Geçen haftadan (21 Mart) devamla… Can sıkıntısının kendini bırakma, varlığını sıkıntıya armağan etme hâli, çoğu kez “içe kapanma” olarak tanımlanıyor. Ama bu türlerinden, vitrinlerinden birisi… Manik ya da hayata nanik hâlleriyle tersi de mümkün.
Sıkıntının bireysel, toplumsal arka planlarına bağlı olarak, dışavuruş biçimi de, içevuruş sertliği de değişiyor. Ayrıca insan içe döndüğünde, içine bakma, onu didikleme, anlama, giderek değiştirme fırsatını da bulabilir. Bu durumda sıkıntı, hayırlara vesile… “Gönlün dağlarda bunalırsa” içten içe bir “eşkıya” hâli de mümkün.
Bunalmanın, sıkıntının az ya da çok, görünür-görünmez depresyona yol açması, bol oyuncaklı bu çağın da sorunu. Afili akrabası melankolinin “Bir bakıp çıkacağım” durumu da görülebiliyor, “melankolya çiçeği”ne dönüşme hâlleri de… Anlatır ya Ece Ayhan; “Yelekli Tevfik ve arkadaşları, bir ada ararlar. Sıkılmışlardır Rumelihisar’ının uzun gecelerinden /(…) Yatak odaları sabah güneşi görecek, salon limanı alacak, çalışma masaları da dağ görünümlü. /Ve bir melankolya çiçeği, saksıda; suyu düzenli verilecek, yeri değiştirilmeyecek.”
Bunalımın, depresyonun bir türü olarak melankoli felsefede, sanatta, edebiyatta, sinemada ele alınışıyla farklı diyarları dolaşan zengin bir kavram. O seçkin yelpazede “deha”ya da komşu, “deliliğe” de… Hüznü, bunalımı, sanata, yaratıcı bir volkana da dönüştürebilir. Kederi, karamsarlığı, bazen barok kasveti, hayattan zevk, gelecekten umut beklemeyen aykırı memnuniyetsizliği, çare aramayan çaresizliği, keyifsiz silueti, endişesi, güvensizliğiyle, can sıkıntısının şapka çıkartacağı soylu bir akraba.
Sebepsiz bir keder alır…
Sabahattin Ali’nin unutulmaz şiiri, o dizeleri içe işleten bestesiyle melankoli, bunalmanın en edebi hâllerinden birisi: “Beni en güzel günümde /Sebepsiz bir keder alır. /Bütün ömrümün beynimde /Acı bir tortusu kalır. /Anlayamam kederimi, /Bir ateş yakar derimi, /İçim dar bulur yerimi, /Gönlüm dağlarda bunalır. /Ne kış, ne yazı isterim, /Ne bir dost yüzü isterim, /Hafif bir sızı isterim, /Ağrılar, sancılar gelir./Yanıma düşer kollarım, /Görünmez olur yollarım, /En sevgili emellerim /Önüme ölü serilir… /Ne bir dost, ne bir sevgili, /Dünyadan uzak bir deli… /Beni sarar melankoli…”
Sıradan can sıkıntısının da plastik, “yapma melankolya çiçeği” hâlleri var. Gözümün önünden elindeki dantel mendiline zarifçe “öhö”leyerek “İnce hastalık olmuşum” diyen Yeşilçam yıldızları geçiyor. Zira can sıkıntısının, bir nevi alışkanlık hazzı, kabullenme yığılması verdiği, “soylu” bir atâlete dönüştüğü fotojenik görünümleri de az değil.
“Atâlet”in Fizik’teki tanımı, sıkıntıyla eylemsizleşen bir cisim olarak insanın kulaklarını çınlatıyor, “Fizik”le “Psikiyatri”yi buluşturuyor: “Bir cismin, içinde bulunduğu sükûnet veya düz hareket hâlini başka bir kuvvet tesir etmedikçe devam ettirmesi, cisimlerin durgunluk veya hareketlerini kendiliklerinden değiştirememeleri durumu, eylemsizlik.”
7/24 Tekerrür TV
Can sıkıntısını dağıtmak, atâleti bir an için de olsa koltuğundan hoplatmak için yapılan şeyler ise ayrı âlem. Öyle bir şeydir ki meret, mutlaka dağıtılmalı, parçalanmalı, yılanın başı küçükken ezilmelidir. Sıkılmanın insanlık hâllerinden, duygu kalabalığından birisi olduğunu, hatta insanı, yaratıcılığını tetikleyebileceğini kabullenmek istemeyiz pek. Çünkü zordur o kısmı; sorgulamayı, vücudunun, ruhunun şeklini alan koltuğundan kalkmayı, zihnini koltuğun karşında 7/24 asılı duran Tekerrür TV’den uzaklaştırmayı gerektirir.
Sıkıntıyı kovalamak için birçok insanın “farklı” etkinliklerin, ani hobilerin peşine düşmesi de bazı örnekleriyle ayrı festival. Sıkıntı iyice basınca, ondan beter meşgaleler gerek! İnsanın hobileri, bunaldığı rutiniyle, işiyle, “trrrrum trak tiki tak” iş-hayat mesaisiyle ne kadar uzak olursa o kadar iyi elbette.
Ama aması var… Sıkıldığı için “farklı” bir şey yapmalı insan da, o kadar da “radikal” olmamalı, tepeden tırnağa dönüşüm gerektirmemeli… Oyalanacak bir şeyler arıyorsa, hazırdaki “Oyalanacak Bir Şeyler Rehberi”ne bakmalı mesela. Şunun şurasında rötuş yapacak, huyunu, zihnini oradan buraya taşıyacak. Yoksa değişir meğişir… Maazallah, gün gelir kendisiyle tanışır insan. Ondan sonra tut, tutabilirsen.
Geçici hevesten geçici deliliğe
Bu tutturulması zor dengede, “geçici heves” denilen, bazen cürmünü aşıp “geçici delilik” gibi de görünebilen uğraşılar gelebiliyor gündeme. Öyle hevesler insanın duruşunu, esvabını, renklerini, saçını-sakalını, aksesuarını bile değiştiriyor. Ama manken aynı manken olduğundan eğreti, emanet de durabiliyor… Ve bir süre sonra onun da döngüsü, aynılaşması sıkabiliyor insanı. Kendim kendim reformlar, zihin, tavır, tutum değişmedikçe sadece aksesuar.
“American Beauty” filminde “dışarı”daki hayatı ve onun yanında, “içerde” hal-i pür melal evliliğini, onu robotlaştıran işini, hayatının bunaltıcılığını fark edince canı iyice sıkılan Lester (Kevin Spacey) geliyor aklıma. “Bu yaşadığım hayat değil sadece bir şey”le pimi çekilen radikal kararı, “Hayatımı ben yönetirim”le patlıyor.
İşini bırakıp tazminatını alarak altına ergenlikten beri hayalini kurduğu 1970 kırmızı Pontiac Firebird’ü çekmesi, “sigara” tüttürürken, aynı anda “atâlet”ten de fizikman biraz kurtulalım, kasları da gençleştirelim babından ağırlık çalışması, gülümsetiyor, hatta “satmışım alayını hürriyeti”yle özendiriyor biraz. Hayat kolayca “yama” tutmaz ama neredeyse başaracak. Başaracak da… Lester mazbut velakin mahalleli…
Koşu bandı alırken dikkat
Bu yüzden koşu-yürüme bandını -tedbiren- katlanılır olanından almalısın ki, iki gün sonra gardırobun, dolapların üzerine, Geçici Hevesler Müzesi’ne kaldırabilesin. Oradaki ekmek-yoğurt makinesinin, şövalenin yanına rahatça sığar. Masa tenisine heves ettiysen, dikkatli seç, bir hafta sonra üstünde yemek de yenilebilsin yahut o da katlanılabilir/kaldırılabilir olsun.
İmkânın varsa, 24 ay taksitle cep telefonundan ucuz Duvar Piyanosu da satılıyor. Gül ağacından olanı salona öyle yakışıyor ki, çalma da yanında yat. Tekerrür TV nedeniyle yıllardır ellemediğin çok katlı müzik setiyle de takım olur. Yoga da şirin tabii… Ama ondan da bıkınca, Mandala desenli matını seccade olarak kullanmak hoş durmuyor, onu söyleyeyim.
Adab-ı muaşerete aykırı
Sıkılmamaca koşturmalarıyla, anlık buluşlarla bazen sıkıntımız iyice görünür oluyor. Oysa hayatını öyle idâme ettiren profesyonel sıkılanlar dışında, sıkıldığımızın anlaşılmasını istemeyiz pek. Sıkılmamıza eşlik edecek efradın gözünün içine baka baka sıkılmak, oflamak puflamak, adab-ı muaşerete aykırıdır zira. Şık durmaz abiye maskemizle. Gözün yaşarınca durumu “Gözüme bir şey kaçtı”yla geçiştirebilirsin de, sıkılınca “İçime bir şey kaçtı” demek uygun bir bahane olmaz fikrimce.
“Can sıkıntısı”yla -bile- baş edemeyen birisi olarak görünmek de istemeyiz. Koca adamızdır sonuçta. Çocukken çabucak sıkılır ve sıkıldığımızı harika gösteririz de, büyüyünce öğrenmeliyiz öyle uluorta sıkılmamayı. Hatta yüce dertlerle uğraşan insanların, bu durumu biraz snop, koket bularak, “Kala kala bu mudur derdin?” diye dudak bükmelerinden endişe ederiz. Ve perdeleriz suretimizi. Yanlış anlaşılmak, istediğimiz yönde, kurguladığımız biçimde yanlış anlaşılmadığımızda kötüdür.
Sıkıntıya kahkaha sıkmak
İnsanların sıkıldığını belli etmemek için bulduğu-buluşturduğu “anlık çözüm”ler ise bazen en eğlenceli mim gösterilerini, skeçleri yaya bırakıyor. Baudelaire’in çok sıkılan ve “sıkıntının hazlarını tatmak için” barut fıçısının yanında sigara yakan ahbabı kadar olmasa da… Hoppada atılan bir kahkaha, otomatiğe bağlanan eğreti mimikler, manik atağa kanat çırpan mutluluk kelebekliği, sıkıntının sonsuz boşluğunda konuşanın gözlerine uzaydan kenetlenme çabası, cep telefonunu bataryasına kadar karıştırma hâlleri, durma çağrılan garsona “Daha daha neler var bakalım” soruları… Komiktir düşünürsen de, trajik yanını da pas geçemezsin esasında.
Sıkıntıyla itişmek, onu daha da sıkıcı çabalarla göstermemeye çalışmak, ne gerekli, ne de geçerli aslına bakarsan. Sıkılırken, üstüne bir de tek kişilik oyun. Elinde kendi kurukafan… “Çaresi nedir?” derseniz, çok abanıyorsa “Hemen kalkın, uzaklaşın” derim, balkon, tuvalet de olur.
Basit can sıkıntısı bile insanın, “hayat”ın önündeki en sıradan ama bazen en güçlü engel… İnsanın hayalleri, hedefleri, planları bazen sadece ona, o engele takılıyor. Her şeyi berbat edebilen, önemliyi önemsizleştiren hâliyle “ama”lar, can sıkıntısının da müttefiki. O sıradan “Hayat her şeye rağmen değerli” cümlesine öyle kuvvetli, koyu bir nokta koymalı ki… “Ama”sı yersiz kalsın. Evet, sıkıntı hep geliyor da, acaba “ne gibi geliyor”… O da gelecek haftanın yazısı.
BİR ROMAN/BİR PARAGRAF
“SIKINTI VAROLUŞUN TA KENDİSİ”
“Bulantı biraz yakamı bıraktı. Ama geri döneceğini biliyorum; benim normal halim o. Ne var ki bugün, vücudum onu kaldıramayacak kadar bitkin. Hastalar da, kimi zaman, acılarını duymayacak kadar bitkin düşerler. Canım sıkılıyor; başka bir şey değil. Arasıra öyle şiddetle esniyorum ki, gözlerimden yaş geliyor. Derin, kopkoyu bir sıkıntı bu; varoluşun ta kendisi; benim yapıldığım hamur. Ama işi kalenderliğe (boşvermişliğe) vurmuyorum, tam tersine. Bu sabah yıkandım, tıraş oldum. Bu minicik bakım işlerini düşününce, onları nasıl olup da yapabildiğimi kavrayamıyorum. Onları, benim yerime alışkanlıkların yaptıkları besbelli. Alışkanlıklar hala canlı; uğraşıp duruyorlar, ağlarını usul usul belli etmeden kuruyorlar, sütanneler gibi yıkıyor, kuruluyor, giydiriyorlar. Yoksa beni bu tepeye getiren de mi onlar?” (Bulantı, Jean Paul Sartre)
Yazı resmi: Melekler de sıkılır Raphael’in (Raffaello Sanzio) son eseri, ünlü “Sistine Madonna”nın alt detayındaki “sıkılan” iki melek. Rivayete göre o iki melek, Raphael’in resmine modellik yapan kadının çocukları… Tablo uzun uzun yapılırken, beklemekten yorulmuş, sıkılmış, artık ilgisiz, bıkkın duruşlarıyla resme ilave model olmuşlar herhalde.