Filistin’de kullanılan sumud kavramı, Arapça’da “sabırla dimdik durmak, toprağa kök salmak” anlamına gelir. Sürgün, işgal, yıkım ve savaş karşısında evlerini terk etmeyen, kalmaya ve direnmeye kararlı insanların sessiz ama güçlü ifadesidir bu. Yalnızca bir politik duruş değil, aynı zamanda varoluşsal bir inatla ses veriyor bizlere: “Biz buradayız, gitmeyeceğiz.”
Bugün sumud artık yalnızca Filistinlilerin sözcüğü değil. Küresel ölçekte dayanışma hareketlerinin, sokaklarda yankılanan sloganların, sosyal medyada büyüyen kampanyaların ortak diline dönüşüyor. Londra’dan Cape Town’a, New York’tan İstanbul’a kadar dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan Filistin için sokaklara çıktığında, aslında kendi sumud’unu da ilan etmiş oluyor: Adalet, barış ve onur için ayakta kalma iradesinin belki de en haysiyetli duruşudur bu.
Yine bazı kelimeler, insanlığın belleğinde yankılanmadan geçip gitmez. “Abluka” onlardan biridir. Coğrafi bir daralmayı değil, zamansal bir tıkanmayı da işaret eder bizlere. Yalnızca yolları değil, sesleri, gözleri, düşünceleri ve en çok da yas tutma hakkını kapatır. Gazze uzun zamandır böyle bir kapanmanın içinde yaşıyor. Ölüm burada sessizce değil, sistemli olarak çoğalıyor. Ama bu ölümler, artık istisnai bir dehşet duygusu da üretmiyor; alışılmış bir istatistiğe dönüşüyor. Ölümlerle birlikte anlam da gömülüyor.
Ve şimdi, bunca sessizliğin ortasında sulara açılan bir filo var: 44 ülkeden gelen 50’yi aşkın gemi… Resmî kayıtlarda “insani yardım girişimi” olarak anılsa da, bu filo kendini ancak daha derin bir düzlemde açığa vuruyor. Burada taşınan, sadece çadır ya da ilaç değil; susturulmuş bir yazgının, ortak bir hafızaya bırakılma arzusunu da kapsayan büyük bir hikayenin cümleleri..
Çünkü ne kadar diretirseler değişmeyen bir gerçek vardır: Bazı ölüler gömülemez. Gömüldüklerinde bile oradadırlar; yerin altında değil, şimdi yaşayanların göz hizasında. Kimi ölümler bir halkın kaderi olur, kimi suskunluklar herkesin suçuna dönüşür. Bunu görmek için Bauman’ın ölümle kurduğumuz modern ilişkiyi çözümlediği o soğukkanlı uyarısını hatırlamak yeterlidir: “Ölüler yalnızca göz önünden değil, zihinden de çıkarılır.” Oysa bu türden ölümler, sadece yok olmuş değil; görülmemiş ölümlerdir.
Suyun açtığı bu yeni yol, tam da bu yüzden yalnızca bir yardım değil, bir hatırlama biçimi, bir direniş dili, belki de henüz dile gelmemiş bir etik sezişin kıyısında yükseliyor.
Gözden Düşürülmüş Ölüm
Ölüm, her çağda farklı şekillerde konuşulmuş, farklı ritüellerle ağırlanmıştır. Ama modernlik, ölümle birlikte yaşamayı değil; onu uzağa, dışarıya ve sonunda görünmezliğe itmeyi tercih etti. Zygmunt Bauman, bu tercihi sadece teknik değil, aynı zamanda etik bir kırılma olarak okur. Çünkü ölüm, artık insanın ontolojik sınırında değil; istatistiksel tabloların dipnotlarında konumlanmaktadır.
Modern toplumlar, ölümü bir “bozulma” olarak tanımlar. Tıpkı bir sistem arızası gibi, ondan hızla kurtulmak ister. Ölüler, “uzmanların eline teslim edilir”; hastanelerin morglarında, sterilize edilmiş alanlarda, görünmezliğe terk edilir. Bauman’a göre bu, sadece ölümle değil, onun hatırasıyla da yüzleşmeyi reddeden bir uygarlığın göstergesidir. Ölen, artık ölen değildir. Yitirilen değil, gönderilendir. Toplumsal hafızadan da çıkarılması beklenen bir fazla veri.
Bu bağlamda, Gazze’deki ölümler, çağdaş dünyanın unutma refleksinin en çıplak yüzünü ortaya koyar. Her gün haber bültenlerinde geçen ölü sayıları, yalnızca hayatların değil, anlamın da yitirildiğini gösterir. Bu, Bauman’ın “göz önünden değil, zihinden uzaklaştırma” dediği mekanizmanın kusursuz işleyişidir.
Ama Sumud Filosu, tam da bu işleyişe bir çentik atmaktadır. Filistin’e yardım götürmek için yola çıkan gemiler, yalnızca ambargo delmek için değil; görünmeyeni görünür kılmak, hatırlanmayanı hatırlatmak için de oradadır. Bu filo, modernliğin ölümle arasına koyduğu mesafeyi daraltmaya çalışır. Çünkü bazı ölümler, gömülmeyi değil; anlatılmayı, taşınmayı bekler.
Sumud, bu anlamda bir politik eylemden çok, etik bir hatırlama biçimidir. Bauman’ın izinden gidersek, bu filo bize şunu söyler:
“Görmek istemediğiniz ölüler, sizin geleceğinizde hâlâ oradalar.”
Bu cümle, bugünün tanıklığından çok, yarının yüzleşmesini ima eder. Suyun açtığı yeni yol, ölülerin unutulmasına değil; onların hakikatine doğru açılır.
İktidarsız Direniş, Sessiz Çığlık: Holloway’le Sumud’u Duymak
Her hakikat, bir çığlıkla başlar.
John Holloway için devrim, tanklarla gelen bir dönüşüm değil, hayatın içindeki çatlaklardan sızan bir ses, bir kopuş, bir inkârdır. Bu çığlık, çoğu zaman söze dökülmez. Bir isyan kadar sessiz, bir suskunluk kadar derindir. Çünkü çığlık, bir projeden değil, bir acıdan doğar. Ve acının dili, çoğu zaman kelimelerden çok eylemle konuşur.
Sumud Filosu, işte bu sessiz çığlığa kulak veren bir eylemdir. Ne bir devrimci manifesto yayımlar, ne bir otorite hedefi taşır. Ama her yönüyle düzenin kabul ettirdiği “normallik” karşısında bir inat, bir “yapmama” tavrıdır: Görmemeye karşı görme, unutturmaya karşı hatırlama, kuşatmaya karşı ulaşma.
Holloway’in “dünyayı iktidar olmadan değiştirmek” fikri, bu anlamda Sumud’un ruhuyla örtüşür. Çünkü bu filo, devleti ele geçirme stratejisinden değil; devlet-dışı bir eylemlilik etiğindendoğar. Gemiler, siyasi bir sınırı ihlal etmenin ötesinde, dünyaya dair başka bir tahayül taşıyor: Dayanışmanın, görünür kılmanın ve en çok da başka bir şey yapmanın mümkünlüğünü..
Burada “iktidarsızlık” bir zayıflık değil, bir yöntemdir. Güç sahibi olmamak, ama hâlâ ses çıkarabilmek önemli ve hayatidir. Karar verici olmamak, ama yön değiştirebilmek. Devlet olmadan ama dünyaya dokunarak, “hayır” diyebilmek. Sumud, bu anlamda Holloway’in önerdiği gibi bir eyleyiş biçimidir: Sistemin içine işlemiş boşluklardan sızan, merkezi olmayan, dağınık ama etkili bir karşı koyuştur.
Ve belki de en önemlisi şu: Sumud Filosu, bir umut vaadinde bulunmaz. Geleceği garanti etmez. Ama bugünü bölmeye çalışır. Düzeni olduğu gibi kabul etmemekte ısrar eder. İşte bu ısrar, Holloway’in tanımıyla bir eylem değil, **“başka türlü bir yaşamın imkanını açan bir çatlak”**tır.
Suların üstünde ilerleyen bu gemiler, tam da bu çatlağın içinden geçiyor. Ve her bir kürek darbesiyle, “düzen böyle gelmiş, böyle gider” diyen sesi geri itiyor.
Suyun Hafızası: Hatırlama, Direnme, Sessizliği Bozma
Su, yalnızca taşımaz. Hatırlar da.
İnsanlığın belleği çoğu zaman toprağa değil, suya yazılır. Göçler, sürgünler, boğulmalar, yardım gemileri… Suyun çizdiği rotalar, tarih boyunca en çok hatırlanması istenmeyenlerin iziyle doludur. Ve su, hatırlamayı reddeden çağlara karşı, sessiz ama inatçı bir tanık olarak akmaya devam eder.
Sumud Filosu, işte bu tanıklığın yeni bir biçimidir. Modern dünyanın ölüme biçtiği suskunluğu bozan bir müdahalenin adıdır. Sessizce ama kararlılıkla şunu söylüyor hepimze: Bu ölümler istatistik değil. Bu kuşatma kader değil. Bu unutma evrensel değil.
Bauman’ın tarif ettiği o gözden ve zihinden çıkarma düzenine karşı, bu filo suyun üstünde bir hafıza şeridi gibi ilerliyor. Holloway’in söylediği gibi, bu bir iktidar gösterisi değil; iktidarsızların kurduğu bir dünya fikri. Hayır demenin, görmenin ve taşımanın hâlâ mümkün olduğunu hatırlatıyor.
Bu yazı, bir kalkışma çağrısı değil. Belki yalnızca bir tanıklıktır. Ama kimi zaman tanıklık, en etkili eylemdir. Çünkü bir halk susturulmaya çalışıldığında, onu duymak bile bir tür direniş olur.
Kıyıda bekleyen bizlere ise şu soru düşüyor: Gemiler geçerken hangi sessizliği bozacağız?