Demokrasiyi gerçek anlamda yaşanır kılabilmek için ona dair hipnoz edici klişelerden sıyrılmak ve içindeki derin anlamı kavrayıp içselleştirmek gerekir. Klişeler, yalnızca düşünceyi tembelleştirmez, aynı zamanda hakikati sevilebilir olmaktan çıkarıcı bir etki de yaparlar; her tekrarlayışta biraz daha anlam kaybına uğratarak içeriği düşünmeden tekrarlanan birer ezbere dönüştürürler. Klişeler tekrarlandıkça anlamı bulanıklaştırıcı bir muğlaklığın içine hapsederek somut sorular açığa çıkmasını ve gerçek bir sorgulama yapılmasını engelleyicidirler de.
Örneğin, “halkın kendi kendini yönettiği rejim olma” klişesi gerçekte ne söylemektedir? Aslına bakılırsa, hiçbir şey. Geniş ve sıradan halk hiçbir zaman gerçek manada kendi kendini yönettiğini düşünmemekte, bunu gayet iyi bilmekte ve bu nedenle, kendisini yönetenleri olabildiğince iyi seçmekten başka elinde bir güç hissedemediği için ancak seçtikleriyle özdeşlik kurabildiğinde içten içe iradi bir kuvvet duyabilmektedir. Oysa, bu klişenin biraz ötesine geçildiğinde aslolanın kendi kendini yönetmek değil halkın her bir ferdinin yönetimle ve iktidarla ilişkili olarak eşit derecede sorumlu olmasının kastedildiği görülür.
Koca bir halkın içinde elbette ki sayısız eşitsizlikler, adaletsizlikler, ilerilik ve gerilikler söz konusu olacaktır ancak bu durum herkesin hep birlikte her şeyden sorumlu olduğu gerçeğini hangi koşul altında olursa olsun değiştirmez. Demokrasilerde, olan bitenden herkes eşit derecede sorumludur. Bu demek değildir ki herkes, eşit derecede söz sahibi, muktedir ya da yetkilidir. Demokratik bir rejimde kendi kendini yönetmenin en önemli anlamı, kitlelerin, yetkisi veya gücü daha fazla olanların yaptıklarından da eşit derecede sorumlu hissedebilmelerinde gizlidir ve bu çok ince bir düşüncedir. Yöneten ve yanlış işler yapan, kim olursa olsun, bizizdir. Ancak derinlikli bir düşünceyle bu sırra varılabilir. Hangi insan en ufak bir suçu ya da günahı olmadığı bir işin sonucundaki sorumluluğu eşit derecede hissedebilir?
Bu sorunun cevabını bulabilmek için fikir tarihimizin son derece özgün ve nadide örneklerinden,Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest Fırka’nın kuruluş zamanlarına denk düşen bir tarihte kaleme aldığı, yakın zamanda Mavi Gök yayınları tarafından yeniden basılan Serbest İnsanlar Ülkesi’nde kitabına bakmak gerekir. Kitap, kimilerine göre bir ütopya örneği sayılsa da hiç de erişilemezmiş gibi bir his vermediğinden başkaca bir yerde durmaktadır. Hatta denebilir ki bu kitap ütopyaların tam aksine, oldukça erişilebilir bir dünyayı anlatmaktadır. Ama bir şartla: demokrasinin inceliklerinin gerçek manada kavranması ve her bir vatandaşın bu sırra vakıf olması şartıyla.
Kitabın, uzun süre istibdat altında yaşamış, buna bağlı olarak kişiselliğini ve fikri kabiliyetini önemli ölçüde yitirmiş, insanlara güvensizleşmiş, kendinden şüphe eder hale gelmiş kahramanı bir tür rüya halinde yürürken bir levhayla karşılaşır: Serbest İnsanlar Ülkesi. Çok şaşırır ve tam da aradığım yer, burası neresi ve nasıl bir yer acaba diye merakının peşinden gider. Kapısından girerken, doğruyu sever misin, hakikate tahammülün var mı, izzeti nefis sahibi misin gibi bir takım sorular sorulur kendisine ve bunların hepsine ‘evet’ diyerek içerir girer. Bir süre sonra Pirler dediği, bilgeliği temsil eden kişiler yanına gelerek, “Etraflı düşündünüz mü, kararınız kati midir? Hür olmanın ne kadar güç olduğunu biliyor musunuz?” derler (s.11). Fazlaca düşünmeden, heyecanına yenik düşerek bir “Evet” daha der ve bunun üzerine o halde öğrenmesi ve uygulaması gereken kurallara geçilir.
Hür olmak alelade bir nitelik değil, zor kazanılan yüce bir kazanımdır. Bu nedenle hür olabilmek ve hür kalabilmek için yüce olmak gerekir. Bunun içinse, fikir temizliği, söz temizliği, hareket temizliği, sözde ve yaşamda sadelik, doğruluk ve cesaret, riyadan ve tabasbustan uzaklık, başkalarının hayatına saygı, kendini yalana kapatma ve kimse hakkında kötülük düşünmeme gibi kurallara harfiyen uymak gereklidir. Her vatandaş devlet memurlarını sürekli gözetlemekle ve denetlemekle, hesap sormakla mükelleftir. Çalışmak gelirden bağımsız bir vazifedir. Hakkı müdafaa, herkese düşen yüce bir sorumluluktur. Ve son olarak dayanışma da zorunludur.
Sonrasında Pirler, her bir kuralın ne manaya geldiğini detaylarıyla açıklarlar. Ülkede çokça söylenen bir türkünün sözleri “Hürriyet şuurun cevheridir, şuur da insandır” diye başlamaktadır. O nedenle, ilk olarak bunu açıklayarak başlarlar. Buna göre, hürriyet insanın bu dünyadaki en büyük iradi gücü ve tesellisidir. Fikri inkişafının ve hakikate ulaşma azminin en yüce refakatçisidir. O olmadan şuurdan söz edilemez. Bunun için bu ülkede bütün kanun ve nizamlar bu kutsal cevherin korunmasına göre tasarlanmıştır. Ona en ufak bir halel gelmesi durumunda her türlü kural yeniden yazılmaktadır.
Yalan, riya, tabasbus gibi alışkanlıklar yalnızca kişiliği öldürmez aynı zamanda hürriyeti de boğucu özelliklerdir. Bunlar zayıf, yani hür olmayan insanların “meziyetleri”dir. Yalan, hakikati saklamak ve örtmek için başvurulan bir çaredir oysa hakikatin saklandığı yerde batıl hakim olur. Buna izin veren bir cemaat, her yalanda geri dönülemez bir batıla saplanır ve en sonunda batılı, yeni hakikati haline getirir. İnsanlar artık hakikate ulaşmak gibi bir inanç ya da arzu taşımaz, saadetten ve zenginlikle dolu daha iyi bir gelecekten başka bir şey düşünemez olurlar.
Bu ülkede, birbirini ihbar etmek, jurnallemek ve casusluk yapmak kesin olarak yasaktır çünkü bütün bunlarla devletin sağlayacağı yarardan çok daha büyük bir kayıp söz konusudur. Bu tür şeylerin yaşandığı yerlerde insanlar birbirlerine olan inançlarını kaybetmekte, yardımlaşma ve dayanışma yok olmakta, herkesin herkese şüpheyle baktığı bir çözülme ve dağılma başlamaktadır; “Bu tür toplumlar ipliği çözülmüş kumaşa benzerler; her türlü mukavemet kabiliyetini kaybederler ve zorbalığa karşı gelemedikleri gibi, ilim, sanat, ticaret vesair yollarda dahi birlikte yürüyemez olurlar.” (s.27). Bu nedenle, devletin ilk görevi insanları birbirine karşı güvensizleştirmeden güvende hissettirmek, inançlarını zayıflatmak yerine beslemek ve dayanışma duygusuna zarar verecek her şeyden uzak durmaktır.
Serbest ülkenin fertleri arasında ise tesanüt ve dayanışma esastır. Burası devletçi değil ferdiyetçi bir beldedir. Şahsiyet ferdiyettedir. Bu konuyla ilgili Pirler şöyle söylerler: “Bakınız hür olmayan yerlere; orada fertler ve aileler ayrı ayrı yaşarlar; aralarında alâka ve münasebet pek azdır. Zaten başları üzerinde duran istibdat yumruğu bunların birbirine yaklaşmasına, birlik kurmasına meydan bırakmaz. Burada esas ayrılıktır; egoizmdir. Vatandaşlar birbirine yabancı kalır, herkes herkese karşı lâkayt durur. Böyle bir cemaatin fertlerini ezmek kolay olduğu gibi, cemaat kendisi de cansız kansız bir paçavra gibi atılır, kendisi ile oynanılır.” (s.34).
Bu ülkede, hemen her gün mitingler yapılmaktadır. Kahramanımızın en çok şaşırdığı uygulamalardan biri de budur. Geldiği yerdekinin tam tersine bir durumdur. “Rica ederim, söyleyiniz. Bu mitingler her gün mü olur?” (s.33) diye sorar şaşkınlıkla. “Evet” derler, “Hemen her gün. Burası adeta umumi bir mekteptir. Ülke ahalisinden herkes alâkadar olduğu meseleler hakkında burada malûmat alır.” (s.33).
Bu ülkede, devlet görevlileri tam bir liyakat ve ehliyetle atanır. Ehliyet son derece önemlidir çünkü memleket işlerinin ehliyetsizler elinde kalması yalnızca işlerin kötü gitmesine ve çürümeye neden olmaz aynı zamanda bir süre sonra genel ahlakı da bozar. Belki de en kötüsü bu tür yerlerde, “Genç nesil, muvaffak olmak için yol ararken gördüğü misal ehliyet ve fazilet olmadığından ilme, fenne, ciddiyete, çalışkanlığa, doğruluğa kıymet vermez; bunların yerine sokulganlığa, dalkavukluğa, kurnazlığa, hile ve desiseye yanaşır. Ve tabiatıyla gerek fertler ve gerek devlet gittikçe alçalır ve sonunda tamamen bozulur.” (s.37).
Burada sade yaşamak, gösterişli toplantılardan, tantanalı, debdebeli yaşantılardan uzak olmak, basit bir hayat sürmek herkes için esastır. Kimse kimseyi kandırma ve aldatma ihtiyacı duymamalıdır. Düşünce ve söz de bu yaşantıdan çıktığı için aynı sadeliği ve gösterişsiz inceliği taşımalıdır. Sade yaşam yalnızca maddi hayatın değil manevi hayatın da hür olmasının anahtarıdır. Burada israfa ve lükse karşı güçlü bir kayıtsızlık uyanmıştır.
Aynı şekilde insanlara yönelik lüzumsuz övgüler, gereksiz yüceltmeler insanları küçültücüdür. Büyükler karşısında tumturaklı konuşmak gerekmemektedir. Örneğin, makam sahibi birine, “Haki payenize yüz sürmek şerefine nail olmak için taciz ettim” yerine “Sizi görmeye geldim.” (s.105) denilmektedir. Çünkü bu ülkede kimse küçük değildir.
Kahramanımız, hürriyet ile seciye arasındaki ilişkiye dair bir konuşmaya katılır. Hatip, görüşlerini sadelikle ama tafsilatlı bir biçimde anlattıktan sonra konferansı bitirir ve kürsüden iner. Ne gariptir ki ne hatip kürsüye çıkarken ne de inerken bir alkış duyulur. “Fakat buna mukabil hutbe, baştan aşağıya kadar derin bir sükût içinde dinlenmiş ve hatip gittikten sonra dinleyiciler konuşma üzerinde uzun uzun görüşmüşlerdir.” (s.58).
Bu beldenin insanları arasında ne doğruluk ne de yanlışlık kimsenin inhisarında değildir. “Yanılmak ve yanılmamak, seyyanen herkesin hakkıdır. Yanılmamaklık imtiyazı mahdut bir zümreye hasrolunan bir cemaatte hürriyet olamaz.” (s.65).
Suç işleyen veya işlediği düşünülen insanlarla ilgili olarak ceza ile hürmetsizlik ayrılmıştır. Ceza başka şeydir hürmetsizlik başka şey. O nedenledir ki mücrim bir vatandaşın savunması, fikir ve hisleri saygıyla ve ciddiyetle dinlenmeden cezalandırmak, haksızlık ve adaletsizlik addedilir. Asıl ince ve ileri taraf ise şudur: “Dinleyip de cezaya karar verildiği halde dahi vatandaşa karşı husumet ve adavet değil, acımak lazımdır.” (s.68). Ceza tavizsiz bir şekilde verilir ama aynı zamanda bu üzüntü vericidir. Çünkü istibdat rejimleri bunun tam aksi yönde hareket eder ve her fırsatta vatandaşın izzeti nefis faziletini kırıcı davranırlar; “bunun için de kullandığı en tesirli vasıta para ve korkudur.” (s.69).
Kahramanımız bu kadar hür düşünceli insanların olduğu, her gün mitinglerin, tartışmalı toplantıların yapıldığı bir yerin nasıl olup da uyum içinde idare edilebileceğini sorgular. Daha doğrusu bunun mümkün olabileceğine hiç inanası gelmez. bu denli fikri ayrılıkların olmasından dolayı memleketin idaresi güçleşmiyor mu diye sorunca Pirler şu karşılığı verirler: “Asla! İdare etmek sanatı, zaten fikirlerin ayrı olduğu yerlerde kendisini gösterir. Asıl hüner, serbest insanları idare etmektir. Yoksa gözleri, eli, kolu, ağzı, kafası bağlı insanları herkes idare eder.” (s.83).
Ahmet Ağaoğlu, bana hep zamanının çok ilerisinde olduğunu düşündüren bir yazar gibi gelmiştir ve diyebilirim ki bu kitap bunun eksiksiz bir kanıtıdır. Hayır, bu bir ütopya kitabı değildir, sadece yazar zamanının çok ötesindedir.