Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIŞiirin ve savaşın ülkesi: İran

Şiirin ve savaşın ülkesi: İran

İran söz konusu olduğunda insanlar o kadar dünyadan kopukturlar ki özellikle uzaktan bakan Batılılar için gerçek değilmiş gibi görünürler. Egzotik ve düşsel bir yer gibidir. İnsanların kıyafetleri, siyasetin her şeye nüfuz eden resmi yüzleri ve gündelik hayatın her yerini saran şiirselliğiyle gerçek dışıdır! Oysa Kiyarüstemi sineması gibi bir düşselliktir bu, asla gerçeklikten kopuk olmadığı gibi bütün egzotikliği gerçekliğin başka bir formundan ibarettir.

İsrail’in İran’a saldırılarını içeren görüntüler akmaya başladığında, Abbas Kiyarüstemi’yle yapılan söyleşilerden oluşan Bitmeyen Sinema’yı (Agora Kitaplığı) okuyordum, büyük bir keyifle. Daha önce Alfa yayınlarından çıkan Abbas Kiyarüstemi ile Söyleşiler kitabını okumuş ve üzerine yazmıştım (23 Temmuz 2023, Serbestiyet) ama nedense Bitmeyen Sinema’daki zevki bir türlü alamamıştım. Diyebilirim ki Kiyarüstemi’yi bu kitapla gerçek anlamda tanıdım. Oldukça şiirsel bir kitaptı bu ve yalnızca Kiyarüstemi’yi değil aynı zamanda İran’ın ruhunu hissettiren, bilinmez yanlarını görmemizi sağlayan bir içeriğe sahipti ama sonra yine savaş çıkageldi! Zihnimde bu iki tezat kavram iç içe dönüp durmaya başladı. Şiir ve savaş, nasıl bu kadar iç içe olabiliyordu, nasıl bu kadar aynı halkın iki farklı kaderini açıklıyordu?     

Aklıma, Ruth Benedict’in Japonlara dair yaptığı ünlü çalışması Krizantem ve Kılıç (İş Bankası Yayınları) geldi. Amerika Savunma Bakanlığı, II. Dünya Savaşı sırasında Japonların tahmin edilemezliği nedeniyle dönemin önde gelen antropoloğu Ruth Benedict ile anlaşır. Benedict’in görevi bu “anlaşılmaz”, “tuhaf” ve “garip” insanların kültürünü çalışarak, anlaşılır ve tahmin edilebilir hale getirmektir. Bu insanlar, nasıl bu kadar gözü kara bir biçimde ölüme koşabilmekte, kamikaze uçuşlarıyla intihar dalışları yapıp hayatlarına son verebilmektedirler? Bir Amerikalının asla anlayamayacağı bir bağlılıkla, nasıl olup da ülkeleri için kendilerini bu kadar kolay feda edebilmektedirler? Temel soru budur.

Benedict, görevi -biraz da zorunlu olarak- kabul eder etmesine fakat koşullar gerçek anlamda antropolojik bir çalışma için uygun değildir. Kültür, ancak onu yaşayan insanların hayatlarına dahil olarak, gündelik gerilimlerine, acı ve sevinçlerine ortak bir yerden çalışılabilmektedir. Basitçe, bir antropolog Japon kültürünü çalışacaksa Japonya’ya gitmelidir. Oysa, o koşullarda pek tabii ki bu mümkün değildir. Bunun üzerine, “uzaktan kültür” de denilen bir yöntemle çalışır, Benedict. Bulabildiği bütün Japon filmlerini izler, romanlarını okur, tarih kitaplarına başvurur. Bir de Amerika’ya evvelce göç etmiş Japonlarla derinlemesine görüşmeler yaparak, salt kâğıt üzerinde kalmamış olur; Japonya’yı hiç görmeden Japonya’yı gösterir! Sonuçta ortaya, tartışmalı yanları olsa da oldukça etkili olmuş bir eser çıkarır: Krizantem ve kılıç (İş Bankası Yayınları).

Buna göre Japon kültürü, zıtlıkların uyumudur. İnsanlar hem büyük bir estet, kırılgan ve naif hem de büyük birer savaşçı, gözü kara fedailere benzer. Kitabın açılış sayfalarında söyle yazar Benedict: “hem saldırgan hem saldırgan olmayan hem militarist hem estetik hem küstah hem nazik hem katı hem uyumlu hem itaatkâr hem de ezilmekten nefret eden hem sadık hem hain hem cesur hem de çekingen hem muhafazakâr hem de yeni yollara açık”. Ve dahası bütün bunlar aynı şeyin farklı sonuçlarıdır.

Yani, Japonlar tam da saldırgan tabiatlı olmadıkları için saldırgan, kırılgan oldukları için katı, çekingen oldukları için cesurdurlar. Bunları hatırlayınca, şiir ve savaş da böyledir belki diye düşünmeden edemedim. Belki de İran, şiirin ülkesi olduğu için hiç bitmeyen savaşların da ülkesidir. Bu trajik kaderin derinlerinde, hayatın içsel şiirselliğinin dış dünyada bir türlü tezahür edememesi, insanların iç dünyalarıyla dış dünyaları arasındaki o korkunç uzaklık vardır. Bana her zaman İranlılar sürekli kendileriyle savaş halinde gibi gelmişlerdir bu yüzden. Hem çok tedirgin hem çok emin hem çok inançlı hem çok sorgulayıcı hem çok savaşçı hem de çok barışçı. Kiyarüstemi barışçı yanındadır şüphesiz: “Foto muhabiri savaş sahnesinden haberleri aktarır, bense doğayla birlikte barış sahnesinden haberleri aktarıyorum.” (s.50).

Benedict’in izinde, Kiyarüstemi’nin sözleri ve sinemaya olan yaklaşımlarına dair fikirleri eşliğinde düşünmeye devam ettim İran’ı…bu arık toprakların derin halkını…Bir İranlı İran’a, binlerce yıllık kökleriyle tutunur. Dünyanın neresine giderse gitsin hep İranlıdır. Hemen anlaşılır. İranlılar ülkelerinden hep giden ve hiç gidemeyen insanlardır. “Toprağa kök salmış bir ağacı alıp bir yerden başka bir yere diktiğinizde o ağaç artık meyve vermez. Verirse de meyvesi asıl yerindeki kadar iyi olmaz. Doğanın bir kuralıdır bu. Sanırım ülkemden ayrılmış olsaydım ben de o ağaca benzerdim.” (s.114).

Kiyarüstemi dışarıdan görünen İran’la, özellikle Amerika’dan görülenle gerçek resim arasındaki muazzam farkı çok güzel anlatır: “Kitle iletişim araçlarından, Amerikan televizyon kanallarından edindiğiniz İran resminin gerçek İran olmadığını biliyorum. İran’ın güzel şeklini görebiliyor musunuz? Tıpkı uyuyan bir kedi gibi. Hazar Denizi kedinin üstünde, başının hemen yan tarafında ve Basra Körfezi de altında. ‘İran’ dört harftir; çocuklar okula gittikleri ilk gün ülkelerinin adını nasıl yazacaklarını öğrenirler.” (s.73).

Kiyarüstemi’yi okudukça İran’ın bir zıtlıklar ülkesi olduğuna daha çok ikna oldum. İran aslında kendi içinde yaşayan bir toplum olduğu için bu denli şiirsel ve bu denli şiirsel olduğu için herkese uzak ve kapalıdır. Sembolik, ezoterik ve ritüellerle dolu. Asla uzaktan çalışılamayacak bir yer. Ona hep “yakın plan” bakmak lazım. Kiyarüstemi, sinemada yakın plan bakmanın insanın iç dünyasıyla gündelik hayatı birleştirdiğini, insanların yüzlerinde derinlerden gelen acıların, öfkelerin ve hayat karşısındaki bilinmezliklerin görülebileceğini söyler. “Yakın çekimlerde bireylerin aklından geçenleri okuyabilirsiniz.” (s.83). Bu ülkeye neden bu kadar uzak olduğumuza onun Yakın Plan filminden hareketle düşünmek güzel olurdu.

İran söz konusu olduğunda insanlar o kadar dünyadan kopukturlar ki özellikle uzaktan bakan Batılılar için gerçek değilmiş gibi görünürler. Egzotik ve düşsel bir yer gibidir. İnsanların kıyafetleri, siyasetin her şeye nüfuz eden resmi yüzleri ve gündelik hayatın her yerini saran şiirselliğiyle gerçek dışıdır! Oysa Kiyarüstemi sineması gibi bir düşselliktir bu, asla gerçeklikten kopuk olmadığı gibi bütün egzotikliği gerçekliğin başka bir formundan ibarettir. “Sinema, hayatın vasatlığından düşler dünyasına bakan bir pencere sağlayabilir. Gerçeklik, düşlerin fırlatma rampasıdır. Her şey gerçeklikten başlamalıdır, tıpkı bir uçurtmayı rüzgâra doğru fırlatıp iplerinden tutup çektiğiniz gibi. Uçurtma ipleri bizi gerçekliğe götürür.” (s.22).

Uçurtmanın ipleri bizi gerçekliğe götürürken bir yandan da ondan uzaklaştırmaktadır. Uçurtmanın peşinden giden insan, gerçekle düşseli iç içe ve ayrıştırılmaz bir biçimde yaşar belli bir süreliğine. Buna, rüzgâr ve çocuksu bir neşe eşlik eder. Bir süre sonra, uçurtma gittiği için mi gitmekteyizdir yoksa biz gittiğimiz için mi uçurtma süzülmektedir, belirsizleşir. Tıpkı hayatın kendisi gibidir, bu durum. İnsanlar ne çekip gidebilirler kolayca ne de geride kalıp bekleyebilirler. İplerinden bağlıdırlar topraklarına ve bu durum hem uçamaz hale getirir, bir çıkışsızlık yaratır hem de gerçekliğin peşinden çocuksu bir coşkuyla gitme arzusu uyandırır ve her şeyin ötesine geçen bir şiirsellik yaratır. Kiyarüstemi, bu insanlara seslenir bir yerde: “Yaşamayı seçiyorsanız iyi yaşayın. Çok sayıda insan çıkış kapısının önünde bekliyor: Ne hayata gönüllerince katılıyorlar ne de çekip gidebiliyorlar. Hayatlarını ölümün gölgesinde sürdürüyorlar.” (s.35).

Kiyarüstemi, birkaç yerde ısrarla İran’ın zannedilenin aksine çok-kültürlü bir yer olduğuna değinir. Söyleşilerinde, çok-kültürlü olmanın Batı’nın tekelinde olmadığı havası kolayca hissedilir. Buralar, kadim topraklardır ve yalnızca bugünkü yaşayan kültürlerle de değil, sayısız geçmiş kültürün hala bir biçimde yaşadığı, mistik bir çok kültürlülükle de yüklüdür: “Tahran’da bir kaldırımda yürürken Türkler, Kürtler, Araplar ve diğerlerini bir arada görürsünüz. Tıpkı New York’taki bir kaldırımda Amerikalıların nerede olduğunu merak ederken her türden insanı görmeniz gibi.” (s.75).

İran, kahramanları çok olan bir kültürdür ve belki tam da bu yüzden Kiyarüstemi, sineması için şunu söyleme ihtiyacı hissetmektedir: “Esasen, kahramanlara tapınmaktan hoşlanmam, çünkü herhangi bir kahramanın hayatının ayrıntılarını ne kadar çok deşerseniz, bilmemeniz gereken o kadar çok şey öğrenirsiniz.” (s.111). İran belki biraz da bilmememiz gereken bir yerdir!

İran’ın içinde bulunduğu durumu çok iyi anlattığını düşündüğüm, Kirazın Tadı yönetmeninin çok sevdiği bir şiirin dizeleriyle bitirelim: “Emin değilim, yol ayrımında duruyorum. Bildiğim tek yol dönüş yolu.” 

- Advertisment -