluşturacağız. Gönlümüz Kamışlo için nasıl çarpıyorsa, aynı şekilde Hama, Humus ve Lazkiye için de öyle çarpmalı. Onların güvenliğini de kendi güvenliğimiz gibi, ya da buranın güvenliği gibi görmeliyiz. Bunun için de iç güvenlik sistemine irademizle katılacağız, birlikte inşa edeceğiz. Bölge meclislerini birlikte kuracağız. Yani, bu şeyler zor değil. Sadece “sadece ben varım, ben devletim, ben her şeyim” zihniyetinin değişmesi gerekiyor.”

Fakat YPG’nin şimdi hemen silah bırakmasını kabul etmiyor Ahmed:

“Silah bırakmak bizim için gündemde değil, kesinlikle gündemde değil. Suriye’nin durumu o kadar vahşice yönetiliyor ki, herkesin gözü önünde, dünyanın gözü önünde insanlar katlediliyor, katliamlar, soykırımlar yapılıyor. Bu durumda SDG’den silah bırakmasını istemek “git öl” demek gibidir. Bu yüzden çok tehlikeli. Ama Suriye’nin genel çözümü çerçevesinde, yani hem Kürtlerin hem Özerk Yönetimin, DSG’nin yeri ve nasıl bir role sahip olacağı, hem Suriye’nin inşasında nasıl bir rol üstleneceği, hem de yerinin nerede olacağı, tüm bu konular müzakereler sonucunda belli olur.”

Ahmed, Türkiye ile doğrudan görüşmeler yaptıklarını söylüyor hatta Öcalan’la görüşüp görüşmediği sorusuna tam bir cevap vermiyor:

“Hassas bir soru sormak istiyorum. Son dönemde bir konuşmanızda “Türkiye ile doğrudan ilişkilerimiz var” demiştiniz. Türkiye’ye gittiniz mi, İlham Hanım?

Alışveriş var, açık bir kanal var. Direk görüşmeler… Yani buna ihtiyaç da var, biz bunu önemli de görüyoruz. Özellikle aramızda savaş ve kıyamet koparılırken, çok şiddetli saldırılar varken şimdi en azından doğrudan silah yerine sözlü bir görüşme var. Mesele nedir, bu nasıl çözülür, birbirimizi nasıl anlarız? Bu var.

Ama sorumun cevabını almak istiyorum. Türkiye’ye gittiniz mi? Elimdeki bilgilere göre, Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkan Yardımcısıyla görüşmüşsünüz. Böyle bir görüşme oldu mu?

Yani çok da ayrıntıya girmeyelim. Bir alışveriş var. Biz bunu olumlu görüyoruz. Bu konuda mevcut engelleri nasıl ortadan kaldırabiliriz, bunun üzerine görüşmelere devam etmek istiyoruz.

Türkiye ile bu görüşmeler devam ediyor mu? Siz memnun musunuz?

Biz daha iyi olmasını ve bu ilişkilerin daha da gelişmesini istiyoruz. Birbirimizle tehdit diliyle konuşmak yerine, bir yerde oturup birbirimizi anlamak istiyoruz

Yine de cevabımı yüzde yüz alamadım. sayın Öcalan ile doğrudan görüşmeleriniz oldu mu? Yani kendisi ile telefonda görüştünüz mü? Ya da başka bir sorumlu konuştu. Siz konuştunuz desem…

Olmuş da olabilir, olmamış da olabilir.”

Yani ortada sorunlar var ama bitmiş ve kopmuş bir ilişki yok.

Haklı kaygılar da var, maksimalist talepler de var.

Peki bu talepler ve karşılıklı beklentiler optimal bir noktada biraraya gelebilir mi?

Bu soruya cevap vermeden önce Rojava meselesinin Kürtler için anlamı üzerine biraz daha yakından bakmak gerek.

Resmi adı “Kuzey ve Doğu Suriye Demokratik Özerk Yönetim Bölgesi” olan yönetime Rojava deniyor.

Rojava; Kürtçe Batı demek. Rojhilat; Doğu, Başur; Güney, Bakur; Kuzey.

Bu dört yön Kürtler için dört ülke arasında bölünmüş Kürdistan’ın adları. Rojava Suriye, Rojhilat İran, Başır Irak ve Bakur Türkiye’deki parçanın adı.

Yani Rojava en baştan Kürdistan hayalinin bir parçası.

Kürt milliyetçiliğinin son yıllardaki kurucu travması, kırmızı çizgisi, ulusal miti Kobani.

2014’de Kobani’ye IŞİD saldırıları sonrası Kürtler arasında Suriye Kürtleri hem mağdur hem de IŞİD’i yenerek tüm dünyada ünlenen kahramanlar.

Her siyasi fikirden Kürt’ü birleştiren, Kürt milliyetçiliğini yükselten bir çeşit Kürtlerin Kıbrıs davası artık Kobani ve Rojava.

Rojava’nın özerkliği 100 yıl sonra elde edilmiş ve bir daha kolay kolay elde edilemeyecek, kaybedilmemesi gereken bir kazanım olarak görülüyor.

Kürdistan hayali içinde olanlar için bu o yolda atılmış bir adım. Barzani’ye yakın olanlar Irak’taki federasyonu örnek gösteriyor ve aynısının burada olmasını istiyor.

Ama herkes bu kazanımın korunması konusunda hemfikir.

AK Partilili Kürtlerle DEM’li Kürtler arasında söz konusu Rojava olduğunda farklar azalıyor.

Şam’da iktidarın, 13 yıllık iç savaş sırasında Suriyeli Kürtlerle çok fazla karşı karşıya gelmemiş olsa da, savaştıkları IŞİD’le benzer orijinlerden ortaya çıkmış HTŞ’de olması nedeniyle Şam yönetimine karşı mesafeliler, güvensizler (ki bu kadar kibar değiller, HTŞ ve Şara’ya “terörist”, “İŞİDçi”, “çete” diyorlar) Şam’da henüz bir iktidarın kurulmamasını özerkliklerini korumaya meşru gerekçe yapıyorlar.

Suriyeli Kürtlerin ve diğer Kürtlerin endişelerinin haklı tarafları var.

Ama bu bir kısırdöngü.

Suriye’de geçici bir yönetim var, tam bir ordu kurulamadı. Ama ülkenin yarısında SDG gibi bir ordu hakim oldukça o istikrar hiçbir zaman sağlanamayacak ve Suriye’nin bir ordusu da olmayacak.

Yani Şam-SDG anlaşması olmadan Suriye’de istikrar mümkün değil.

Bunlar eldeki veriler.

Şimdi artık mevcut durumu ve imkanları değerlendirebiliriz.

Bir kısmı analiz, bazıları spekülasyon olacak;

Öncelikle Kürtlerin “Rojava davası”nı bir “Kıbrıs davası”na çevirmeden rasyonel olarak ellerindeki imkanlar ve alternatifler üzerinde yeniden düşünmesi gerek.

Çünkü artık 2014-2024 arasında değiliz.

Rojava’nın sırtını dayadığı Esad rejimi, İran artık Suriye’de değil. Şam’da Türkiye’ye çok yakın bir iktidar var.

Ve daha önemlisi ABD, artık Suriyeli Kürtlerin Türkiye ve Şam’a karşı koruyucusu olmak istemiyor.

Kürtlerin epey tepkisini çeken ABD’nin Suriye özel temsilcisi Barrack, doğrudan “bakıcılık” kavramını kullanarak bunu anlattı.

Avrupa’da hala Suriyeli Kürtlerin haklarının korunması konusunda hassasiyet var ama bu konuda en hassas olan ülkelerden Fransa bile Şam ve SDG’nin mutabakatı konusunda ABD ve Türkiye ile aynı sayfada artık.

Çünkü Şam’da istikrarlı ve güçlü bir Şara iktidarı; ABD’nin, Avrupa’nın, bütün bölge ülkelerinin, Körfez ülkelerinin, Türkiye’nin desteğini almış tek realist çözüm.

Şara iktidarının alternatifi Suriye’de yok, alternatifi kaos, yeni bir iç savaş ve Batı’ya doğru göç dalgası demek.

Suriye halkı da çekincelerine ve endişelerine rağmen bu tek istikrar alternatifine tutunmaya devam ediyor.

SDG’nin bu tek alternatifle kavga etmek ve Suriye’de istikrarı bozmak lüksü kalmadı.

Bu ancak Şam ve Türkiye’ye karşı bir savaşa girmek ve kazanmakla mümkün.

Bu da imkansız ve herkesin kaybedeceği bir seçenek.

O yüzden Kürtlerin, Rojava’yı bu haliyle koruması mümkün değil.

ABD’nin IŞİD’e Karşı Uluslararası Koalisyon Özel Temsilciliğini yapan William Roebuck, Rudaw’a şöyle dedi:

“Bence Kuzey ve Doğu Suriye’deki siyasi liderliğin bazı tavizler vermesi gerekiyor. Aslında, birkaç yıl önceki tutumları sürdürmenin gerçekçi olduğunu sanmıyorum. Bu yeni kararlar zor olacak. Eğer Demokratik Suriye Güçleri entegrasyon sürecinde başarılı olmak istiyorsa, bence Kuzey ve Doğu Suriye’deki siyasi partilerin bazı tutumları, özellikle de mutlak ademi merkeziyetçilik konusundaki ısrarları, bir uzlaşma ihtiyacı karşısında savunulması zor olacaktır.”

Yani özetle; Rojava bir Kürt milliyetçiliği hayali olarak bugün Suriyeli Kürtlere yardımcı olmuyor.

Ama bu demek değil ki Suriyeli Kürtlerin elinde hiçbir güç yok, alternatifsizler ve teslim olmalılar.

Şam’ın Suriyeli Kürtlerin desteğine, onların Şam’a olduğundan daha fazla ihtiyacı var.

Kadın savaşçıları Vogue dergi kapaklarına kadar çıkmış, IŞİD’i bitirmiş Suriyeli Kürtlerin desteği Şara yönetiminin dünyadaki meşruiyetine ve itibarına büyük katkı yapar.

Kürtlerin Şam’da yönetimine katılımı, diğer daha küçük grupların katılımına rol model olur ve onları teşvik eder.

Suriye’nin yarıya yakını SDG kontrolünde. SDG bölgesinin Şam hakimiyetine girmesi Suriye’yi meşru sınırlarına geri döndürür.

Bunlar Suriyeli Kürtlerin elinde önemli kozlar. Şam yönetimi bunlar için Suriyeli Kürtlere bir çeşit adem-i merkeziyet vermeye ikna edilebilir.

Ama bunu Kürtler, Şara yönetimine Türkiye’deki çözüm sürecinde milliyetçilerin PKK’ya ettiği hakaretler gibi “terörist”, “IŞİDçi”, “ Çete” diyerek yapamaz.

Türkiye de Suriye’nin Kuzey’inde artık 2024 öncesindeki gibi bakamaz.

Çözüm süreci perspektifi ile adem-i merkeziyete ikna olabilir.

Çünkü dünyadaki tek devlet şekli üniter devlet değil. Suriye, her zaman bölünmüş bir ülke oldu. Kürtler ve Araplar tarihte hiçbir zaman Kürtler ve Türkler gibi bir birlikte yaşam kurmadılar. O yüzden Suriye’deki Kürtlerin kültürel kimliğinin, dilinin korunacağı bir otonomiye sahip olması Türkiye’nin endişe etmemesi gereken bir durum.

Eğer gerçekten Erdoğan’ın bölgede Türk-Kürt-Arap ittifakı perspektifi varsa, Türkiye’nin komşusu Kürtlerin varlıklarını garantiye almasına destek vermesi, onların gücünü

kendisine rağmen bir güç gibi değil, müttefik bir güç gibi görmesi gerekir.

Irak’ta Türkiye’nin müttefikinin Bağdat değil, Erbil olduğunu akıldan çıkarmamak gerek.

Bu Irak Kürdistan yönetimi kadar otonom olmaz, alternatif ordu kabul edilmez ama Kürtlerin millet ve kültürel hakları anayasal güvenceye alınır, kendi polis teşkilatları olabilir vs.

Fransa’nın ve ABD’nin garantörlüğü, Türkiye’nin çözüm süreci heyecanı, Şam’ın ülkenin yarısını geri kazanma, istikrarı sağlama ve Kürtlerle barışın Şara’ya dünyada sağlayacağı meşruiyet; Kürtlerin masadaki kozları ama önce Rojava’yı ve YPG’yi bu haliyle koruma inadından vazgeçilmesi gerekir.

Suriye’de Şam ve SDG müzakeresinin alternatifi yok. O yüzden masaya oturmak dışındaki seçeneklerin hepsinde oturacak bir masa kalmayabilir.

Galiba anlaşmanın en büyük güvencesi de bu alternatifsizlik…

- Advertisment -