Kendi kendimize sorun yaratıp sonra onları unutturmaya çalışmakta bizim kadar becerisi olan millet var mı bilmiyorum. “Mavi Vatan” bunların en sonuncusu. Ülke içinde heyecan yaratan bu “doktrin” dış dünyanın tepkisini uyandırınca, ona dayanarak Libya ile imzalanan ancak hiç bir zaman yürürlüğe giremeyen deniz yetki alanı anlaşması ile birlikte unutulmaya terk edildi.
Bir özelliğimiz de Sevr sendromundan kurtulamamak, geçmişin geçmişte kaldığını bir türlü görmemek, 100 yıl öncesini hala her gün yaşamaktır galiba.
Geçtiğimiz günlerde bunun bir örneğini daha yaşadık. Patrik Bartholomeos 14-16 Haziran tarihlerinde İsviçre’nin Bürgenstock sayfiye kasabasında düzenlenen Ukrayna destek konferansına davet edildi ve ortaya çıkan belgeyi katılımcı çoğu devlet temsilcileriyle imzalaması yine bir bardak suda fırtına yarattı. Hatırlayanlar için Bürgenstock kasabasının yakın tarihimizde bir yeri zaten vardı. Kıbrıs’ın AB’ne katılma antlaşması imzalanmadan hemen önce soruna bir çözüm arayışı bulmak için yapılan konferans da orada toplanmış ve her zamanki gibi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Patriğin hangi sıfatla toplantıya katılmış olması hemen alışılmış tartışmalara yol açtı. Kimisine göre Patrik devlet başkanı olarak imza atmış, kimisine göre Dışişleri Bakanının da aynı toplantıda bulunmasının ülkemizin bu sıfatı veya en azından ekümeniklik iddiasını tanımış olması anlamına gelirmiş, bütün bunlar Lozan Antlaşmasına aykırıymış ve ülkemizi Sevr’deki gibi parçalamak isteyenlerin yeni bir tezgahıymış. Televizyonlarda ve gazete sütunlarında boy gösteren sivil, asker, akademisyen vs bir çok kişi bağıra bağıra her türlü iddiayı dile getirmiş, ülkenin karşılaştığı bu yadsınamaz olduğunu düşündükleri tehlikeye karşı hep birlikte mücadele etme uyarısında en heyecanlı bir şekilde bulunmuşlardır. Hatta, Kanalistanbul projesinin aslında bir Rum-Yunan-emperyalist planı olduğunu, kanalın inşasıyla yaratılacak ve İstanbul’un Avrupa yakasını kıtadan ayıracak adada Patrikhane yönetiminde bir çeşit Vatikan devleti kurulmasının amaçlandığını iddia edene dahi rastladım. Daha çok “muhalif” televizyon kanallarında boy gösteren bu sözde uzmanların Yunanistan nüfusunun tamamını İstanbul’a taşısanız şehrin mevcut nüfusunun ancak yarısına tekabül edeceğini düşünmüyor, yine paranoyak fobilerinin içinde boğulmayı tercih ediyorlar. Tabii ülkemizin gündemi baş döndürücü bir şekilde değiştiği için konu birkaç gün içinde unutuldu gitti. Yine de bazı gerçekleri, işe yarayacağı için değil de sırf kayda geçirmek niyetiyle hatırlatmakta fayda var. Belki bazı okuyucular Patrikhaneye gelecekte atfedilecek ülkemizi parçalayıp egemenliğini ilan etme teşebbüsü olarak görülecek olaylarda bu yazıyı hatırlarlar.
İlk ve belki en önemli söylenecek şey, Murat Bardakçı’nın yıllar önce yazdığı bir yazıda belirttiği gibi Lozan Antlaşmasında Patrikhane ile ilgili “değil bir madde, bir kelime dahi yoktur”. TV kanallarında ve gazete sütunlarında gözleri dönmüş vaziyette her türlü yanlış bilgiyi yayanların bunu bilmediğine inanmak mümkün değil. Demek ki bile bile uyduruyorlar.
Konferans sırasında Türkiye Patrikhanenin ülke topraklarından çıkartılmasını talep etmiş, ancak bu talep kabul görmemişti. Statüsü ile ilgili olarak da Konferansta kabul edilmiş herhangi bir belge yoktur. Türkiye Patrikhaneyi o sıralarda nüfusu 150.000 civarında olan İstanbul’un Rum/Yunan nüfusuna dini hizmetler götürecek bir kurum olarak görmüştü. Diğer ülkeler ise Patrikleri bunun ötesinde şu sıralarda sayıları 300 milyonu bulan dünya Ortodokslarının lideri veya en azından liderlerinin önde gelenlerinden biri olarak görmüşlerdir. Patriklerin böyle bir rolü olamayacağını öngören uluslararası toplumun kabul ettiği herhangi bir bağlayıcı metin yoktur. Türkiye bu rolü kabul etmemekte tabii ki serbesttir. Zaten Müslüman bir ülkenin Ortodoks Hıristiyanların kendi iç tartışmalarına konu teşkil eden Patrikhanenin statüsü hakkında görüş serdetmesi biraz saçma olurdu. Ancak aynı şekilde bu konuda bir uluslararası belge olmadıkça başka ülkelerin Patrikhaneye farklı bir hüviyet vermesini engelleme imkânı yoktur. Tek yapılabilecek şey, Patrikhaneyi Türkiye dışına çıkarmaya yeniden çalışmak ki Lozan’dan sonra şimdiye kadar hiçbir hükümet buna teşebbüs etmemiştir. Kâr zarar hesabının en azından bu konuda iyi yapıldığı anlaşılmaktadır. Bundan da en azından ben memnuniyet duyduğumu söyleyebilirim.
Lozan öncesinde, Kurtuluş Savaşı sırasında, Patrikhaneye yerli malı bir rakip üretme fikri ortaya çıkmış ve Türk Ortodoks kilisesi adı altındaki bu kurumun Anadolu Ortodoks Hıristiyanlarını Patrikhaneden ayırması hedeflenmiştir. Tabii mübadele neticesinde Anadolu’da Ortodoks Hıristiyan kalmayınca yeni kilise işlevsiz kalmıştır. Ancak İstanbul’u bilenler babadan oğula “Patrik” unvanını tevarüs eden ailenin Karaköy’de zamanında devletçe el konan küçük bir kilisede idame-i hayat ettiklerini bilirler. Dünyanın başka yerinde babadan oğula geçen Hıristiyan dini liderlik var mı bilemiyorum. En azından ben duymadım
Kendim de bir Ortodoks Hıristiyan olmadığıma göre Patrikhanenin diğer Ortodoks kiliseleri ile ilişkisi hakkında görüş beyan edecek konumda hissetmiyorum kendimi. Televizyonlara çıkan ve gazete sütunlarını işgal eden yorumcuların bu ilişkiler ve kiliseler arasındaki önde gelim gibi konular hakkında gayet akademik bilgiler öne sürerek, Patrikhanenin aslında o kadar da önemli bir kurum olmadığını, Ortodoksların büyük bir bölümünün Patriği lider olarak kabul etmediğini anlatmaya çalışmışlardı. Maksat onu küçümsemekti.
Ne yazık ki dünya Patrikhaneyi öyle görmüyor. İstesek de istemesek de Patrik Bartholomeos dünyanın sayılı saygın dini liderlerinden biri olarak görülüyor. Bir ülkeye gittiğinde devlet başkanını ziyaret eder, o ülkede Ortodoks cemaatinin düzenlediği faaliyetlere katılır. Patriğin çevre sorunlarına duyarlı olduğu bilinmektedir. Bu alandaki birçok uluslararası toplantılara katılır.
Hükümetlerimiz geçmişte Patrikhanenin yurt dışı faaliyetlerini görmezden gelir, bunları uzaktan izlemekle yetinirdi. Bundan 25-30 yıl önce, yani AKP öncesinde bence haklı olarak bir yaklaşım değişikliğine gidildi. Yunanistan ile resmi veya gayrı resmi bir mutabakat yoluyla patrik ziyaretleri için bir protokol uygulanmaya başladı. Sanırım bu hala devam ediyor.
Bundan 20 yıl kadar önce Patrik Bartholomeos benim Büyükelçi olduğum Kore’nin başkenti Seul’u ziyaret etti. Ziyaretinden önce takriben 30.000 kişiden oluşan yerli Ortodoks kilisesinin başı olan Yunan uyruklu metropoliti Büyükelçilikte kabul ettim. Beş yılda bir Kore’yi ziyaret eden Patriğin önceki gelişlerinde uygulanan programı dosyalardan tetkik etmiştim. Buna göre Türkiye Büyükelçisi Patrik onuruna bir öğle yemeği veriyor, o yemeğe Yunanistan Büyükelçisini davet ediyor, Yunanistan Büyükelçisi de akşam yemeği veriyor, o yemeğe de Türkiye Büyükelçisini çağırıyordu. Metropolite bu programı uygulamaya hazır olduğumu söyledim. Kore Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildiğinde Yunanistan Büyükelçisi hazır bulunduğu takdirde, benim de orada bulunmam gerektiğini belirtmem üzerine, Patriğe Cumhurbaşkanı ziyaretinde Yunanistan Büyükelçisine refakat etmesinin söz konusu olmadığını söyledi. Patrik oradaki bir kilisenin restorasyon çalışmalarının sona ermesi münasebetiyle gelmişti o sefer Seul’a. Yapılacak törene beni de davet edeceklerini söyleyince, bana gönderilecek davetiyede “ekümeniklik” sıfatının kullanılmaması gerektiğini, bizim gözümüzde Fener Rum Patriği olduğunu hatırlattım. Gelen davetiyede öyle yazıyordu. Ancak diğer konuklara giden davetiyelerde ekümenik unvanının kullanıldığına şüphe yok.
Patrik için verdiğimiz öğle yemeği ilk karşılaşmamız olmuştu. O tarihlerde internet gelişmemişti. Beraberinde büyük bir incelikle İstanbul gazetelerinden kocaman bir demet getirmişti. Ayrıca hediye olarak üstünde imzası olan küçük bir gümüş tepsi verdi. Tepside ekümenik unvanının yer almamasına dikkat ettiklerini hatırlıyorum.
Öğle yemeğinde Yunanistan Büyükelçisi ve Patriğe refakat eden çeşitli ülkelerden gelen papazlar bulunduğu için hep İngilizce konuştuk. Yalnız bir noktada Patrik Yunanistan Büyükelçinin söylediği bir şeyle mutabık olmadığını bana Türkçe anlatmıştı.
Akşam yemeğine Yunanistan Büyükelçisi Ortodoks nüfusun bulunduğu bölge ülkelerinin, yani Rusya, Avustralya ve Yeni Zelanda Büyükelçilerini davet etmişti. Rus Büyükelçisi kendisi gelmeyip yemeğe Müsteşarını göndermişti. Diğer Büyükelçiler benden kıdemli olmalarına Patriğin yanına ben oturtulmuştum. Bütün yemek boyunca benimle herkesin fark edeceği şekilde Türkçe konuştu. Kilisenin problemlerini, özellikle Heybeliada Ruhban Okulu sorununu anlattı. Okul için üniversite değil, meslek lisesi statüsü istediğini, benim mezun olduğumu öğrendiği İstanbul Saint-Joseph Lisesi gibi bir yabancı müdür, bir Türk müdür yardımcısı, müfredatın bir meslek lisesinde uygulanana benzer olabileceğini anlattı.
Yemek sonrasında çok güzel bir İngilizceyle yaptığı konuşmayı “hepinizi güzel ülkemiz Türkiye’ye bekliyorum” diye bitirdi. Öyle anlıyorum ki ülke dışında yaptığı konuşmaları sık sık o şekilde bitiriyor.
Patrik ayrıldıktan sonra yanıma gelen, dostluğumuz hala devam eden ve o tarihe kadar Türkiye’yi henüz görmemiş ve bölgemiz sorunlarıyla pek ilgilenmemiş olan Yeni Zelanda Büyükelçisi, “kafam karıştı, ben bunu Yunan kilisesinin başı sanıyordum, oysa seninle Türkçe konuştu ve bizi Türkiye’ye davet etti” dedi. Ben de ayak üstü Patrikhaneyi anlattım, Patriğin İstanbul’da yaşadığını, Türkiye’de doğduğunu, Türk vatandaşı olduğunu ve Türk ordusunda askerlik yaptığını söyledim. Kafası iyice karışan Yeni Zelanda’lı dostum “o takdirde bu yemeği niye sen vermedin de Yunanistan Büyükelçisi verdi” diye sordu haklı olarak. Ben de Patriği öğle yemeğinde ağırladığımı ancak kendisinin de bildiği gibi yemek odamızın çok büyük olmaması nedeniyle onu çağıramadığımı anlattım. Yunanistan Büyükelçisi verdiği yemeği bir otelde düzenlemişti.
Patriğin Cumhurbaşkanını ziyareti ve kilisenin yeniden açılış töreni Kore basınında haliyle ilgi uyandırdı. Çok dikkatli konuşan Patrik bizi incitecek şeyler söylememeye özen gösterdi. Zaten hem daha önce hem daha sonra yaptığı konuşmalarda itiraz edeceğimiz bir şey söylediğini duymadım.
Bürgenstock konferansına Patriğin katılması kadar doğal bir şey olamaz. Rusya’nın saldırısına uğrayan Ukrayna’nın 36 milyonluk nüfusunun yarısı Ortodoks. Ukrayna 2014 yılında ilk defa Rusya’nın saldırısına uğradıktan birkaç yıl sonra 2019 yılında Moskova kilisesi ile bağlar kopartılmış ve Ukrayna Ortodoks kilisesi Patrikhaneye bağlanmıştır. Tabii bu Putin’in hoşuna gitmemiştir. Ancak Bürgenstock konferansının marjında Cumhurbaşkanı Zelenskyy Patrik Bartholomeos ile kamuya açıklanan bir görüşme yapmıştır. Zelenskyy’nin bu konuya verdiği önemin açık bir işaretidir. Zaten Patriğin Bürgenstock’a onun isteği üzerine davet edildiği sonradan açıklandı. İmza konusunda ise Konferanstan 15 gün sonra Patriğin imzasının sonuç belgesinden çıkarıldığı ilan edildi ancak katılımcıların konferans bitiminde alıp götürdüğü belgeden Patriğin imzasının 15 gün geçtikten çıkarılmasının tek anlamı bizdeki ulusalcı çevrelere bir çiçek atmak olduğu açıktır.
Diğer taraftan, Lozan Antlaşmasının imzalandığı tarihte İstanbul Rumlarının sayısı şehrin toplam nüfusunun nerede ise 1/3’ine tekabül ediyordu. Patrikhanenin görevinin onlara dini hizmet vermek olduğunu iddia etmek anlam ifade edebilirdi. Cumhuriyet döneminde nerede ise aralıksız bir şekilde izlenen azınlıkları eritme politikası neticesinde bu sayı bugünlerde 900’e kadar inmiştir. Patrikhanenin görevini 900 kişiye dini hizmet vermekle sınırlamaya çalışmak akla ziyandır. Ülkemizi yönetenler ve kanaat önderleri rasyonel bir şekilde hareket etmiş olsalardı, bu söylemden çoktan vazgeçmiş olurlar ve Patrikhanenin ülkemizde bulunmasının ülkemize değil zarar vermek, tersine insan hakları karnesinin özellikle şimdiki gibi bozuk olduğu dönemlerde ender bir hoşgörü örneği teşkil ettiği için bir zenginlik unsuru teşkil edeceğini anlarlardı.
Hıristiyan kiliselerinin dogmalarının belirlenmesinde kilit rol oynayan Nikea (İznik) Konsilinini 2025 yılında kutlanacak 1700’üncü yıldönümü münasebetiyle Papa Francis’in ülkemizi ziyaret etmesi için Patrik Bartholomeos’un ona yaptığı daveti kabul ettiği bu yazıyı hazırladığım sıralarda açıklandı. Ziyaret tarihi yaklaştıkça ülkemizdeki ulusalcı/İslamcı çevrelerinin öfkesi muhtemelen kademeli olarak kabaracaktır. Yanılmayı çok isterim ama ziyaretin engellenmesine kalkışılması, en azından iktidarın izni olmadan kuşun uçamadığı ülkemizde aleyhte gösteriler yapılması kuvvetle muhtemeldir. Oysa bu ziyaretin hoşgörü örneği teşkil edebileceği ve ülkemizin çok bozuk olan insan hakları siciline küçük de olsa olumlu bir katkıda bulunabileceğini düşünenlerin iktidar çevrelerinde bulunabileceğini ummak istiyorum. Ancak bu ümidimin gerçekleşebileceğinden de maalesef emin olamiyorum.