Üç haftalık bir aradan sonra, “evrensel” müzeler ve kültür ürünlerinin iadesi konulu bu diziye geri dönüyorum.
Bıraktığımda, müzelerin önceli ve habercisi olarak nadire dolaplarından bahsediyordum. Kronolojik açıdan, şimdi on yedinci ve on sekizinci yüzyıllara gelmiş bulunuyoruz. İlk denizaşırı imparatorluklar artık iyice serpiliyordu. Sömürgecilik kapsamında, nadire koleksiyonlarını ganimet ve trofe biriktirmek izledi. Avrupalı gezginler çoğu avcılıkla ilgili silâh ve objeleri edinmeye yöneldi. Bunlar nüfuz etme, fethetme ve hükmetme dürtüsünün somut ifadeleriydi. Aynı zamanda doğa tarihi ve etnografya örneklerini temsil ediyordu.
Nesnelerin etnografik bağlamlara oturtulması ve bu suretle “inşa”sı, kavimlerin ve âdetlerinin bilimsel tarif ve tanımını öne çıkarırken, birincil, metropol ve egemen Batı’yı “ilkel” ve egzotik kolonilerle kıyaslıyor, karşı karşıya getiriyordu. Bu, çok daha az uygar bir “Öteki”ne karşı üstün “Benliği” tanımlamanın bir yoluydu. Bu bilimsel tasnif ve organizasyon dürtüsü, iki yeni disiplinin devreye girmesiyle çakıştı: Kadimcilik ve Arkeoloji. Kadimcilik, yani Antiquarianism (Latince antiquaries = eski/antik çağlara ait), geçmiş kavim ve uygarlıkların ürettiği eski ve nadir objelerden hareketle geçmişte bunları üretmiş olan kavim ve uygarlıkların geleneklerini, sanatını ve toplum yapısını anlamaya çalışan çok-disiplinli bir arayıştı. Henüz Tarih değildi, ama Tarihe doğru bir ilerleyişi, Tarihe ulaşma çabasını içeriyordu. Arkeoloji ise, satıh araştırmaları ve kazılar yoluyla yerin üstü ve altındaki mimari ve sair kalıntılarda somutlanan maddi kültür üzerinden insan faaliyetinin incelenmesini içeriyordu. Zamanla Kadimcilik çok daha titiz ve bilimsel bir disiplin olarak Arkeolojiyi besledi; Aydınlanma çağında yerini artık tamamen ona bıraktı.
Kadimcilik ve Arkeoloji, birer tasnif ve dönemlendirme yaklaşımıydı. Sömürge veya yarı-sömürge ülkeleri Batı’nın askerî olmayan keşiflerine açmada çok önemli bir rol oynadılar. Daha önceki nadire dolapları, ziyaretçi ve seyircilerine öncelikle egzotizmleri sayesinde huşu ve ilham veriyordu. Ama artık koleksiyonerler bilginin organizasyonunda yoğunlaşmaktaydı. Taksonomiler ve toplulaştırmalar, denizaşırı ülkelerden getirilen nesneler ile Avrupa arasında kurulan ilişkiler, yeni bir anlam yaratma sürecine tanıklık ediyordu. “Büyük Çağlar” teorisi, teknolojiden yola çıkan gelişmeci bir perspektifle Taş Devri, Tunç Devri ve Demir Devri kavramlarını formüle etti. Maddi verilere bu şekilde yaklaşmak, kesintisiz ve doğrusal bir ilerlemeyi varsayıyordu. Başlangıçta ve uzun süre, bu tür bir gelişme ve ilerleme Batı medeniyetiyle özdeşleştirildi, sırf ona özgü kabul edildi. Dolayısıyla aynı zamanda ilkelciliği de, yani Batı ile aynı anda, aynı aşamalara ulaşmamış olanların zaten esastan, özleri itibariyle aşağı/lık olduğu fikrini de doğurdu. Bilgi, ilim, öğrenmek ile ideolojik önyargılar elele gitti. Günümüzde gelişimin dünyanın her köşesinde eşzamanlı olarak gerçekleşmediği (neredeyse evrensel) kabul görürken, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Kadimcilik ve Arkeoloji yalnızca muazzam bir bilgi birikimi yaratmak açısından değil, aynı zamanda Batı’nın ırkî üstünlüğü teorilerini yaygınlaştırmak açısından da büyük değer kazandı.
Zamanın bir başka ürünü de İlim Cemiyetiydi (learned society). Bu informel bir grup, bir sosyal çevre, giderek kendini bilgi arayışına adamış resmi bir kuruluş anlamına geliyordu. Tipik olarak soylular ve âlimlerden oluşuyor; mensupları topluyor, biriktiriyor, deney yapıyor ve tartışıyor; aynı zamanda kazılara doğrudan sponsorluk yapıyor ve sömürgelerden eser getirtiyordu. Bu topluluk ve derneklerden bazıları daha on altıncı yüzyıl gibi erken tarihlerde faaliyete geçti; ancak en ünlüleri, örneğin Londra’daki Royal Society (Kraliyet Topluluğu, 1660), Paris’teki Académie des sciences (Bilimler Akademisi, 1666) ve Society of Dilettanti (MeraklılarDerneği, 1734), daha sonra ortaya çıktı.
Bu tür cemiyetlerin üyeleri “Büyük Tur”a da (Grand Tour) katılarak bir diğer geleneğin doğmasına aracı oldu. Büyük Tur, yüksek sınıfların maddî imkânları yeterli genç erkeklerinin çıktığı uzun bir Avrupa yolculuğuydu. Zamanla bir yetişkinlik göstergesi olarak iyice yaygınlaştı. 1660 dolaylarından 1840’larda büyük ölçekli demiryolu taşımacılığının hâkim olmasına kadar serpilip bir tür öğrenim-ve-mezuniyet âyinine dönüştü. Öncelikle İngiliz soyluları ve büyük toprak sahiplerini kapsarken, buna zamanla diğer Protestan kuzey uluslarının zengin gençleri de dahil oldu. On sekizinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde Büyük Tur, Orta Avrupa’da da aristokratik öğrenimin düzenli bir parçası haline gelmişti. Turun birincil değeri, genç erkekleri Klasik Antikite ve Rönesansın kültürel mirasıyla, dolayısıyla kıtanın kibar sınıflarıyla tanıştırmaktı. Daha ciddî bir düzlemde, birçok genç âlim ve sanatçıya çeşitli sanat ve mimari eserlerinin görmenin biricik fırsatını sunuyordu. Ama bu aynı zamanda, sömürgeciliğin, emperyalizmin ve ulusal kimliklerin yükseldiği, siyasî bakımdan hassas bir dönemde, Batılı gençlerin “Benlik” duygularını (ve dolayısıyla “Öteki” anlayışlarını) inşa etmelerinin temelini teşkil ediyordu.
Bu, koleksiyonların oluşturulması ve içeriklerinin tanıtılması yoluyla, kelimenin çağdaş anlamıyla müzelerin kurulmasına büyük katkı sağlayan bir hareketin başlangıcıydı. Avrupalı gezginler Doğu Akdeniz dünyasında, yani Osmanlı diyarlarında giderek daha fazla zaman geçirir oldu. Dönerken sadece hatıra eşyası ve eski eser getirmekle kalmadılar; aynı zamanda gördüklerini çizdiler, yazdılar ve yayınladılar. Bu kitaplar geçmişe açılan pasif pencerelerden ibaret kalmadı; kendileri birer tarihî obje haline geldi. Taksonomi ve arkeoloji çalışmalarında birçok adım, çoğu zaman Dilettanti gibi cemiyetlerin üyeleri tarafından gerçekleştirilen bu seyahatlara bağlanabilir. 1749-1751’da, örneğin Robert Wood, John Bouverie ve James Dawkins adında üç kadimci, Doğu Akdeniz’in o zamana kadar turistlere kapalı kabul edilen antik sitlerine bir keşif gezisi düzenledi. Bouverie 1750’de öldüyse de, Wood ve Dawkins Suriye ve Doğu Akdeniz (Levant) kıyı şeridine yollarına devam edip Baalbek ve Palmyra kalıntılarına ulaştılar. Daha önce bu tür antik mekânlarda gerçekleştirilen kadimci çalışmalarda, sadece en pitoresk görüntülerle yetinilmişti. Wood bir adım daha ileri giderek (başlık resminde ve aşağıda görüldüğü üzere) sütunların, frizlerin ve tavan parçalarının oranlarını ölçüp çizdi ve kaydetti. Bu, kadimcilikte öncü bir yaklaşımdı; hattâ sadece onları değil, aynı zamanda on sekizinci yüzyıl sonlarında İngiliz ve Fransız mimarlarını da etkiledi ve bilimsel arkeolojinin yolunu açtı. Kuşaksal bir fenomen haline geldi.
Sömürge projesinin Avrupa’daki bir başka tezahürü ise dünya fuarları oldu. Bu tür uluslararası sergilerin ardında, Fransa’nın ulusal sergiler geleneği yatıyordu. Bu kültür Paris’teki 1844 Fransız Sanayi Fuarı ile doruk noktasına ulaşmıştı. İsminden de anlaşılacağı üzere, artık sanayi devriminin etkisini de kucaklıyordu. Bunu, kıta Avrupası ve Birleşik Krallık’ta düzenlenen başka ulusal sergiler izlerken, meşhur “ilk Dünya Fuarı” 1851’de Londra Hyde Park’ta, bu amaçla inşa edilen Kristal Saray’da (Crystal Palace) yapıldı.
Çoğu zaman kullanılan adıyla “Büyük Sergi,” ekonomiye odaklanıp teknolojik buluş ve yenilikleri sahneye çıkaran ilk uluslararası imalât sanayii sergisi kabul edilir. Bu fuarların sömürge sergileri olarak bilinen özel bir alt kümesi de başlangıçta sadece ticareti geliştirmeyi amaçlıyordu. 1870’lerden itibaren, yani Yeni Emperyalizm ve özellikle Afrika’nın Kapışılması (Scramble for Africa) çağında ise bu tür kolonyal sergiler, çeşitli emperyalist girişimlere halk desteğini arttırmak amacını üstlendi. Ancak genel dünya fuarları da sömürge propagandası ve buna yönelik özel sergiler açısından payına düşeni fazlasıyla yerine getiriyordu. Örneğin 6 Mayıs-31 Ekim 1889 tarihleri arasında Paris’te düzenlenen Exposition Universelle, bu amaçla dikilen Eyfel Kulesi’nin yanı sıra, dünyanın dört bir yanından “egzotik” yerleşimlere de yer vermekteydi. Örneğin bir Rue de Caire (Kahire Caddesi), bir Cava köyü, Senegal ve Benin’deki başka köylerden evler, içlerinde yerel kostümlü sâkinleri de olmak üzere, memleketlerinden getirilip sergi alanında yeniden inşa edilmişti.
On sekizinci ve özellikle on dokuzuncu yüzyıllarda bu dünya fuarları ve ulusal sergiler, ülkelerin zenginliklerini ve gelişme-kalkınma düzeylerini sergilemeleri için bir fırsat haline geldi. Madalyonun diğer yüzünde ise sömürgecilik propagandası yer alıyordu. Aynı güç ve servet hiyerarşileri daha sonra müze ortamına aktarıldı. Kolonilerden toplanan nesneler zamanla sadece egzotik yadigârlar olmaktan çıkıp, sömürgecilik başarısının sembollerine ve İmparatorluk gerekçelerine dönüştürüldü. Ganimetler, trofeler, seyahatnameler ve hediyelik eşya, yani kadimciliğin ve arkeolojinin getirdiği her şey, ilmî yayınlar ve bilimsel çizimler de dahil olmak üzere, fiziksel açıdan çok uzaklardaki kolonileri yaklaştırmanın çok ötesine geçti. Aynı zamanda medeniyet götürme misyonunun etkisi ve faydasına tanıklık etti. Batı’nın Ötekiler üzerindeki dolaysız ve hiç tartışmasız olumlu olduğu söylenen etkisini somutlamak suretiyle, hayal kırıklıklarının arttığı bir çağda hükümetlerin sömürgeleşmenin sürdürülmesine kamusal destek bulmasına yardımcı oldu.
Bu eğitim-öğretim ve kolonyal-ulusal meşrulaştırma zincirinde bir sonraki halka, kamusal müzeler olacaktı.