Tasavvuf geçmişten bugüne, tarihe mal olmuş büyük isimlerin kurduğu ekoller, yetiştirdiği müritler ve yazdığı kitaplar ile hem bir ilim dalı olarak, hem de kültürel kodlarımıza damgasını vurmuş bir olgu olarak varlığını sürdürüyor. İslami literatürde hatırı sayılır bir külliyatın desteğiyle, İlahiyat ve İslami İlimler fakültelerinde tasavvuf dersleri okutulmakta, yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmaktadır. Müslüman kültürde tasavvufun ortaya çıkışı konusunda, kaynağın Hint ve Çin mistik öğretileri, Hıristiyanlık, Maniheizm gibi İslam dışı din ve kültürler olduğu konusunda çeşitli iddialar varsa da, genel olarak tasavvufun, Hz. Peygamberin Hz. Ebubekir ve Hz. Ali gibi seçkin arkadaşlarına aktardığı bâtınî bir bilgi ve yöntem olduğu kabul edilir. Bu kabule bağlı olarak hemen hemen bütün tarikatlar, silsilelerini bu iki sahabi yoluyla Hz. Peygamberden başlatırlar. Ancak, bazı mutasavvıflara göre tasavvuf dinlerden önce ortaya çıkmıştır. Ülkemizde tasavvufun seçkin simalarından Cemâlnur Sargut’un, hocası ve mürşidi Ken’an Rifâî’den aktardığına göre “tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.”
Tasavvufun kimilerine çekici kimilerine de endişe verici gelen tarafı, tasavvufi muhayyilenin çok zengin bir sembolizmle yüklü olmasıdır. Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde üretilen tasavvufi terminoloji bu muhayyilenin genişliğini göstermektedir. Yine bu dillerde yazılan pek çok kitap, ünlü mutasavvıfların hayat hikayelerini, görüşlerini, tasavvufi anlayışlarını günümüze taşımaktadır. Tasavvufi ekollerin kendi aralarında çeşitli farklar olsa da ortaklaştıkları nokta, Allah’ın tüm kâinatı bir aşkla yaratmış olduğu, insanların da nefis terbiyesi ve ilahi aşk yoluyla Allah’a ulaşabileceği anlayışıdır.
İnsan sahip olduğu potansiyellerin farkına varmaksızın, içine doğduğu kültürün uysal bir taklitçisi olarak yaşarsa, bilinç sahibi olmayan hayvanlardan bir farkı kalmaz; sürünün bir üyesi olur. Ancak esas olarak ondan beklenen, yeryüzü zamanında ve mekânında geçici bir yolculuk halinde olduğunun bilincinde olarak, asıl büyük hikâyenin farkına varması ve varoluş bilmecesini, Allah’la ilişki halinde çözmesidir. Bunun için insanın alemde ve kendi nefsinde gösterilen delillere/işaretlere karşı duyarlı olması, dünyanın hevâ ve hevesine kapılmaktan kendisini alıkoyması, büyük hikâyeyi merak edip araması, doğruluk ve merhamet ehli olması gerekmektedir. Bu idrak seviyesi kimi zaman herhangi bir yardım almadan da insanda oluşabilir; ancak tasavvufî ekoller bu idrakin insanda oluşmasına yardımcı olma amacına yönelik olarak çalışırlar. Mürşitlerin görevi, genel anlamda insanlarda büyük hikâyeye dair farkındalık oluşturmaya çalışmak ve bu arayış yoluna giren kişilere de kendi usul ve erkânları dairesinde yol göstermek, öğretmenlik yapmaktır.
Tasavvuf literatüründe bu yöntemlere, usul ve erkâna dair detaylı pek çok bilgi bulunmaktadır. Ancak kısaca özetlemek gerekirse, mürşidin rehberliğinde derviş önce kendisini tanımayı öğrenir. Bu rehberlik mürşidin sohbetlerine katılmayı, onun verdiği görevleri (zikir, vird, rabıta, nafile ibadetler, halka hizmet vb) yapmayı, toplu şekilde yapılan ritüellere (zikir, hatme, devran) katılmayı içerir. Mürşit, müridinin iç hallerine vakıf olma kabiliyetine sahiptir; adım adım müridinin de bu hallerden haberdar olarak, kötü huylarından ve zaaflarından arınabilmesine yönelik, kişiye özel bir program uygular. Amaç, kişide Allah’ın isimlerinin tecelli edebileceği bir safiyet yaratmak, beş duyu ve aklın ötesinde bir keşf ve ilham alanının açılmasına zemin hazırlamaktır. Bu zorlu sürecin akamete uğramadan yönetilmesi mürşidin de ehliyeti ve liyakati ile yakından alakalıdır. Tarikatlarda “icazet” yani bir tür yeterlilik/diploma usulü vardır; irşad etmeye icazet almış kişiler ancak mürşid olarak kabul edilirler.
Şimdi, bu kadar kitâbî bilgiden sonra, gelelim günümüzdeki durumlara… Önceki yazımı şöyle bitirmiştim: “İnsanlar görünen dünyanın görünmeyen taraflarıyla ilgilenmeyi, maneviyat alemi denilen bir alandan haberdar olmayı talep ediyorlar. Böyle bir talep olunca, tabii ki arz da oluyor, bu talebe karşılık üreten pek çok kişi, ekol, grup ortaya çıkıyor. Sorun talepte değil, ama işin arz kısmında sorunlar var gerçekten.”
Aslında bu cümleyi tekrar okuyunca, talepte hiçbir sorun yokmuş gibi bir ifade serdetmiş olmaktan pişman oldum; çünkü hem talepte hem de arzda sorun olduğunu söylemek daha doğru belki.
Talep kısmındaki en önemli sorun bence hazırlıksız ve birikimsiz olmak. Eski zamanlarda okuma yazma yaygın değildi, kitaplara ulaşmak çok zordu, bu koşullarda insanların belki hazırlanması ve talip oldukları alanla ilgili bir altyapıya sahip olmaları mümkün değildi; ancak günümüzde koşullar çok farklı. Tasavvuf literatürü, en çetrefil eserlere varıncaya değin, büyük ölçüde Türkçeye çevrilmiş ve yayınlanmış durumda. Ekoller, yöntemler, yaklaşımlar, farklılıklar ve tartışmalar da dahil olmak üzere, yığınla bilgi kitaplar ve tezlerde mevcut. Bunları hiç okumadan bu alana girmeye niyetlenmek, bence çok tehlikeli bir iş; neticelerini zaten medyaya düşen kötü örneklerden biliyoruz. İnsanlardaki bu arayışı para ve nüfuz, duygusal ve cinsel sömürü amacıyla suiistimal eden pek çok sahte mürşit ve bunlara yem olan pek çok insan var. Böyle bir ortamda, sağdan soldan duyarak, arkadaşa uyarak, reklamlara kanarak böyle bir işe kalkışmak, sonucu genellikle kötü biten bir maceraya dönüşebiliyor. Kısaca bilgi, altyapı, birikim şart. Bunlar sağlandıktan sonra bile çok dikkatli olmanın; bir mürşide bağlanma tercihinde bulunulduğunda, telkin edilenin aksine, sorgulama butonunu kapatmamanın, ilişkiyi hedeflenen amaçlar doğrultusunda sürekli gözden geçirmenin şart olduğuna inanıyorum.
Gelelim işin arz kısmına, yani tarikatlara ve mürşidlere… Burada tasavvuf araştırmaları alanında tanınmış bir isim olan yakın bir arkadaşımın görüşünü aktaracağım. Küçük yaşlarından itibaren bir tarikat çevresine intisap ederek seyr-i sülûk sürecini tamamlamış bir sûfi olmasının yanı sıra ilahiyatçı bir akademisyen olan arkadaşımın, ülkemizdeki mürşid profiline dair kanaati şöyledir:
“Şu ortamda ben müridlerine tasavvufi terbiye verebilecek, seyr-i sülûk yaptırabilecek ehliyette mürşidler göremiyorum, çünkü çoğu icazetsiz, babadan oğula/damada geçen bir sistem içinde bu makama geliyorlar. Ürünlerine bakıyoruz, bu kanaatimiz pekişiyor. Bu yüzden zaten artık tarikat olmaktan çok cemaat yapısına dönüşüyorlar.”
Konuyu tasavvuf karşıtlarının bir nüktesi ile bitirelim: Belki de bu zamanda ‘direkt Allah’a bağlanmak’ en doğrusu, en risksizi…