Yayının tamamını izlemek için:
Türkiye, yaz başından beri yasaklanan konser ve şarkıcıları konuşuyor. Son olarak Gülşen, konserindeki bir cümlesi nedeniyle önce tutuklandı sonra ev hapsiyle serbest bırakıldı. Başlangıçta bu yasaklamaların kaymakam ve valilerin inisiyatifi ile gerçekleştiği düşünüldü, fakat hepsi bir araya geldiğinde artık daha genel bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bu tablo bize ne söylüyor? Bu yasaklama ve kısıtlamalar bir zihniyetin yansıması mı?
Belki ikisini birden tartışmak lazım. Önce kısaca tabloya bakalım istersen; Gülşen, magazin basınında kılık kıyafetiyle konuşulan bir şarkıcı. Türkiye’de bir muhafazakâr aklın, tutumun çok hoşlanmadığı bir şarkıcı tipi. Onun, sapkınlıkla imam hatipli olmayı bir araya getiren, çok da uygun olmayan bir konuşması gündeme geldi. Gündeme geldiği andan itibaren yaşanan süreç, tutuklanması, daha sonra ev hapsiyle serbest bırakılması hukuki açıdan çok zorlayıcı, siyasi açıdan çok sıkıntılı.
Bu nokta Türkiye’nin geldiği aşamayı da gösteriyor tabii. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bu konuya da müdahale etmesi, yaptığı konuşma da buna işaret ediyor. Cumhurbaşkanının ya da bu konumdaki insanların soruşturmalar karşısında mesafeli olması beklenirken Erdoğan son derece kimlikçi bir tavır takınarak, kutsal değerlere yönelik saldırıların çok ciddi manada arttığını söyledi.
Kimlikçi tavrın altını çizmek lazım.
Nitekim bir süredir epey bir yasak var Türkiye gündeminde. Ben Mayıs’tan itibaren 14 tanesinin listesini çıkarttım. Türkiye’nin hemen her yerine yayılıyor bu yasaklar. Malum, önce Eskişehir’de bir festival iptal edildi valilik tarafından, daha sonra Pendik’te bir başka konser iddiaya göre şarkıcının değer yargıları ile organizasyon ve belediye arasındaki uyumsuzluk gerekçe gösterilerek organizasyon tarafından iptal edildi. Zonguldak Kozlu’da ‘Biz bir alkol festivaline izin veremeyiz’ diyen bir vali açıklaması yapıldı. Tunceli’de Munzur festivali, yeri gösteri yürüyüşü yollarının üzerinde olmadığı gerekçesiyle iptal edildi. Kazdağı’nda, Zeytinli’de, Gökçeada’da, Karaman’da, Ankara’da ve Fethiye’de benzer yasaklar var. Bunların içerisinde Aynur Doğan gibi Kürtçe şarkılar söyleyen bir Kürt sanatçı da var, Selda Bağcan gibi daha protest müzik yapan bir sanatçı da var, politik angajmanı olan Yeni Türkü gibi gruplar da var.
Bu yasaklar birbirinden farklı gibi gözükse ve farklı gerekçelerle gündeme gelse de burada açık olarak bir tür kimlikçiliğe, kimlik kaygılarına geri dönüş var. İstenmeyen kişilerin, istenmeyen müziğin, istenmeyen topluluğun, istenmeyen yaşam biçiminin ya da değer sisteminin yaşam alanının sınırlandırılmasını ifade ediyor bu yasaklar ve Türkiye’nin konjonktürünü güçlü bir şekilde belirliyor. Zaten biliyoruz ki 7 bine yakın cumhurbaşkanına hakaretten açılan soruşturma var. Bunlardan bin tanesi mahkûmiyetle sonuçlanmış durumda. Yani konuşmanın, eleştirmenin iktidarın veya mülkiyenin kontrolü altında olduğu bir Türkiye tablosu var. Türkiye’deki bu dozun kimlikçi bazı vurgularla arttığını görüyoruz.
Bütün bu yasaklar ve adli tedbirler bize iki şey söylüyor. İlki kimlikçiliğe kuvvetli bir geri dönüş ve bir tür kimlikçilik üzerinden muhafazakâr kesimin tahkimatını arayan bir tutum. Halkın şikâyeti, halkın istememesi, alkol festivali gibi vurgular bu anlamda AK Parti tarafından araçsallaştırılan hususlar. İkincisi ise yasakçılık. Yasakçılık bir hükümranlığa doğru gidiyor. Bu, kültürel bir hegemonya arayışının ifadesi aynı zamanda. Burada, otoritarizmden totalitarizme doğru açılan kapılar var demektir. Bir siyasi iktidar, ülkedeki varoluşu, müziği, düşünceyi kendi değerleri etrafında şekillendirmeye kalkarsa total bir denetim ve total ve tek parçalı bir kültür oluşturmaya çalışırsa tabii burada totaliter bir yapıdan bahsetmemiz mümkün olabilir.
Gidiş böyle bir istikamet kazandı demek çok fazla olur ama böyle bir arayış var. Bu arayış zaten Tayyip Erdoğan’ın birkaç yıl önce bir konuşmasında söylediği “Biz siyasi iktidarı ele geçirdik ama kültürel iktidarı ele geçiremedik, şimdi sıra onda” lafında görülüyordu. Dolayısıyla bu tür bir rahatlamanın, bu tür bir istikamette ilerlemenin ipuçlarını sunuyor bunlar. Burada yapılması gereken yüksek sesle bunları teşhir etmek ve bunlara itiraz edip toplumsal düzeyde dengeyi sağlamaktır.
Bunlar neden oluyor diye sorduğumuzda; bir ayağı politik, bir ayağı yasakçılıkla ilgili ve bir ayağı da önemli ölçüde zihniyetimizle ilgili. Geçenlerde Karar gazetesindeki köşemde bu konunun üzerinde durdum. Özetle söylediğim şey şuydu: Kimileri kendileri dışındaki değer sisteminin kendi değer sistemine bakışlarını beğenmedikleri oranda yasakçı olabiliyorlar. Bu bugün ‘kutsal değerlere hakaret’ adı altında Gülşen’e yönelik bir öfkeyle ortaya çıktı ama daha önceki dönemlerde ve hatta bugün LGBT bireylere yönelik ya da Gezi olaylarına katılanlara yönelik hakaret kelimeleriyle ortaya çıkabiliyordu. Daha önceki devirlerde de işte laiklikle ilgili, cumhuriyetle ilgili bu tür çıkışlar, çok büyük ve sert tepkilerle karşılaşırdı.
Bunun temelde iki sebebi var sanırım: Bizim toplumsal dokumuz, kendine has bir toplumsal doku. Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal grupların iç içe girdiği, ortak kamusal alan oluşturduğu ve kamusal alanda geliştirilen ortak değerlerle devlet ve siyaset karşısında kazanan bir toplum alanına dayanmıyor. Bizimki parça parça grupların yan yana yaşadığı, temel olarak temasların ve ortak hareket etme eğilimin çok sınırlı olduğu, buna karşılık bu grupların kendi aralarındaki değer çatışmasının belirleyici bir gelenek üzerine oturduğu bir doku bizimkisi. Böyle bir toplumsal dokuda tabii kaçınılmaz olarak temel zihniyet mekanizması fayda üzerine çalışmaya başlıyor. Ait olduğunuz topluluğun faydası ile sizin doğru olarak kabul ettiğiniz tutum, durum ve gelişmeler arasında çok kuvvetli bağlar olmaya başlıyor. Dindarsanız onu, laikseniz diğerini mutlak doğru olarak kabul eden ataerkil bir karşılıklı yapılanma bu. Bu, temelde hayatı öteki ile mücadele olarak algılayan bir zihniyet. Böyle olunca kendi alanını korumak için faydacı oluyor ve kendi alanını genişletmek için yasakçı oluyor. Bugün bunun yeni bir versiyonunu yaşıyoruz.
Tabii üzücü. Çünkü Türkiye’nin son 20 yılda en azından siyasi olarak bunları aşmaya çalışan bir yola girdiğini varsayarken kamu otoritesinin yeniden bu tür bir politikaya geri dönmesi endişe verici. Fakat buna karşılık şunu da söylemek lazım ki toplumda alınan yollar da bunun karşıt ağırlığını oluşturuyor. Her ne kadar kamu otoritesine kimi destekler verilse de bu yasaklar konusunda, temel olarak toplumun çoğunluğunda toleransın ve kültür savaşlarına itirazın galebe çaldığını düşünüyorum. Buna rağmen zihniyetimizin bu tehlikeli derinliklerinin yeniden su yüzeyine çıkması karşısında konuşmak, tavır almak ve itiraz etmek çok önemli.