Dindar olarak bilinen insanların din ile hayatı buluşturmayı ne oranda başardığına dair bir gösterge olarak, zaman zaman aklıma gelen bir soru vardır: Bu ülkede dindar olan ve olmayan iki patronu nasıl ayırt ederiz?
Bu sorunun cevabı bellidir. Dindar patron içkiden uzak durur, beş vakit namazını kılar, evliyse parmağında gümüş yüzük vardır ve genellikle eşi başörtülü olur.
Konu doğrudan bu patronların yaptıkları işle ilgili tavır alışlara geldiğinde ise, dindar olan ile olmayanı ayıracak göstergelerin neredeyse silikleştiğini, hatta çoğu durumda tavır alışların birebir örtüştüğünü görürüz. O sebepledir ki, ‘faiz’i dahi o ayırıcı özelliklerden biri olarak zikredemedim. Çünkü şahsî hayatında dindar olarak bilinen ve ibadetlerde hassasiyet gösteren birçok işadamı,haramlığı ‘nass’la sabit faiz sözkonusu olduğunda, özellikle de devlet bankalarından ucuz kredi temini imkânı varsa, ‘homo economicus’ refleksleriyle beliriyor karşımızda. Hepsi böyle demiyorum, ama bunun yaygın bir durum olduğunu bir derece iş ve ticaret hayatıyla teması olan herkes biliyor.
Şu soruları sorduğumuzda ise, iki patron neredeyse birebir aynı refleksler ve tercihler karşımıza çıkmakta:
Çalışanların hukukunu ne derece gözetiyor? Misal, işçisinin sendikalaşma hakkını tanıyor mu, yoksa böyle bir teşebbüs işten çıkarma tehdidiyle mi karşılaşıyor? Çevre karşısında duyarlı mı? Daha az kâr etmeyi göze alarakçevreye zarar verecek faaliyetlerden özellikle mi uzak duruyor, yoksa merkezî veya yerel yönetimlerle kurduğu ilişkiler yoluyla çevreye zarar veren faaliyetlerde bile muafiyet mi sağlamaya çalışıyor? Hiç nüfuz kullanarakaslında hak etmediği bir ihaleyi aldığı olmuş mudur?
Soruları uzatmak mümkün.
Ama bu kadarı bile, iki patron arasında dindarlıkla ilgili ayrışmanın belli bir alanla sınırlı kaldığınıanlamamız için yeterli. Hayatın, siyasetin, hele ki ekonominin daha geniş alanlarında, her ikisini ‘patron’ ya da ‘işadamı’ olarak benzer refleksleri sergiler halde görüyor gözlerimiz. Biraz daha netleştirelim: İş söylemegelince, TÜSİAD’ın tam karşısına yerleşmiş gözükenMÜSİAD’ın üyelerini, bu sorular gündeme geldiğinde isetercihlerde ve reflekslerde onlarla ortaklaşır halde buluyoruz. Öylesine bir ortaklaşma ki, onbir aydır Filistinhalkı İsrail’in soykırım derecesinde zalim ve hayasız saldırısına maruzken eli kanlı İsrail’e mal tedarikinde biledindarlığın bir engel oluşturamadığını, nice dindar işadamında bile ticaret ve kâr refleksinin galebe çaldığınıilgili haberlerden biliyoruz.
Başta sorduğum soruya cevaben hayatın içinde süzülüp gelen bu gerçekler, sürekli tırmandırılan dindar-seküler gerilimi ardında gizlenen asıl gerilim hatlarından birine dikkat etmem gerektiğini düşündürür bana. Sağ-sol, dindar-seküler, Sünni-Alevi, Türk-Kürt, Müslüman-gayrimüslim ayrıştırmaları Türkiye’de kimlik tanımında en çok konuşulan hususlardır. Ama içine düştüğümüz siyasi ve ekonomik adaletsizliklerin hâkim sebebi olan asıl ayrışma çizgisi, tam da bunlar konuşulduğu için gizli kalmakta ve hükmünü icra etmeyi sürdürmektedir. Hayatın sadece sınıf çatışması üzerinden okunmasını doğru bulanlardan değilim, ama öte yandan sınıf çatışması bu dünyanın da, bu hayatın da, bu ülkenin de gözardıedilmemesi gereken bir gerçeği. Nitekim dindar olan ve olmayan iki patron, “Söz paradan açılınca, herkesin dini birdir” sözünü doğrularcasına, kâr maksimizasyonu ve sınıf çıkarları sözkonusu olduğunda pekâlâ aynı reflekslerikuşanıyor.
Sonuç itibarıyla şunu görüyoruz: Birkaç göstergede ayrışan dindar olan ve olmayan iki patron, iş tutuş biçimlerinden tüketim ve harcama kalıplarına kadar birçok alanda, hem kendi başına hem de ailece aynı sınıf ayrımı, bilinci, hatta yeri geldiğinde dayanışması ile hareket etmektedir. Bu sebepledir ki, sözünü ettiğim birkaç gösterge dışında, dindar bir patronun hayatın içindekitercihleri dindar bir işçinin tercihlerinden ziyade dindar olmayan bir patronun tercihleriyle örtüşür. Benzer şekilde, dindar bir işçinin asıl kader ortağı, dindar olmayan iş arkadaşıdır; hem çalıştığı işyerindeki, hem genel olarak ülkedeki adaletsizlikler, patronları ister dindar olsun ister seküler, ikisini birden vurur. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, sağcı-solcu kimlik tanımları içerisinde ayrışan iki işçi açısından da durum farklı değildir.
Gelin görün ki, bu ülkede kapitalizmin ilk adımınıattığı zamanlardan beri işleyen ve hemen her zaman sonuç da alan bir illüzyon var. Sermaye sahipleri, son tahlilde kârlarını azamîye çıkarmak için bütün imkânları kullanır,hükûmetlerin ve bürokrasinin gücünü ve rüzgârını da bu uğurda arkasına alır, öyle ki ülkenin en çok kazananı oldukları halde en fazla vergiden muaf olanı olmayı bile başarıp buna karşılık maaşını milletten toplananvergilerden alan emniyet güçlerinin yasal hak olan bir grevde işçilerine karşı konuşlanması için siyaset ve bürokrasi içindeki nüfuzlarına başvururlarken, dindar olan ve olmayan iki işçi kendisini farklı renklerde gözükse bile refleksleri ortak olan aynı mütegallibenin adaletsiz tutumuna maruz olarak görmez de yekdiğerine düşman gözüyle bakar. Bu ülkede sömürüden, işçiden, emeğin hak ve hukukundan söz eden ve gerçekten bu uğurda aksiyon üreten bir kesim, aynı zamanda dini ve dindarı sömürünün tarafında ve dolayısıyla kendisi için bir öteki olarak resmedip buna göre bir dil geliştirdiği için, geniş bir çalışan kesime sözünü ulaştıramaz haldedir. Öte tarafta bu ülkede milyonlarca dindar insan, ama kol ama zihin gücüyle çalışan, yani ancak emeğiyle geçinen insanlar oldukları halde, dine ya düşman yahut tepeden bakansolun şerrinden emin olmak için kendisini mevcutadaletsizliğin banileri veya sürdürücüleri yanında hizalanmaya mecbur bilmektedir. Ama işin aslını görmeyi çok zorlaştıran bir illüzyonla… Bu illüzyon ki bu ülkede çok azı hariç dindar ve muhafazakâr insanlara kapitalizmi ve kapitalisti dost, sosyal adaletten yana çaba gösteren farklı görünümlerdeki sol hareketleri ise düşmanı belletmiştir. Ama hata tek taraflı değil. Sömürüye olan haklı tepkisini sözde ‘bilimsel materyalizm’in peşine düşerek yahut kör bir kendini âlemin akıllısı bilme şehvetine kapılarak karartan, çürüten, mahveden sol söylemlerin bundaki rolünü bir kez daha hatırlayalım.
Halbuki, iş ekonomik düzene ve siyasetin ekonomiyle ilişkisine geldiğinde, farklı yelpazelerden hükûmetler bu ülkede gelip geçerken her zaman gemisini yürüten, her zaman siyaseti de, bürokrasiyi de kendi sınıfı lehine manipüle eden kesimin hangisi olduğunu apaçık görüyoruz. Kimi zaman açık, kimi zaman örtülü, hatta kimi zaman başörtülü bir suretle de karşımıza çıkan, ama özünde hep aynı refleksleri koruyan bir kapitalist düzen bu ülkede hükmünü icra ediyor. Kapitalist mütegallibe için, hükûmetlerin sağcı mı solcu mu, dindar mı seküler mi, muhafazakâr mı liberal mi olduğu önemli değil; kim siyasal ve ekonomik alanda kendileri lehine tercihler yapıyorsa onlar baş tacı. Ama bu düzenin devam etmesi için, sermayedar sınıfın gösterdiği ortak refleksin ve dayanışmanın bir benzerini emeğiyle geçinenlerin göstermesinin önüne geçmek gerekiyor. İşte orada, dindar-seküler, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gerilimleri derken, olması istenen oluyor zaten. Emeğiyle geçinen on milyonlar bu gerilimlerin ve bu kimlik tanımlarının içinde birbiriyle boğuşurken, ekonomik adaletsizliğin en açık göstergelerinden biri olarak dolaylı vergilerin oranı da, toplam kamu gelirleri içindeki yüzdesi de giderek artıyor, büyük bir ekonomik krizin ortasında bankalar her yeni sene bir kere daha kâr rekorları kırıyor, artan vergilerle orta sınıfın beli kırılırken en çok kazananlara sağlananvergi muafiyetlerine sürekli yenileri ekleniyor, olmadı bürokratik inisiyatifler devreye sokuluyor…
Halbuki, son yirmiiki senesini alnı secdeye değen insanların yönetiminde geçirmiş bu ülke, bu zaman zarfında milli gelirini ikiye katlarken ekonomik eşitsizlik istatistiklerinde de zirveyi zorlayan bir ülke. Yani toplam rakamlar ve onun kişi başına milli gelire bölünmesi herkes zenginleşmiş gibi bir algıya yol açsa da, öyle olmadı; birileri bu süreçte çok zenginleştiği için rakamlar öyle gözüküyor. O kadar ki, gelir eşitsizliği ölçümü için geliştirilen indekslere bakılırsa, kapitalizmin ağababası ülkelerde bile hâkim ekonomik ve politik düzen bu ülkedeki kadar kapitalist değil. Orada uzun süren mücadeleler ve oluşturulmuş demokratik denge-denetleme mekanizmaları sebebiyle nisbeten tımar edilmiş bir kapitalizmin varlığına karşılık, burada devleti arkasına alarak bütün imkânları kendisine çekip bütün yükü emeğiyle geçinen zayıflara yükleyen kaba, arsız,yontulmamış, vahşi bir kapitalizm işliyor. Ama bir dindar olarak buna itiraz edecek olsak, susturmak için kılıflar da,kalıplar da, söylemler de dünden hazır: “Ama artıktesettürlü kadınlar da istediği işte çalışabiliyor. Ama bak Ayasofya da ibadete açıldı.”
Dindarlarımız, kapitalizm örtülü, hele ki başörtülüformuyla karşısına çıktığında pek savunmasız. TÜSİAD üyesi yaptığında itiraz geliştireceği şeyi MÜSİAD üyesi de yaptığında, hemen “din, iman, Müslümanların parlak geleceği, buna mani olmak isteyen dış güçler ve piyonları”diye başlayıp ilerleyen bir söylemle, en açık bir ekonomik zalimliğe karşı bile itiraz ve isyan hakkı elden düşüveriyor. Olmadı, işçisinin olması gereken hakkından kısarak elde ettiğinin bir kısmını dinî vakıf vesairelere aktarıyor olmasını bir fazilet olarak sunmaya çalışıyor birileri… Ve kimse de, işçinden kısarak verdiğin nasıl senin bağışın olabilir diye soramıyor.
Oysa rakamlar mesele eğer dindarlık ise ortadaki ekonomik tablonun dine ve dindarlığa ne sığabileceğini,ne de sığınabileceğini aşikâr biçimde gösteriyor. Faiz yasağından zenginin malında fakirin de hakkı olduğunu beyan eden zekât emrine… Kur’ân’da ilgili bütün hükümlerin muradının ne olduğu bir âyetle en açık biçimde beyan edilmiş durumda zaten: “O mallar, içinizden sadece zenginleriniz arasında dolaşan bir devlet(servet) haline gelmesin” (Haşr, 59:7).
Bu yüzdendir ki, kapitalizmi ‘hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidâne’ olarak tanımlayan Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ınbütününden anlaşılan bu murad üzerinden kapitalizme itirazını açıklıyordu: “…Bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış, onunu mümevveh [sözde, sahte] saadete çıkarmış, diğer onu da beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalîlindir ki; nev-i beşere rahmet olan Kur’an, ancak umûmun, laakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.” Serveti az elde toplayıp insanların ekserisini ücretli köle durumuna düşüren kapitalist düzen, Kur’ân’a da, insan fıtratına da aykırı idi ona göre. ‘Mâlikiyet ve serbestiyet devri’ diye ifade edilen bir düzene kavuşmakla insanlığın huzur bulabileceğini öngörüyordu.
Gelin görün ki, din servetin sadece zenginler arasında tedavül etmediği adaletli ve merhametli bir sosyo-ekonomik hayatı bize emrederken, alnı secdeye değen insanların iktidarında gelinen nokta, bilakis orta sınıfınzayıfladığı, en zengin ile en fakir arasındaki farkın astronomik düzeyde, zengin ile fakir arasındaki farkın ise devâsâ boyutta açıldığı bir ülke gerçeğini önümüze koyuyor. Dünya genelindeki ekonomik adaletsizlikler üzerine çalışma yapan farklı kurum ve kuruluşların ortaya koyduğu kriterler, bu gerçeği açıkça belgeliyor. Misal mi? Dünyaca meşhur iktisatçı Thomas Piketty’nin kurduğu Inequality Lab’in yayınladığı Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre, Türkiye’de en fakir yüzde 50 toplam millî servetin sadece yüzde 4’üne sahipken, en üstteki yüzde 10 bu servetin yüzde 67’sini elinde tutuyor. Başka raporlar da Türkiye’nin Avrupa ülkeleri içerisinde gelir eşitsizliğinde birinci sırada yer aldığını gösteriyor. Bir rapora göre, en zengin yüzde 1’in servetten aldığı payda Türkiye Avrupa birincisi iken, en zengin yüzde 5 ve yüzde 10 açısından bakıldığında en eşitsiz üçüncü ülke durumunda. Türkiye’nin en zenginleri toplam servetteki payları itibarıyla birinci sıradayken, yetişkin başına düşen servette ise Türkiye açık ara farkla en son sırada yer alıyor.
Bu rakamların da belgelediği üzere, ‘dindarların iktidarı’nda Türkiye, zengin ile fakir arasındaki farkın giderek açıldığı, vergide zengin lehine zayıfın aleyhine tercihlerin daha da keskinleştiği, gelir eşitsizliğinin daha da büyüdüğü bir ülke haline geldi. Üstüne, bir önceki yazımızda bir derece irdelediğimiz, ‘bizden olan-olmayan’ ayrımıyla “Emaneti ehline veriniz” ilâhî emrinin çiğnenmesi sebebiyle çalışan kesim içerisinde oluşan ilaveeşitsizlikleri de tabloya ekleyelim.
Bu şartlarda, iki yol var: Ya dindarlar Kur’ân’ınekonomik adaletsizliği gidermeyi de emreden ‘sarp yokuşu tırmanma’ çağrısına uyanır ve mucebincedavranırlar, yahut bu gerçeğe uyananların din ile aralarındaki mesafe giderek büyür.
Her hâlükârda, hayatın tek gerçeği olmasa da, sınıf gerçeği sert ve acımasız biçimde apaçık önümüzde…