İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de 703 gündür aralıksız sürdürdüğü saldırılar, dünyanın dört bir yanında yükselen tepkilere rağmen hız kesmeden devam etmektedir.
Üniversitelerden sendikalara, içlerinde Yahudilerin de bulunduğu sivil toplum kuruluşlarından dinî liderlere kadar farklı toplumsal kesimlerin öncülüğünde düzenlenen kitlesel gösteriler ve yayımlanan ortak bildiriler, Gazze ile dayanışma çağrılarını giderek çoğaltmaktadır.
Bütün bu çabalara rağmen saldırıların sürmesi hem uluslararası sistemin adalet mekanizmasını hem de küresel vicdanı derinden sarsmaktadır. Gazze’de yaşanan trajedi artık sadece bölgesel bir kriz değil, insanlığın ortak sınavı haline gelmiş durumdadır. Günümüzde Gazze’de ağır bombardımanların yanı sıra, açlığın giderek derinleştiği bir insanî utanç da yaşanmaktadır.
Gıda krizine karşı uluslararası yardım kuruluşları doğrudan destek sağlamaya çalışmakta, sivil inisiyatifler ise İsrail’in ağır ablukasını kırmak için yeni yollar aramaktadır. Yakın dönemin en dikkat çeken adımlarından biri de Filistin direnişinin sembol kavramlarından “sumûd” adını taşıyan filodur.
“Küresel Sumûd Filosu”, Gazze’ye yalnızca gıda ulaştırmayı değil, aynı zamanda küresel dayanışmayı görünür kılmayı ve yaşanan trajedinin bir an evvel bitirilmesi için devletlerin inisiyatif almalarını amaçlamaktadır. İnsani yardım çalışanları, doktorlar, sanatçılar, din adamları, gazeteciler, avukatlar ve denizcilerden oluşan uluslararası bir vicdan koalisyonu tarafından hazırlanan bu filo, Gazze üzerindeki ağır ablukayı kırmayı hedeflemektedir.
İspanya ve İtalya’dan yola çıkan gemilerin Tunus, Libya ve Yunanistan üzerinden Gazze’ye ulaşması planlanmaktadır. Böylece filo, insani yardımı ulaştırmanın ötesinde, Gazze halkının maruz bırakıldığı acımasız kuşatmayı dünyanın gündemine taşımayı hedeflemektedir.
Bu yazının konusu, filonun seyri değildir. “Adalet, özgürlük ve insan hayatının kutsallığı ilkesi” ile yola çıkan bu girişimle ilgili güncel bilgilere https://globalsumudflotilla.org/about/ adresinden ulaşmak mümkündür. Biz ise burada, filoya da adını veren ve Filistin davasıyla özdeşleşmiş “sumûd” kavramına; onun tarihsel kökenine ve Filistinlilerin gündelik yaşamındaki yerine odaklanacağız.
Sumûd nedir?
Klasik Arapça sözlüklerde “s-m-d” (صَمَدَ) kökünden türediği belirtilen “sumûd” (صُمُودٌ) kelimesi, “yönelmek, amaçlamak, dayanmak ve başvurmak” gibi anlamlara gelmektedir. Bunun yanında “sabit kalmak” manasını da içeren kavram, yalnızca fiziksel bir yönelişi ya da fiilî bir eylemi değil; mecazen kararlılığı, hedefe odaklanmayı, sebat ve istikrarı ifade eden çok yönlü bir anlama sahiptir.
Bu çerçevede “sumûd” kavramını Türkçeye “sebatkârlık”, “sâbitkademlik”, “direniş” veya “direnişçilik” şeklinde aktarmak mümkündür.
Ancak “sumûd”, Filistinlilerin hayatında yalnızca sözlüklerdeki karşılığıyla sınırlı kalan bir kelime değildir. Lüğavî anlamının ötesine geçerek, İsrail’in işgal ve yıldırma politikalarına karşı hem gündelik direnişin hem de tarihsel bir duruşun simgesine dönüşmüştür.
Bireysel iradeden toplumsal dayanışmaya uzanan geniş bir yelpazeyi kapsayan bu kavram, 1948’den itibaren Filistin davasının her aşamasında yeni anlamlar kazanmış, zenginleşmiş ve zamanla işgale karşı verilen farklı mücadele biçimlerinin ortak adı haline gelmiştir.
1948’lerde kültürel sebat ve istikrarın, 1967’lerde hayati önem taşıyan toprağa bağlılığın sembolü haline gelen bu kavram, 1970’lerde hem Filistin’de hem de çevre ülkelerdeki mülteci kamplarında direnişle özdeşleşen bir kavram olmuştur.
1980’lerde stratejik bir halk mücadelesine dönüşen “sumûd”, 2000’lerden itibaren ise gündelik hayatta işgal ve aşağılamaya meydan okumanın, hatta kahramanlığın ifadesi olarak Filistinlilerin hayatında merkezî bir yere oturmuştur.
Günümüzde “sumûd”, Filistinliler için ulusal bir sembol olmanın sınırlarını aşarak; insanlık onurunu muhafaza etmeyi, anavatana ve köklere bağlı kalmayı, yaşama azmini diri tutmayı içeren çok yönlü bir direniş felsefesine dönüşmüştür. Hem gündelik hayatın sıradan pratiklerinde hem de toplumsal hafızada güçlü bir karşılık bulan bu kavram, Filistin ulusal kimliğinin ve işgale karşı direnişin en önemli simgelerinden biri olmayı sürdürmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada ise “sumûd”, artık Filistinlilerle sınırlı kalmayıp küresel vicdanın da paylaştığı ortak bir dil hâline gelmiştir. Uluslararası dayanışma girişimlerine ilham veren bu kavram, insanlığın ortak belleğinde adalet ve direnişin evrensel sembolü olarak yerini almıştır. Gazze işgalinin ardından İsrail’in katliamlarının yol açtığı büyük yıkım, “sumûd”u daha da görünür kılarak onu evrensel bir direniş çağrısına dönüştürmüştür.
Dünya tarihinde “sumûd” benzeri onurlu direniş örnekleri
Dünya tarihinde işgal, baskı, sömürü ve aşağılama insanlık tarihi kadar eskidir. Allah, insanlığın doğru yoldan saptığı her dönemde gönderdiği peygamberlerle hayatı yeniden iyilik ve adalet üzerine inşa etmeye yönlendirmiştir. Ne var ki insanlık, çoğu zaman bu ilahî öğretileri kısa sürede bir kenara bırakmıştır. Bunun en dikkat çekici örneklerinden biri, kutsal kitaplarda sıkça zikredilen İsrailoğulları’dır. Tarihin garip bir cilvesi olarak, İsrailoğulları bugün bir devlet kimliğiyle insanlığın gündemine oturmuş ve Tanrı tarafından yeniden kendi kutsal değerleriyle imtihan edilmektedir.
Küresel ölçekte, Filistin’deki “sumûd”a benzer biçimde işgal ve sömürüye karşı gelişen pasif direnişlerin en çarpıcı örneği, Hindistan’da Mahatma Gandhi’nin (1869–1948) öncülüğünü yaptığı “Gerçeğe Bağlılık” (Satyagraha) hareketidir. Bu hareket, İngiliz sömürgeciliğine karşı yalnızca siyasi bir tavır değil, aynı zamanda gündelik yaşamı boykot, üretim ve toplumsal sebat üzerinden direnişe dönüştürmesiyle öne çıkmıştır. Güney Afrika’da ise “ırk ayrımcılığı” (apartheid) rejimine karşı geliştirilen kültürel boykotlar, spor etkinliklerine katılmama ve sanat yoluyla kimliği yaşatma çabaları, baskıya karşı sabırlı sebatın bir başka örneğidir. Cezayir’de Fransız sömürgeciliğine karşı verilen halk mücadelesi ile ABD’de Martin Luther King’in (1929–1968) önderliğinde yükselen “Sivil Haklar Hareketi” (Civil Rights Act), gündelik hayatı direnişin merkezine taşıması bakımından Filistin’deki “sumûd” anlayışıyla benzerlikler göstermektedir.
İslam dünyasında, özellikle sömürgecilik döneminde önemli direniş hareketleri ortaya çıkmıştır. “Hindistan’ın Sınır Gandhi’si” olarak anılan Müslüman lider Abdülgaffar Han (1890–1988), İngiliz sömürgeciliğine karşı tamamen sivil direnişe dayalı “Hüdâ Hizmetkârları” (Hudây Hidmatgâr) hareketini kurmuş; boykotlar, barışçıl yürüyüşler ve toplumsal dayanışma faaliyetleriyle geniş kitleleri örgütlemiştir. Cezayir’de Abdülhamîd b. Bâdîs (1889–1940) öncülüğündeki Ulema Hareketi (Cemʿiyyetü’l-ʿUlemâi’l-Müslimîn), eğitim kurumları ve yayınlar aracılığıyla Fransızların asimilasyon politikalarına karşı Kur’an ve sünnet merkezli ahlâkî dönüşüm ve kimlik direnişini örgütlemiştir. Filistin’de Kudüs Müftüsü Hacı Emîn el-Hüseynî (1895–1974), ömrünü İngiliz mandasına ve Siyonist yerleşimlere karşı mücadeleyle geçirmiş; Filistin halkının varlık mücadelesini hem ulusal hem de uluslararası düzeye taşımıştır. Güney Afrika’da Ahmed Kasrada (1929–2017) ve İmam Abdullah Harun (1924–1969) gibi Müslüman liderler ise “ırk ayrımcılığı” (apartheid) rejimine karşı kimliklerini koruyarak siyah halkın yanında yer almış; sabır, adalet ve özgürlük vurgularıyla İslam dünyasındaki direniş geleneğinin evrensel yansımalarını ortaya koymuşlardır.
Türk dünyasında da işgal ve sömürüye karşı değişik direniş hareketleri ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da kendilerini “İslâm askerleri” ya da “Türkistan’ın özgürlük savunucuları” olarak tanımlayan ve yaptıkları baskınlardan ötürü “Basmacı Hareketi” adıyla anılan direnişçiler, Sovyet işgaline karşı silahlı mücadele yürütürken; aynı dönemde Gaspıralı İsmail Bey (1851–1914) öncülüğündeki Cedidçiler, eğitim, kültür ve kimlik üzerinden örgütlenerek, dini ve kültürü korumaya dayalı fikrî ve eğitim temelli bir direniş benimsemişlerdir. Kafkasya’da Şeyh Şamil (1797–1871), Rus işgaline karşı hem silahlı direnişi hem de manevi önderliğiyle öne çıkmış; Kuzey Kafkas uleması ise eğitim faaliyetleri ve dini kimliği koruma çabalarıyla kültürel sebat ve direnişin öncüleri olmuşlardır. Modern dönemde ise Sovyet baskılarına rağmen kimliklerini koruyan Kırım Tatarları, Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’nun öncülüğünde açlık grevleri, barışçıl protestolar ve siyasi örgütlenme yoluyla bir direniş örneği sergilemiş; böylece hem kimliklerini hem de vatan bağlılıklarını korumayı başarmışlardır.
Sonuç olarak, bu örneklerin tamamı, Filistin’deki “sumûd” hareketinin farklı coğrafyalardaki öncüleri olarak, işgal ve sömürüye karşı mücadelenin yalnızca silahlı yollarla değil; aynı zamanda kimliği, kültürü, ahlâkı ve adaleti koruma iradesiyle ortaya çıkmışlardır. Hem küresel ölçekte hem de İslam ve Türk dünyası özelinde görülen bu tarihi tecrübeler, haksızlıklara ve adaletsizliklere karşı direnişlerin çok boyutlu karakterlerini de ortaya koymaktadır.
Filistin’de Sumûd’un tarihsel gelişimi
İsrail’in 1948’de kuruluşuyla birlikte topraklarında kalan Filistinliler, siyasal araçlardan yoksun olmalarına rağmen kültür ve edebiyat yoluyla varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bu dönemde şiirler ve sanat eserleri, Filistinlilerin aidiyet duygusunun en güçlü ifadelerinden biri olurken, köklü yapısı ve yüzyıllara meydan okuyan direnciyle zeytin ağacı, “sumûd”un en yaygın ve canlı simgesi haline gelmiştir. Zeytin ağacının toprağa sıkı sıkıya tutunan kökleri, Filistinlilerin anavatanlarına bağlılık iradesini; uzun ömrü ve sabırla meyve verme özelliği ise onların kararlılığını ve geleceğe dair umutlarını simgelemektedir.
1967’deki Altı Gün Savaşı, “sumûd” kavramını Filistinliler için kültürel duruştan çıkarıp varolma stratejisine dönüştürmüştür. 1948’de yaşanan zorunlu sürgünün acılarını hâlâ hatırlayan aileler, yeniden mülteci durumuna düşmemek ve topraklarını kaybetmemek için evlerine ve arazilerine sıkı sıkıya bağlanmaya çalışmışlardır. Bu tarihten itibaren “sumûd”, sadece kültürel bir ifade değil; aynı zamanda siyasi bir kavram olarak, “İsrail işgaline rağmen ayakta kalma, baskı ve aşağılamalara rağmen kimliği koruma ve asla teslim olmama” düşüncesinin merkezine oturmuştur.
1970’lerden itibaren mülteci kamplarına kapatılmış Filistinliler, günlük yaşamlarını sürdürme ve ulusal haklarını savunma iradeleri nedeniyle “verdiği karardan ve sözden dönmeyen, kararında sebat eden” anlamında “sâmidûn” [“kararlılar”/”sebatkârlar”/”sâbit kademler”] olarak adlandırılmaya başlamışlardır. Aynı dönemde, 1948 topraklarında İsrail vatandaşı olarak yaşamaya devam eden Filistinliler ise “kültürel sumûd”u öne çıkararak bunu varlık mücadelelerinin temel stratejilerinden biri haline dönüştürmeye başlamışlardır.
1970’lerin sonlarından itibaren “sumûd”, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te yapılan grevler, gösteriler ve halk protestolarıyla yeni bir anlam kazanmıştır. Artık kavram “anavatanında kalmak” olgusunun ötesine geçerek İsrail’e karşı örgütlü halk mücadelesinin stratejik bir unsuruna dönüşmüştür. Bu dönemde “sumûd”un demografik boyutu da öne çıkmıştır; zira işgalin öncüsü paramiliter Yahudi yerleşimlerinin genişlemesine karşı Filistinlilerin topraklarında kalma iradesi, “sumûd”un temel anlamlarından biri haline gelmeye başlamıştır.
1980’lerle birlikte “sumûd” yeni bir açılım daha yaşamıştır. Batı Şeria ve Gazze’de ortaya çıkan tarım, kadın ve sağlık komiteleri gibi taban hareketleri, kavrama daha aktivist bir içerik kazandırmıştır. Bu dönemde hedef, kırsal bölgelerde kendi kendine yetecek bir düzen tesis etmek, İsrail ekonomisine bağımlılığı azaltmak ve toplu cezalandırmalara karşı kolektif koruma mekanizmaları geliştirmek olmuştur. Böylece “pasif sumûd” (yalnızca hayatta kalmaya odaklanmak) ile “aktif sumûd” (bağımsız yapılar kurarak işgali zorlaştırmak) arasında bir ayrım ortaya çıkmıştır. Bu çizginin en çarpıcı örneği, “silkinme” ve “ayağa kalkma” anlamına gelen Birinci İntifada olmuştur. Filistinlilerin kitlesel halk ayaklanmasıyla birlikte “sumûd”, şiddet içermeyen direniş ve sivil itaatsizlik stratejisine dönüşmüştür.
Bu dönüşümün günlük hayattaki yansımaları, “sumûd”u daha da somutlaştırmıştır. Köylülerin sökülen zeytin ağaçlarını yeniden dikmesi, yıkılan evlerin tekrar tekrar inşa edilmesi, işgalin ön kolu paramiliter yerleşimcilerle çevrili olamalarına rağmen köylerinde yaşamaya devam etmeleri, bu direnişin somut örnekleri olmuştur. Böylece “sumûd”, yalnızca “direniş” değil, aynı zamanda “dirençlilik” anlamını da kazanmaya başlamıştır.
1980’lerin başında Ramallahlı Hıristiyan avukat Recâ Şehade, İngilizce kaleme aldığı yazılarında “sumûd” kavramını uluslararası platforma taşımıştır. Onun kalemi, işgal altındaki Filistinlilerin gündelik yaşamını insani boyutlarıyla aktararak Batı medyasında Siyonist lobilerin bilinçli biçimde yaratmaya çalıştığı olumsuz Filistin direniş algısına karşı yeni bir pencere açmıştır.
1990’larda Oslo süreciyle birlikte kavram bir süre geri planda kalmışsa da 2000 sonrası İkinci İntifada ile “sumûd” yeniden öne çıkmıştır. Bu dönemde Filistinli ailelerin ve sivillerin sergilediği olağanüstü direnç, gündelik hayatta kara mizah olarak, küçük ayrıntılarda ve temel insani değerleri koruma çabasında ifade bulmaya başlamıştır.
Bugün gelinen noktada ise “sumûd”, yalnızca bir direniş stratejisi değil; Filistinlilerin gündelik yaşamlarında kimliklerini, onurlarını ve yaşam sevinçlerini korumanın en güçlü ifadesi olarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır.
Bir direniş ve yaşam felsefesi: Ulusal Sumûd
Aslında “sumûd”u, yukarıda genel hatları ile verdiğimiz kronolojik dönemlendirmeden ziyade, farklı bağlamlarda çeşitli kitlelere seslenen; cazibesini de her zaman koruyan dinamik bir kavram olarak değerlendirmek daha isabetlidir. Zaman içinde gelişip dönüşerek yeni anlamlar kazanan bu kavram hem bireysel hem de toplumsal düzeyde Filistinlilerin varlıklarını sürdürme ve haklarını savunma mücadelesinin en güçlü çerçevelerinden birini teşkil etmektedir.
“Sumûd”, temelinde fiziki varlığı korumayı amaçlamakla birlikte ulusu, kültürü, tarihi ve insanlar arası bağları da kapsayan bütüncül bir anlam zenginliği taşımaktadır. Bu nedenle kavram yalnızca “anavatanda kalma”nın değil; kimliği, hakları, onuru ve yaşam sevincini ısrarla korumanın, toplumsal bağları onarmanın, güzellikleri muhafaza etmenin ve geleceği inşa etme iradesinin bir ifadesidir.
Çok boyutlu bu anlamıyla “sumûd”, süreç içerisinde salt bir moral tutum olmaktan çıkarak ekonomik ve sosyal altyapıyı da kapsayan stratejik bir niteliğe bürünmüştür. Böylece sabır ve sebatın ötesinde sürdürülebilirlik ve kurumsallaşma boyutu da kazanmıştır.
Ancak “sumûd”un dönüşümü bununla sınırlı kalmamıştır. Kavram, zamanla yüklerin paylaşılması ve topluluk bilincinin korunması yönüne de dönüşmüştür. Aile ve mahalle ağlarının, kadın inisiyatiflerinin ve dayanışma komitelerinin canlı tutulması; tehcir, şiddet, baskı ve aşağılama hikâyelerinin kaydedilip kamusal alana taşınması hem kolektif tarihsel belleğin korunmasına hem de toplumsal çözülmenin geciktirilmesine hizmet etmiştir. Bu yönüyle “sumûd”, Filistinliler arasında kardeşlik ve vatandaşlık bağlarını diri tutarak, işgalin görünmeyen tahribatına karşı bir “onarım” işlevi görmüştür.
Bu toplumsal boyut, “sumûd”un gündelik yaşama yansıyan yönünü de ortaya koymaktadır. Nitekim “sumûd”, kitlesel sokak gösterilerinin ötesine geçmiş; gündelik hayatın küçük fakat ısrarlı eylemlerinde de tezahür etmiştir. Kontrol noktalarında İsrail askerlerinin aşağılamalarına karşı onurlu bir duruş sergilemek, utanç duvarına karşı protest grafitiler yapmak, insan onurunu zedeleyen keyfî bekletmeler sırasında gülümsemek, çocukları okula götürmek ya da zeytin hasadını sürdürmek, Mescid-i Aksâ’da namaz kılmak ve gece seccadede gözyaşlarıyla dua etmek gibi ibadet içerikli “gündelik eylemler”, Filistinlilerin özne olarak varlıklarını muhafaza ettikleri asgari direniş alanları hâline gelmiştir.
İsrail’in acımasız baskılarının yol açtığı acı, kuşkusuz Filistinlilerin günlük yaşamlarının ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak bu, “sumûd”un yegâne boyutu değildir. Neşe ve estetik de ironik biçimde, Filistinliler tarafından direnişin ayrılmaz unsurlarına dönüştürülmüştür. “Gülmenin bir savunma mekanizması” olduğunu vurgulayan kimi Filistinliler, bu tavrı aynı zamanda “Ben buradayım, varlığımı inkâr edemezsiniz” demenin en güçlü biçimlerinden biri olarak görmektedir. Yıkılan evleri yeniden inşa etmek, geleneksel el sanatlarını yaşatmak, nakış işlemeye devam etmek ya da eski evleri restore etmek çaresizliğe boyun eğmek değil; “sumûd”un geleceğe bakan umut yüzünü temsil etmektedir.
Dolayısıyla “sumûd”, yalnızca geçmişin romantize edilmiş bir kavramı değil, bugünün Filistinlileri için dinamik bir gerçekliktir. “Sumud”u en iyi, bizzat bu direnişi gündelik hayatlarında yaşayanların sözleri anlatır. Filistinli aktivist Abdülfettah Ebü’s-Sürûr, “sumûd”u şu ifadelerle tarif etmektedir:
“Sumûd, Filistin’de yaşamaya devam etmek, gülmek, hayatın tadını çıkarmak, âşık olmak, evlenmek ve çocuk sahibi olmaktır. Sumûd aynı zamanda yurtdışında eğitim görmek, diploma almak ve anavatana geri dönmektir. Değerleri savunmak da sumûd’dur; güzel bir ev inşa etmek, İsrail bu evi yıkarken bile burada kalacağımızı düşünmek ve ardından eskisinden daha güzel bir ev inşa etmek de sumûd’dur. Benim burada olmam sumûd’dur. İnsanın yeniden insanlığını kazanması ve insanlık erdemini savunması da sumûd’dur…Sumûd, nerede olursak olalım, Filistinli olduğumuzu unutmamak, kimliğimizi korumak ya da yeniden kazanmaktır. Sumûd, kimliği, anıları, gelenek ve görenekleri, halk sanatlarını, toprağa bağlılığı ve kişiyi insan yapan değerleri nesiller boyunca korumak ve yaşatmaktır.”
Filistinli olmanın sorumluluğu: Uluslararası Sumûd
“Sumûd” sadece Filistin topraklarında yaşayanların direnişini ve varolma iradesini ifade etmekle kalmamış, diasporadaki Filistinlilerin kimliklerini koruma, Filistin davasını uluslararası alana taşıma ve geri dönüş hakkını savunma mücadelelerini de kapsar hale gelmiştir. Böylece parçalanmış coğrafyalar arasında dinî, tarihî ve toplumsal doku diri tutulabilmiştir.
“Sumûd”un bu çift yönlü niteliğini, Filistinli aktivist Zuğbi Zuğbi şu sözlerle dile getirmektedir: “Sumûd’un iki yönü vardır: Ulusal sumûd, kendi ulusal toprağında kalmaktır; uluslararası sumûd ise diasporada kararlılık göstermektir. Anavatana geri dönme arzusunu sürdürürken halkınla bağını koparmamak, Filistin davasını her platformda savunmak ve ülkeye her türlü desteği sağlamaktır.”
Tam da bu nedenle, “sumûd” yalnızca Filistin topraklarıyla sınırlı bir duruş değildir. Uluslararası düzlemde de farklı bir misyon üstlenmiştir: Filistinlilere karşı siyonist lobilerce oluşturulmaya çalışılan ön yargıları kırarak ve olumsuz imajı yıkarak Filistin davasının gerçek yönlerini anlatmak. Böylece “sumûd”, yerel bir direniş biçimi sınırlarını aşarak küresel vicdanla bağ kuran evrensel bir dile dönüşmüştür.
Sonuç yerine
“Sumûd”, Filistinlilerin yalnızca İsrail işgaline karşı koyuşunu değil; aynı zamanda hayatı, kimliği ve insanlık onurunu inatla koruma iradesini temsil eden derinlikli bir kavramdır. 1948’den bugüne farklı biçimlerde tezahür etse de özünde hep aynı mesajı taşımıştır: Anavatan Filistin’de kalmak, tutunmak ve asla vazgeçmemek.
Bir zeytin ağacını yeniden dikmek, yıkılan evi tekrar inşa etmek, gündelik hayatı sürdürmek ya da direnişin en zor zamanlarında dahi gülümseyerek hayata tutunmak…Bütün bu küçük ama kararlı tavırlarda hayat bulan “sumûd” yalnızca bir ulusal sembol değil; Filistin halkının geçmişini, bugününü ve geleceğe dair umudunu kuşatan çok yönlü bir yaşam felsefesidir.
“Sumûd”un dünyaya verdiği mesaj gayet açıktır: “Biz Filistinliler, bu topraklarda vardık; hep var olduk ve de var olmaya devam edeceğiz.” Dahası, özellikle son Gazze işgalinin ardından, ablukayı kırmak amacıyla yola çıkan filolar ve dünyanın dört bir yanında düzenlenen dayanışma eylemleri göstermiştir ki, “sumûd” artık sadece Filistinlilerin değil; adalet, onur ve özgürlük uğruna direnen tüm halkların ortak dili hâline gelmiştir.
Aslında İsrail’in de bu tablodan çıkarması gereken ders gayet açıktır: Filistin’de adalet ve hakkaniyet temelinde kalıcı bir barış ortamı tesis etmek. Zira bölgesel barışın yanısıra küresel barışın yolu da Filistinlilere sınırları belli kendi devletlerinde onurlu bir hayat hakkı tanınmasından geçmektedir. Bugün Yahudilerin tarihlerinde kurdukları en güçlü devlet konumunda olan İsrail, böyle bir adımı atabilecek imkân ve iradeye, dünya kamuoyunu da yönlendirip ikna edecek kudrete sahiptir.
Kanaatimizce, belki de tarihinde ilk kez, yüzlerce yıl sonra Tanrı tarafından kadim değerlerini insanlığın hayrına kullanma imkanı ve sorumluluğu verilen İsrail, bugün tarihin en kritik eşiğinde kaderini belirleyecek zorlu bir imtihanla karşı karşıya olduğu bir yol ayrımında bulunmaktadır: Ya insanlığın ortak vicdanına ve Tel Aviv sokaklarındaki barış yanlısı Yahudi “sumûdcular”ın çağrılarına kulak vererek bölgede kalıcı bir barış inşa edecek ya da mesihçi Siyonistlerin ve Evanjelistlerin izinden giderek savaşı, işgali ve şiddeti sürdürmeye devam edecek!
Kutsal kitapların işaret ettiği bu çetin sınavın sonucunu hep birlikte bekleyip göreceğiz. Çünkü ehl-i kitap olmak, nübüvvet geleneğine sahip bulunmak, beraberinde ağır bir sorumluluk da getirir. Tevhit, adalet ve barış esasına dayanan bu sorumlulukların yerine getirilmemesinin acı bedelini ise en iyi bilenler yine ehl-i kitap topluluklarının kendileridir.
Dileğimiz, hak ve adalet temelinde yükselecek bölgesel ve küresel barışın bir an önce hâkim olması ve Filistinlilerin hak ettikleri özgürlüklerine bir an evvel kavuşmalarıdır.