Bunları dile getirmemin nedeni, insanın yaşama hakkına sahip olduğunu, bu hakkın devredilmez, kişinin elinden alınamaz bir hak olduğu ilkesini savunmaktır. Yaşama hakkı hiçbir koşula bağlı değildir ve yaşamak için gerekli temel metaların alınması hakkını, eğitim ve sağlık hizmetleri görme hakkını içerir; insan, en azından doyurulması için hiçbir şeyi “kanıtlamak” zorunda olmayan bir köpek ya da kedi sahibinin hayvanına davrandığı kadar iyi bir davranışın nesnesi olma hakkına sahiptir.
Erich Fromm, Umut Devrimi
Düşüncelerimizin gürültüsüyle o kadar çok dolduruyoruz ki kendi dar ve ufuksuz dünyamızı, Tanrı konuşmak için bizim susmamızı bekliyor. Cahit Koytak, Ben Yokum Beni Saymayın şiirinde “Yeter, ama yeter / Ölüler için de, diriler için de! /Susun artık, susun, siz kitaplardakiler / Siz sahnedekiler, siz içimdekiler!
/ Ayıp ama, bakın, Tanrı konuşmak için/ Sizin susmanızı bekliyor.” diyor. Kendi benliklerimizle, elimizin altındaki gündelik şeylerle gereğinden fazla, tıka basa doluyuz. Kendimizi unutamıyoruz. Zihnimiz dünyayı kaplıyor. Egomuz çok ses çıkarıyor. İçini biraz boşalt da canım, kutsalın o mutlak güzelliğin ışığı düşsün oraya. Bir bilsek, ne kadar da büyüyecek hayatlarımız, benliklerimiz onun içinde küçüldüğünde. İnsan kendini geri çekebildiğinde, unutabildiğinde kendini, koca bir âlem serilecek önüne. Ne kadar bastırabilirsek içimizin gürültüsünü, o kadar işiteceğiz lahuti âlemlerden gelen sesi. Tanrı mütemadiyen konuşuyor, hayatın ufak mucizelerinde konuşuyor, büyük mucizelerinde konuşuyor ama biz nadiren duyuyoruz. Ne vakit ki kendi alıcılarımızı O’na ayarlarız, o dalga boyuna yöneliriz, o zaman duyarız. Bu bir terbiye işi, rasyonel akıl mesajı algılayabilmek için fazlasıyla sınırlı bir cihaz, bunun için ruhun muhatap aldığı yetimizi yani gönlü terbiye etmek gerekiyor. Gönlün terbiyesi için de bir insanlaşma seyr-i sülukuna talip olmak lazım.
Günümüzün en önemli mevzularından bir tanesi karşılıklı sorumluluk yahut ‘insanın insana rapt olduğu cevher’. İnsan kardeşinin bekçisi, ötekinin verdiği borçla yaşayan, değerini öteki tarafından görülmek ve tanınmaktan alan sosyal bir varlık. Post korona, korona sonrası çağın da yeni paradigması, “Sen beni gözeteceksin, ben seni gözeteceğim” düsturu. Karşılıklı birbirimizi gözetme, kardeş ve dost olduğumuzu, aynı gemide olduğumuzu hatırlama ahlâkı yani bir ihtimam ahlakı. İnsanlar arası bağı, birinin delik açtığı kayıktaki iki kişinin durumu olarak tanımlayan hikmetli bir eski İbrani kıssası vardır, kayıktaki adam arkadaşına sorar, “Neden delik açıyorsun?”, diğeri yanıt verir “Sana ne, ben kendi altıma delik açıyorum senin altına değil.” Öteki şöyle yanıtlar, “Aptal! İkimiz birlikte boğulacağız!”. İki kişiden biri o kadar bîgane ki, o deliği açmakla sandalın tamamını batıracağını ve ikisini birden tehlikeye attığının farkında değil. Bazı insanlar böyle bir bakar körlük halinde, at gözlükleriyle yaşıyorlar, etrafta yarattıkları tahribatı görmüyorlar. Halbuki varlık birbirine bağlı ve bağımlıdır. Giderek birbirimize daha fazla bağlı ve bağımlı olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Virüs durduk yere birdenbire Çin’den Amerika’ya ya da Avrupa’ya zıplamadı, küresel hareketlilik, insanların oradan oraya çok yoğun şekilde seyahat etmesi, bu virüsü dünyanın her köşesine taşıdı. Dünyadaki en ufak bir gelişmenin, kalan kısmını etkilediği yepyeni bir düzende yaşıyoruz artık. İçimizdeki sorumluluk ve hakkaniyet duygusu, kendi ailemiz, mahallemiz, milletimizle ilgili öngörümüzü fersah fersah açan çok daha uzun kollara, çok daha keskin gözlere ihtiyaç duyuyor artık. Dünyayı kendimizden emin kılmanın yollarını bulmalıyız, bizden erişebilecek kötülüklerden, bir linç kalabalığına katılarak görünmez olduğumuz o an elimizden çıkacak bir beladan dünyayı emin kılmalıyız. Bir mutasavvıf, dinin incelikli gayesinin, kişinin başkalarından ve dünyadan zarar görmesine mâni olmaktan ziyade, dünyayı ve başkalarını kendisinden sadır olabilecek zarardan muhafaza etmek olduğunu söylemişti. Gerçekten de din duygusunun pratiği, en temel düzeyde “yaratana ihtiram” ve “yaratılmışa ihtimam” payandaları üzerine yükselir. Bu yüzden, ak ve kara koyunun ortaya çıktığı böyle zamanlarda başkalarına karşı sorumluluk, en ziyade uhrevi bir endişeye göre yaşadığını iddia eden insanların boynunun borcudur.
Ahlakın özünde başkalarına zarar vermekten kaçınma duygusu yatar. Zaman zaman hayatı dolambaçlı ifadelere baş vurmadan basit terimlerle ifade edebilir miyiz diye düşünüyorum. Ne iyidir, ne kötüdür? diye mesela. Küçük oğlumun büyürken en temel sorularından bir tanesi “İyi mi? Kötü mü?” sorusuydu. Bir olay anlatırdım, tam kavrayamazdı niteliğini, “iyi mi, kötü mü bu?” derdi. Böyle böyle kendince bir iyi- kötü nosyonu edindi. İyi nedir? Basit bir açıklama mesela: Yaşatmaya yarayan, hayatta tutmaya, hayatı onarmaya çalışan şey iyidir. Öldürmeye, ortadan kaldırmaya, kazımaya, ezmeye yarayan şey, meşru müdafaa gibi istisnalar olmakla birlikte kötüdür. Dolayısıyla biz, hayatı, yaşam gücünü çoğaltmaya dönük olmak zorundayız. Hayatı çoğaltmak için başkasına zarar vermememiz icap ediyor, bu da sürekli bir öz muhasebe ile mümkün, kendi benliklerimizi sîgaya çekmekle, nefisimizden asla tam manasıyla emin olmamakla mümkün. Bizler, elimizden geleni esirgediğimizde insan olduğumuz için sorumluyuz, ya da sorumlu olmadığımıza inanıyorsak, insanlığın eksikliği nedeniyle sorumsuzluğa hak kazanırız.
Dünya tarihinde çok uzun zamandır, belki Birinci Dünya savaşından sonra ilk defa tüm insanlık olarak ortak bir kader etrafında kenetlendik. Amazon Ormanları’nda da, Hindistan banliyölerinde de, Kuzey Amerika’nın müreffeh ülkelerinde de aynı problemle mücadele ediyoruz. Evet pandemi eşitsizliğin hükümferma olduğu toplumları daha fazla vurdu; Kuzey Amerika’da bilhassa, eşitsizlik politikalarıyla hastalığın yayılımı arasında birebir alaka var. Salgın yoksul Afro Amerikan ve Latino nüfusta daha hızlı yayılıyor ve sağlık hizmetlerine erişimleri daha kısıtlı olan bu kesimde daha çok ölüme sebep oldu. Ama yine de bizi ortak bir tehdit etrafında buluşturdu. Böyle bir tehdit karşısında sadece bir milletin fertleri birbirini gözetmek durumunda değil. Bir millet de başka bir milleti gözetmek zorunda. Hans Jonas’ın Sorumluluk İlkesi (Prinzip Verantwortung) adını verdiği kitabının alt başlığı Teknoloji Çağında Bir Etik Arayışı idi. Meşhur Kant etiği düsturlarının günümüzün problemleriyle başa çıkmada yetersiz kaldığını fark eden Jonas yeni bir kategorik buyruğa ihtiyacımız olduğunu söylüyordu, “Öyle hareket et ki, eyleminin sonuçları insan yaşamının sürekliliği ile bağdaşsın” tersinen ifadeyle, “Öyle hareket et ki, eyleminin sonuçları bir yaşamın gelecekteki imkanı açısından yıkıcı olmasın” ya da temelde, “insanlığın ve yaşamın yeryüzündeki ebedi sürekliliğinin şartlarını tehlikeye atma !”
Pandemi dünyasında, mutlak surette herkes bir ötekinin iyiliğini gözetmek zorundadır. Burada bizi ahlak felsefesiyle ilgili bir soruna yönlendiren bir durum var. Emmanuel Levinas, “Tanrı Kabil’e Habil’in nerede olduğunu sorduğunda, kabil öfkeli biçimde bir başka soruyla yanıt verir: “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” “Öfkeli Kabil’in bu sorusuyla birlikte her türlü ahlaksızlık başladı. Elbette ben kardeşimin bekçisiyim ve ahlaklı bir kişi olmak için özel bir sebep aramadığım sürece ahlaklı bir kişi olurum ve öyle kalırım. Kabul etsem de etmesem de kardeşimin bekçisiyim; çünkü kardeşimin iyiliği benim ne yaptığıma ya da neyi yapmaktan geri durduğuma bağlıdır.” demişti. “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” Ahlâk işte bu soruyla başlar. Her insan evladı öteki kardeşinin bekçisidir. Onun bekçisi olarak biz ahlakın alanına gireriz, ahlaklı bir varlık oluruz. Her insan, öteki insandan mesuldür. İnsan evladında bir başkasının ıstırap çekmesine dayanamayan bir vicdan vardır. Nurettin Topu merhum, vicdan hakkında “insanın içinde onu Allah’a çağıran sestir” demişti. Hepimiz kötülük karşısında, ıstırap karşısında bir şeyleri düzeltmek istiyoruz. Bize genel manada iyi gelmiyor kötülük. Demek ki insanın tabiatında kötülüğe direnen iyiliğe yazgılı bir taraf var. Kendimizi iyiliğin bir parçası olarak görmek istiyoruz, iyilerin safını tutmak istiyoruz. İşte böyle zor zamanlarda insanın bu hasleti, üstün meziyeti devreye giriyor ve kendimizi daha fazla iyi, normalde olduğumuzdan daha diğerkam, daha elcil, başkasına verebilen, başkası için hizmette bulunabilen, düşeni kaldırmak isteyen tarafta buluyoruz. Şeyh Sâdî, Bostan eserinde “Birisine iyilik ettiğin zaman, ‘Ben efendiyim, beyim; o bana muhtaçtır!’ diye büyüklenme. Zaman, o muhtaç kimseyi vurmuş deme. Zîrâ vuran kılıç henüz kınına girmemiştir; mümkündür ki o kılıç bir gün seni de biçer.” diyor, bir başkasına yardım ettiğimiz, ona zarar verecek musibetin önüne geçtiğimiz zamanlarda, yalnızca onu korumakla kalmıyoruz, ileride bize isabet etmesi ihtimali hiç azımsanmayacak bir tehlikeyi de bertaraf ediyoruz, o sebeple böbürlenmenin bir dayanağı yok.
1987’de Alman Yayımcılar Birliğinin kendisine verdiği Barış Ödülü töreninde Jonas şöyle demişti, “Albert Schweitzer, ‘yaşama saygı’ sorumluluk prensibini, geliştirdiği etik teorisinin merkezine yerleştirmiştir. Schweitzer’e göre, her canlı, yaşama iradesine sahiptir. Evrende yaşam iradesi bir olgudur. İnsanlarda ise o bir vahiydir. İyiliğin özü şudur: Yaşamı koru, geliştir ve yaşamın en yüksek olanaklarının gerçekleşmesine yardım et. Kötülüğün özü ise: Yaşamı tahrip et, yaşama zarar ver ve yaşamın gelişmesine engel ol.” İlerlemeci modern ahlak, doğanın ve yabani yaşamın tahribatını, insanlığın bizatihi başarısı, aydınlanmanın zaferi olarak tasavvur eden bir dizgeler bütünü oldu. Bay Perşembe’nin yazarı Chesterton diyor ki “İlerleme fikri bir şeyleri geride bırakmakla ilgilidir, gelişme fikri ise bir şeyleri içimizde toplamakla ilgilidir.” Batı uygarlığı gelişme yerine ilerlemeyi tercih etti. Bu, insanlığı ölümcül bir felakete götürdü. Hız medeniyetinde her şeyi bırakıp bırakıp geçmek, hiçbir şeyi içine toplamamak. Klasik İslam düşüncesinde bilhassa tasavvuf anlayışında insanın eşref-i mahlukat oluşu durumu, insanın çok ağır bir sorumluluk taşımasıyla bağdaştırılır. İnsanlar hayvanlardan üstündür, yaratılış insana musahhar kılınmıştır ama bunun nedeni insanın daha yüksek bir ahlakiliğe veya asli fonksiyona sahip oluşu değildir. Tüm yaratılış Allah’ın emrinden asla sapmaması nedeniyle zaten “müslim”dir, ama insanın müslim olması için dünyanın yed-i emini, varlığın çobanı olması da gerekir. İnsanı, bitki ve hayvanları, gökyüzünü, dağları ve nehirleri, tekâmül ve maneviyat damıtmadan, bunları hep geride bırakarak basamak olarak kullanmak, insanı iyilikten uzaklaştıran bir şey. Çünkü iyilik, güzellik, bütün bunlar yavaşlıkla kaim. Usul usul, demlene demlene, insana baka baka, insanı ve kendi ruhumuzu temaşa ede ede… şairin dediği gibi başka sesleri susturarak.
Bizi çok enteresan bir gerçeğe uyandırdı bu salgın. Maddiyatın alabileceği şeyler sınırlandı. Maddiyat bize sağlık almıyor, en şatafatlı havayolundan pahalı bir bilet alsak ve cazibe merkezi bir şehre gitmek istesek bile yolculuk bir tedirginlik haline geldi, bu imkana sahip insan da kolay kolay o riski alamıyor. Gitse nerede kalacak, konakladığı, uğradığı, yemek yediği mekânlar yeterli güvenceyi sağlayabilecek mi? Kısıtlanmış hayatlar, paranın satın alabileceği mutlulukları azalttı bizim için ve paranın satın alamadığı mutlulukları biraz daha ön plana çıkardı; dayanışma gibi, dostluk, diğerkâmlık gibi. Pek çok insan şu geçen dönem içinde dayanışmayla insanlıklarını yücelttiler. Bu salgına nasıl girdiğimiz kadar, bu salgından nasıl çıktığımız da önemli. Biz, insanlar, ilkel ve bencil taraflarımızı mı besleyeceğiz yoksa soylu taraflarımızı mı besleyeceğiz? Yardım mı edeceğiz yoksa “önce bana hep bana” mı diyeceğiz? Belki ilkelleşmiş bir insan soyu olarak çıkacağız, belki dayanışmayı, ötekine yardım eli uzatmayı öğrenmiş insanlar olarak çıkacağız bu sınavdan. Karşılıklı sorumluluk bunu gerektiriyor; tek başına kurtulmak mümkün değil. “Ah Tanrım, beni yüzüstü bırakmayasın diye sana yardım edeceğim, ama daha en başından, bir hiçe kefil olabilirim. Sadece şu tek şey benim için gitgide netleşiyor: Senin bize – biz sana yardım etmeden- yardım edemeyeceğin, bizim sana yardım etmek zorunda olduğumuz, bunu yapmakla da sonuçta kendimize yardım ettiğimiz. Önemli olan tek şey budur: İçimizde, Ey Tanrım, senin bir parçanı muhafaza etmek” demişti Etty Hillesum. Yaratanın günlük mucizelerinin bir kısmı, Onun lütuf ve keremiyle ama insan elinden gerçekleşir, O’nu bu şekilde içimizde muhafaza etmek, “O’nun dediği olsun” demektir.
Her insan ahlaki azizlikten bir kısmet taşır içinde. Bir nasip, bir ruşeym taşır, ya onu çoğaltırız ve yeşertiriz dünyada, ya da soldurur ve kuruturuz. Yaptığımız edimlerle, iyilikle onu çoğaltırız veya yaptığımız kötülükle onun üstünü örteriz. Bu hal, İslam geleneğinde, her insanı Hızır bilmekle ve ona Hazreti İnsan rütbesini vermekle kendini gösterir. İnsan, her zaman yücelmeye hazır bir varlıktır. Gerçekliğin, kötülüğün lehine olduğu durumlar zaman zaman vardır muhakkak fakat içinden geçtiğimiz şu dönemeçte bu gerçekliği iyilik yönünde bükebileceğimiz kanaatini taşıyorum ben. Bununla ilgili pek çok sorunun muhatabı olduğumuzu ve soruya seçimlerimizle, yaşamlarımızla cevap vermek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.
Ahlâkî azizler sadece kendine benzeyenleri gözetmez. Sadece kendi kabilesinden olanları, şekli şemaili, dünya görüşü kendine benzeyenleri yücelten insan bir tür narsistik merhamet içindedir. Ama kendinden farklı olanı da gözeten insan, işte o azizdir. İyi diye, dünyanın soylusu diye ben ona derim. Bu konuda büyük sözler söylerken elimizi korkak alıştırmayalım. Güzel eylemin, güzel sözün, güzel insanın bendeleri olalım, onları gördüğümüz yerde kucaklayalım baş tacı edelim.
Toplumun farklı şubelerini ve insanları tutkal gibi bir arada tutan birtakım değerler vardır, toplumsal iyiliği genişletirler, onlardan bir tanesi de şükran duygusu. Sen benim için bir fedakârlık yaptığında sana şükran hissederim, minnet duyarım ve bu minnettarlığımı ifade ederim sana. Takdir görmek çok onarıcı ve pekiştirici bir dokunuştur. Evliliklerde dahi en temel problemlerden bir tanesi eşlerin birbirlerini takdir etmemeleri. Araştırmalar, birbirini takdir eden eşlerin tekdir edenlere göre daha uzun ve mutlu evliliğe sahip olduğunu gösteriyor. İnsan ilişkilerinde de güzel davranışların onaylanması, iyi yapılan şeyler için ifade edilen takdir, kırık döküğü tamir ediyor. Rahmetli Zahit Kotku “Arkadaşlık, pekey demekle kaimdir” dermiş. Çeşitli meslek mensupları bu pandemide adeta kelle koltukta bizlere hizmet ettiler, başta sağlıkçılarımız. Onlara şükranımızı, minnettarlığımızı ifade etmek onların kendilerini daha iyi hissetmelerini ve bütün çabaların boşa gitmediğini görmelerini sağlar.
İnsanlar arasında, sırf insan olmalarının gereği olarak öyle bir gönül bağı var ki, o bağ marifetiyle insanlar ister istemez kendini yaşanan olumsuzlukların müsebbibi sayar, varoluşsal utanç budur, sorumluluk duygumuzun öteki adıdır. Sistemlerin yetkinleştirilmesi, güvenlik ağına dahil olmamış insanlar, denetimine tabi olmamış durumlar için bu sorumluluğu bizim üzerimizden kaldırmaya yetmiyor. Bazı durumlarda bizzat geliştirilen sistem, vicdanen kabul edemeyeceğimiz durumlara yol açıyor üstelik. Bizi salgın kurallarına riayet etmek için teşvik edecek olan şey sistemin icra ettiği genelgeler, para cezaları değil, bizzat bu koparılamaz ve feshedilemez gönül bağı olmalı. Gönüllü ferağat. Ötekinin hakkını korumak için geri çekilmeyi bilmek. Hak ettiğimden çoğunu istememek. Her eylemimde içinde bulunduğum toplumun menfaatleri gözetmek. Kamusal iyi için bireysel iyiden vazgeçmeyi bilmek. Sözgelimi, kendimizi korumak için değil, virüsü başkalarına geçirmekten kaçınmak için maske takmak.
Aynı şey, aşıya erişim ve aşı önceliği konusundaki tavrımız açısından da geçerli. Bizden önce aşılamada, ona en çok ihtiyacı olanları, en çok risk altında olanları gözetmeli ve aşıya en az erişim imkânı olanlar için de sistem istisnası uygulamalıyız. Yoksul ülkelere aşının ulaştırılabilmesi için kapitalist etiği çiğnemek pahasına, gerekirse serbest piyasa ilkelerini (elbette üreten şirketler zarar etsin manasına gelmiyor bu, ancak minimize edilmiş veya eklenmemiş kar üzerinden bir bedel ile) ve patent mevzuatını askıya almak insanlığın yapacağı en köklü devrimlerden biri olacaktır. Aşı karşıtlığı kampanyalarına girmiyorum bile. Bunu, vücut bütünlüğüne müdahale kavramı kapsamında zorunlu hale getirmek muhakkak ki mümkün değil. Ancak “madem sizi daha bağışık kılıyor siz olun da risk alın, ben de hastalık riskini göze alıyorum nasılsa size ölümcül bir zararım dokunamıyor siz aşılanın bana karışmayın” diyenlerin dikkate almadıkları şey, aşılamanın bireysel değil, toplum sağlığı temelli bir tıbbi müdahale olduğu. Aşılama belirli bir yüzdenin altında kaldığı müddetçe, virüsün azalarak bitmesi mümkün olmayacak, sürekli bulaşarak gelişecektir. Bu, daha uzun yıllar bu virüs yüzünden aşılanmamış -veya küçük bir yüzde olsa da aşılanıp antikor geliştirememiş- insanları kaybedeceğimiz anlamına geldiği kadar, virüsün yok olmadıkça genç ve çocuk nüfusu da semptomatik açıdan harap eden varyasyon ve mutasyon geliştirmesi -ki bu kesindir- durumunu buyur ettiğimiz manasına da geliyor. Çünkü semptomlar, virüsün yayılma stratejileridir ve her virüs daha çok yayılmak için strateji geliştirir. Geçmişte yaygın ölümlere yol açan çiçek, kızamık, verem vs hastalıklarının bugün artık görülmemelerinin nedeni, sadece aşının keşfi değil, toplum sağlığına yönelik bu yaygın aşılama politikalarıdır. Yeni aşılama tekniklerine şüpheyle yaklaşılmasını, güvensizliği belirli oranda makul bulsam da, yüz yıldır uygulanmakta olan eski aşı üretim teknikleriyle üretilmiş aşılara karşı kampanya yürütmek, Covid19 aşısı karşıtlığı değil, bizzat tıp karşıtlığıdır. Bunun da savunulacak yanı olmadığını geçen birkaç yüzyıldaki tıbbi uygulamaların yaygın sonuçları gösterdi.
Ömer Seyfettin’in Ant hikayesinde kan kardeşliğini anlatan şöyle bir sahne vardır;
“Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam azadında dayağı yiyen çocuğu tuttum:
– Niçin beni yalancı çıkardın, dedim, musluğu sen koparmamıştın…
– Ben koparmıştım.
– Hayır, sen koparmamıştın. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.
Israr edemedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Ve eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen yemin ettim. Merak ediyordum:
– Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf ve hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
– Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
– Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi ve kuvvetliyim. Onu kurtardım işte.”
Bu süreçte, başkalarının yaşaması için kendi keyfimizi ve rahatlığımızı feda etmek zorunda olduğumuzu, dünyanın sadece bizim yurdumuz olmadığını ve bizim de kendi kaderimizin mutlak efendisi olmadığımızı fark ediyoruz. Kırılgan varlıklarız. Tüm dünyada toplam ağırlığı bir gram olan bir virüs bizi biçti savurdu. Demek ki daha mütevazı olmak, nefsimizi geri çekmek zorundayız. İçimizin o benliğimizi kabartan uğultulu seslerini susturmak, başka varlıkları da kendimize yar bilmek zorundayız. Sorumluluk almayan insan kendisine saygı duymayı öğrenemez. Saygı da tıpkı sevgi ve mutluluk gibi, başkasına sunmadan kendimize sunamayacağımız bir şeydir. İnsanı da kendimize yar ve dost bilmek zorundayız. Şu âlemde fani ve kırılgan varlıklarız, bir şey yapacaksak beraberce yapacağız. Belki kayığımızda sadece kendi yerimizi deldiğimizi düşünsek de kötü veya sorumsuzca bir şey yaparak herkesin batmasına sebep olacağız. Oysa, zayıf ve kırılgan olanı kurtarmalıyız. Bunu yaparken de kibirlenmenin ve hesap sormanın iğvasına kapılmadan, kendi yuvamıza taşımızı koyarken, dünyanın kuruluşuna da yardım edeceğimiz şekilde basiretle ve tevazuyla davranmalıyız. Ahlak ve inanç bize bunu va’z eder: Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için.