Geçen pazar yayınlanan “İlk aşk, ilk öpücük” yazımdan devamla, sinemaların bizim kuşaktaki yeri ayrı. Sözlü tarihimizin de geniş perdesi, “sinemaskop”u… Lâkin filmlerin afişlerine gururla “Renkli Sinemaskop” yazılması da zaman alıyor. Özellikle Yeşilçam filmleriyle siyah-beyaz büyüyenlerin hayatı, anca ergenliğinde renkli.
Ankara’da, Bahçelievler-Emek’te bu mevzuda da şanslıyız. “Mahalle” Renkli Sinemaskop yabancı filmler oynatan sinemaların ortasında. Ünlü sinemamızın adı bile öyle; “Renkli Sinema”. 60’ların ikinci yarısında aniden yanıyor. Sabotaj iddialarının da dile getirildiği yangın sırasında gösterimdeki filmin adı da gizemli: “Mumyanın İntikamı”… Ondan önce halkının taş olduğu “Pompei’nin Son Günleri”ni de orada seyretmişiz. Daha önce de değindiğim felaket tellalımız Mehlika Teyze’ye göre, “Kıyamet geliyorum demiş…”
Çoğu kez “Tabanvay”la gittiğimiz Maltepe’deki, Kızılay’daki sinemalar da iki buçuk, üç saatlik dev yapımlarla rengârenk. Ama “Psycho”, “400 Darbe”, “En Uzun Gün” gibi filmlere de siyah-beyaz diye burun bükmüyor kimse. Düşleyince renkli zira.
Boşuna “büyülü fener” değil
İç dünyamızı renklendirmesinin yanında dış dünyayla temasta da sinema hayatî. Her yerde öyle esasında. “Işığına tavşan olduğu filmler”iyle sinemaya da sevdalı Murathan Mungan’ın deyişiyle, “Sinemalar! Boğucu taşra kentlerinin dünyaya açılan büyülü ufukları… Dünyanın her yerinde…”
Sinema! Tüm şehir ona küs de olsa Kemal Burkay’da bir tebessüm imkânı, Dersim yazılarında (ovalarında) bir vaha; “Belki şehre bir film gelir /Bir güzel orman olur yazılarda /İklim değişir, Akdeniz olur /Hadi gülümse”. Boşuna “büyülü fener” dememişler. Çocukluğumuzda “Sihirli lambalı” Alaaddin’in bile pabucunu dama atıyor.
Tek kanallı televizyonun deneme yayınının ortaokul yıllarını, TV’nin evlere girmesinin liseyi, renklisinin üniversiteyi, çok kanallısının 30’lu yaşları bulduğunu düşündüğümde muhtacız da sinemaya. Sinema olmasa aynaya bakıp “Ayna ayna, söyle bana benden güzel var mı dünyada!” diye geçecek ömür. Yanılsama sinemada güzel, umut orada, “32 kısım tekmili birden” aşk orada.
“Bir öpücük ver bana”
Sinemalı hikâyelerimiz “film anlatıcıları”yla da büyülü, hatta otobiyografik roman. Bu yıl yitirdiğimiz Füruzan’ın romanı, filmiyle de adı üstünde; “Benim Sinemalarım”… Geçen hafta değinmeye çalıştığım “sinemada ilk öpüşme sahneleri”nden öte “ilk öpücük”te de yeri başka. İlkini bırak, bir zamanlar “bir öpücük”, anlık, bir tanecik busecik efsane. Tahayyülü bile…
Yeri gelmişken sazlı-sözlü tarihimizden örnek de vereyim: Sevdiğini “beklemişsin gelmemiş”. Üstelik onu “sevdiğini bile bilmemiş”. Normal olarak “gözyaşını da sil(e)memiş”. Ama sen soruyorsun yine de: “Hiç mi beni sevmedin?” Üstüne kafadan giriyorsun meramına: “Bir öpücük ver bana /Yalvarıyorum sana…” Yetmiyor, “Beni kucaklasana /Kollarına alsana!”
Yesari Asım Arsoy’un bu minvaldeki “Bekledim de gelmedin” bestesi, “şarkılardan fal tuttum, film yaptım” nâ(ğ)mesini pek seven Yeşilçam’a film bile oluyor, 1963’de: “Bir Öpücük Ver Bana.” Ama komedi; oyuncularıyla, Suna Pekuysal, Öztürk Serengil, Vahi Öz’le seyirciye vaadi de pek romantik sayılmaz.
“Âşıkların Yuvası: Localar”
Sevdiğine kavuşamayan “Debreli Hasan”ın büyüdüğü Drama’da doğan Arsoy’un film gibi şarkısı, öpüşmenin tahayyülü, girizgâhı, “aşk”taki seyrinin yanında, yeri-zamanını da aklıma tarihten getiriyor. Sinema “çıkma teklifi”nde çıkılacak yerlerin de büyülü adresi… Aynı dirsekte koltuk koltuğa/kol kola film de izlersin, küçük bütçeli film de çevirirsin.
Konuya oralardan girince, bir dönem sinemaların “Loca”ları zaten efsane. O konuda rengârenk kaynaklar da var. Aydın Çam’ın “Âşıkların Yuvası, Sinemanın Locası: Sinema Mekânlarının İçsel Ayrımlarından Biri Olarak Locaya ve Locanın İşlevlerine Tarihsel Bir Bakış” makalesi enteresan mesela. Taşradan büyük kentlere farklı bir hayatın, saltanatın odası… Belki ona da değinmeye çalışırım bir ara.
“Duhûliye”nin farklı anlamı
Sinemada sadece sınıf, “mevki” itibarıyla değil, mahrem buluşmalarıyla edebî yahut edepsiz hikâyelerin de ayrıcalıklı mekânı. Profesyonel, matineli “aşk”larıyla da ünlü… Öyle yüksek mevkilerde kapını dışarıya kapatabiliyorsun. Filmin başlıyor…
Ama pahalı… 1940’larda salonda “Duhûliye” bileti 25 kuruşken, “Loca” 250 kuruşmuş. Duhûliye’de, yani öndeki, en ucuz koltuklarda oturuyorsan filme hakikaten “duhul” oluyorsun. Dev perde burnunun dibinde olduğu için masa tenisi gibi seyrediyorsun filmi. Locadaki filme de duhul olmaya çalışanların boynu çift taraflı tutuluyor.
“Mecnun”a her yer loca
Locaları manzaralarıyla değil efsaneleriyle hatırlıyorum. Bizim zamanımızda Ankara’daki sinemaların çoğunda kalkıyor. Gerçi “mecnun”a her yer loca. Âşıklar herkesi kör, sağır sanınca, üstüne ışıklar da sönünce… Kavuşan eller, çalınan öpücükler, bireysel yaratıcılık, “cüret”in kerevetinde “sine-masal”lar, sarmaş dolaş “şehir efsaneleri”ni de zorluyor tabii.
Saklıyor sinemalar, sinemaya saklanılıyor da; yağmurda, ayazda, karda, yalnızlığında… “Masuniyet”in yanında herkes gittiği için bir tür masumiyeti de var esasında. Başşehirde “Sinemaya gidiyoruz” da, ortadan kaybolduğunda “Sinemaya gittik” de sıradışı bir cümle değil o zamanlar. En azından bazı semtlerde, hanelerde…
Hatta sinema izdivaç yolunda önceki kuşağın “ilk görüş” mekânlarından. “Görüş”me, buluşma mekânları bir elin parmaklarını geçmiyor zaten o yıllarda. Yapılan “piyasa” da bulvardaki Bulvar Sineması, Bulvar Pastanesi, Bulvar Muhallebicisi üzerinden. Bizim zamanımızda gündüzleri “gençlik çayları” da düzenleyen Bulvar Gazinosu da efsane. Adı öyle konmasa da Ankara’da “sokak çocuğu”ndan önce ana-babamızın elinden tutan “bulvar çocukları” kuşağıyız.
Sinemaskop görücülük…
“Sinemaskop görücülük”te bizzat, ilk elden dinlediğim 70 yıllık bir hikâyeyi de aktarayım. Aynıyla vâki: Birbirleriyle ahbaplığı da olan iki ailenin erkek tarafı diğer ailenin güzelliği dillere destan kızını gözlerine kestiriyor. (Görücü usulünün ilk aşaması göze kestirmek.) Ve ailelerin büyük hanımları aralarında gizlice anlaşarak, iki gencin birbirini görmesi için bir mizansen hazırlıyorlar.
Ankara’da görücülük de modernleşmiş ama nerede olacak? Gelin adayını hamamda görme geleneği baştan iptal; damadın 5-6 yaşında filan olması lazım. Hipodrom da olmaz; bayram değil seyran değil. Muhallebici desen iki tarafın görücü heyeti sığmaz. Gar Gazinosu hem pahalı, hem sürprize açık; aniden dansöz Nana fırlar ortaya… Damat adayının da gözü değerse, muhtemel izdivaç baştan yara alır.
Pikniğe gitseler, istop filan derken sıra “saklambaç”a da gelecek. Sonra koydunsa bul, aran dur. Ev ziyareti de -kazık kadar oğlunu yanında götürdüğünde- nereden baksan “görmeden kız isteme”ye dönüşecek o devirde. Dükkân gezmesi misali “Bi bakmaya gelmiştik” de pek münasip değil tabii.
“Sevinçler deri kokardı”
Yer belli esasında; elbette sinemada… Hep gidiliyor. “Görme yeri” de devrin en şık sineması olan Kızılay’daki Büyük Sinema. Sadece sahnesi-salonu-balkonuyla değil şânıyla da büyük. Öyle sinemalar Edip Cansever’in dizelerinde de efsane; “Sinema koltukları katkısız deridendi /Plastik filan yoktu /Gişe önleri ve meyvalı gazozlar deri kokardı /Yağmurlar deri kokardı /(…) Sevinçler deri kokardı”.
İki ailenin (g)örücü heyeti, iki genci de yanlarına alarak sinemada buluşuyorlar. Gitmeden önce geline damat adayının, damada da müstakbel gelinin orada olacağı fısıldanıyor. Yani o film başka film, film içinde film var.
Sinemanın önünde her gördüklerine “İşte bu!” demesinler diye, birbirlerinin kibrit kutusu kadar vesikalık fotoğraflarını önceden gösteriyorlar. Ama canlı canlı da bir görmeli değil mi insan… O dönem Photoshop olmasa da stüdyo fotoğraflarında rötuş, renklendirme filan resim sanatı. En “güzel” hâlinle, duruşunla poz veriyorsun, sonra da “Biraz tebessüm!” diyen fotoğrafçı sanatını konuşturuyor. Öyle insanlar tanıyorsun ki ömrü boyunca tek tebessümü o vesikalıktaymış meğer.
Çeyizdeki sinema bileti
Giriyorlar salona, koltuklara oturuyorlar. Oturma düzenini o günlerin gelininden, İlhan Hanım’dan dinlemiştim: “En sağa, sıranın başına Turan’ı, en sola-sona da beni oturttular. Arada 10-15 kişi var. Eğilmeden, usulca bakmak mümkün değil. Denk getirip bakacakken ışıklar söndü…”
Yanıtını tahmin ediyordum zaten ama ikisine de ayrı ayrı “İzlediğiniz film neydi?” diye sormuştum. Hayatı boyunca sinemada seyrettiği hiç bir filmi unutmayan, hatta artistlerini tek tek sayan İlhan Hanım bile bilemedi. Ama o filmin yer numarasından ibaret biletini ölünceye kadar saklamış.
Gözlerini başka, daha kıymetli, filmlerden de uzun ömürlü bir perde örtmüş demek. Sonra Gençlik Parkı Nikâh Salonu’nda evleniyorlar. Artık o günlerde pek âdet olmayan “balayı” niyetine mi bilmem, ertesi gün yine sinemaya, oradan da yemeğe gidiyorlar.
Seyrettikleri film, 1953 yapımı “From Here to Eternity (İnsanlar Yaşadıkça)”… O artık hafızada; belki sinema tarihine de geçen Burt Lancaster’la Deborah Kerr’in o cüretkâr “kumsaldaki öpüşme” sahnesinin bilinmez duygularıyla da…
Masumiyetin yitirilmesi
Yazı dizime ilham olan “ilk öpücük”e gelince o muamma; sormak da, ilk elden dinlemek de zor, münasebetsiz o zamanlar. Birçok insan onu da ilk kez beyazperdede görüyor, belki oradan öğreniyor. Hatta öpüşme sahnelerini “sinemanın masumiyetini yitirmesi”nin miladı olarak görenler de vardır muhtemelen. İnsanların sinema salonunda öpüşmesi bir yana, beyazperdedeki öpüşme sahneleri de tarihi olay.
Önceki yazımda dünyadaki hâliyle değindiğim gibi “Kimin, kiminle, nasıl, nerede, ne zaman” öpüştüğü bir bakıma ahlâkî kamuoyu yoklaması: “Kabul edenler, etmeyenler…” O yönüyle özgürlükle taassubun, hoşgörüyle hoşgörüsüzlüğün, sansürün, yasağın da perdedeki temâşâsı.
“Tarih” olamayan tarih
Bize gelince… İlk öpücükten sonra baştan çıkan “o tarih” bir türlü tarih olamıyor. Portakalın altını bile o endazede kazınıyor bazen. Oysa Türkiye’de beyazperdede öpüşmenin miladı 1919’da “Mürebbiye” filmiyle kayda geçmiş. Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan uyarlanan sessiz bir film(cik)…
“İlk erotik film” diyen bile var. Lâkin internetten seyrettim, bence o sayılmaz. Filmde “aşığını” odasına alan Fransız mürebbiye ona “Sonra gel…” gibilerinden bir hareket yapıyor. Adam da epeydir tuttuğu kadının elini öpüp gidiyor. Gördüğüm tek “öpüşme” sahnesi de o.
Fransız mürebbiyeye yasak
Adam gittikten sonra aniden evin beyi, “efendi”si dalıyor odaya, bir kıyamet kadının aşığını arıyor odada bulamıyor. Belli o da “âşık”… Kadını itip kakıyor, sonra gardırobu açıyor. Ama o da ne! Dolaptan üçüncü “âşık” çıkıyor. Başka bir şey yok. Sadece hâl-tavır-durum müstehcen, îmâ “erotik”. Eh o da yetiyor RTÜK gibi derdi o olana.
Mürebbiye Angel’in Fransız olması ise İstanbul’daki işgal kuvvetlerinden Fransız bir subaya dert oluyor. Bildik dertlerden; “Bir Fransız kızının böyle gösterilmesi… Onun şahsında…” filan. Film generalin emriyle yasaklanıyor. Velâkin el altından gösterilmeye devam ediyor. Her cephede direneceksin.
Dünyadan geri kalmamak
İlk öpüşme sahnemize gelince aslında dünyadan çok da geri kalmamışız. Yani “ilk kez”i bakımından. Muhsin Ertuğrul’un 1932’de çektiği filmde Emel Rıza ve Ercüment Behzat Lav basbayağı dudaktan, tutkuyla öpüşüyor. Bahçede, ayakta… İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin sembolü olan yukarıdaki fotoğraftaki kadar uluorta, devirmeli olmasa da safahatıyla öyle bir şey.
Filmin adı da mânâlı: “Bir Millet Uyanıyor”. Öpüşme sahnesinde anlatıcı durumu hemen masumlaştırıyor, hatta ulusallaştırıyor tabii: “Artık zafer kazanılmış, hasretlikler bitmiş, zafer şenlikleriyle beraber düğün hazırlıkları başlamıştı. Yüzbaşı Davut da sevgilisine kavuşmanın saadeti içinde…”
Şüyûu vukuundan sanat
Beyazperdede bir dönem de öpüşmeye giden adımlardaki “sine’masal” ustalıkla, titizlikle geçiyor. Şüyûu vukuundan sanat, diyebilirim. Spontane, şap diye öpüşmeler, bayram-seyran değilse bir anda “kondu” buseler uygun da, makbul da değil. Öpüşmeye gelinceye kadar ne sahneler var.
Öpüşmenin tahayyülü, hazırlığı, kadınla erkeğin bir an dilini yutması, o sessizlikte film müziğinin değişmesi, gözlerin kapanması, o hissiyata giren seyirciye “Hah, tamam, şimdi geliyor” dedirtiyor.
Velâkin Yeşilçam’ın bir zamanlar varsaydığı “genel ahlak, milli, manevi, ailevi değerler”e gösterdiği titizlik, otosansür öpüşmede zirve yapıyor. Dudağın dudağa değmediği öpüşmelerle geçiyor bir dönem. Iskalama, yanaktan yanlama, alında kutsallaştırma, elden usulca bileğe yürüme, alın alına-burun buruna, uzak çekim -öpüşmeden- başı sağa sola sallama… Tertemiz, masum aşklarla bembeyazperde.
“Eski hamam içinde…”
“Sonrası tufan…” desem yanlış anlaşılabilir ama 70’li yılların ikinci yarısında şahlanan seks furyası malum. Çok af’edersiniz “öpüşme” yerine “yiyişme” de o dönemin deyim-i farikası olabilir. Her yönüyle en pespaye, en “erkek”, en ucuz piyasa, iki darbe arasında sinemaya da ekstra darbe.
Öpüşmede bile böğür böğür, hapır hupur, “French” filan değil hakikaten “iğrenç kiss”in, cinsel saldırının hem de en gülücüklü halleri! Dövüşürken de sevişirken de kahkaha atan, böğüren, bildiği/bellediği o role giren “kahraman”lar. Böyle bir yazıda bile dilimin varamayacağı, dile de tecavüz eden film isimlerinin yanında, o aktörlerin lakapları yeter o dönemi anlatmaya. O lakaplarla Yeşilçam’ın “kötü kahramanları” sevimli bile oluyorlar.
Bugün televizyondaki “öpüşme sahneleri”nin, “îmâ”ların gerdiği makamların da meseleyi “Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde…” tekerlemesine dönüştürmesindeki ısrarı ise ayrı hikâye. “Bir dokun, bin oh-ah-vah işit” kurumu… Gelecek pazar “Benim Sinemalarım”dan devam etmeye çalışacağım.