Christopher Nolan sineması denilince ilk akla gelenler hafıza, bilinç, rüya, gerçeklik, alternatif evrenler ve olmazsa olmaz zaman. Nolan, ilk filmi Takip (Following, 1998), kült filmi Akıl Defteri (Memento, 2000), büyük prodüksiyonlara dönük önünü açan Batman serisi ve düş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorgulayan Başlangıç’ta (Inception, 2010) olduğu gibi hemen bütün filmlerinde farklı biçimlerde de olsa zaman ve mekânı bükerek, katlayarak farklı anlam aralıkları açar. Son filmi Tenet’te de bu manada bütün imkânlarını, sınırlarını zorluyor. Filmin palindromik ismi gibi anlatısı da yarıdan itibaren kendi üzerine katlanıyor. Burada tam bir simetri yok elbette filmin yarısına kadar lineer bir zaman akışı var, ikinci yarıda ise nispeten olaylar geriye sarıyor ve şimdinin yanı sıra geçmişe, geleceğe doğru akan evriltilmiş zamanlar da işin içine katılıyor. Bugün, geçmiş ve geleceğe aynı anda şahitlik ettiğimiz bir zaman tasavvurunu sinemasında kurmanın heyecanına kapılıyor Nolan ve bunu yaparken filmografisinden aşina olduğumuz, akılda kalan sahnelerin adeta bir kolajını izleyiciye sunuyor. Dev bir bütçe ile ortaya çıkan Tenet’te yönetmenin teknik açıdan ustalığını konuşturduğu birçok sahne mevcut fakat senaryonun bu sinematografik şovun gölgesinde kaldığı, ihmal edildiği aşikâr. Olayları birbiri ile ilişkilendirmenin gittikçe zorlaştığı, farklı zamanlara yürüyen, koşan, kendisi ile karşılaşan karakterleri takip etmekten bitap düşüren 150 dakikalık bir seyir söz konusu.
Sinema sektörünün uzun süredir neredeyse en önemli gündemi Tenet’in vizyona ne zaman gireceği idi. Sinema salonlarının doldurabilme kudretine sahip, blockbuster Tenet’in vizyon tarihi ilk olarak 17 Temmuz ilan edildi, 31 Temmuz’a ertelendi fakat pandeminin inişli çıkışlı seyrinden ötürü nihayetinde 26 Ağustos’ta vizyona girdi. Prodüksiyon aşamasından bu yana sürekli gündeme gelişi, Tenet’e dair ipuçlarının düzenli aralıklarla haber ajanslarına servis edilmesi, Covid-19 nedeniyle zor duruma düşen sinema salonu işletmecileri için kurtarıcı olarak sunulması filme dönük beklentileri yükseltmişti. Belki beklentilerin yükseltilmesinden dolayı izleyenlerin bir bölümü için Tenet tam bir hayal kırıklığı oldu, fakat ihmal edilen senaryosu, izleyiciyi yoran kurgusu ve zayıf karakterlere rağmen Nolan sinemasının bütün alameti farikalarını “fazlasıyla” taşıdığından olsa gerek Tenet’i sahiplenenler de az değil. Christopher Nolan görkemli bir sinema yapıyor, kullandığı IMAX kameralardan tutun da tasarladığı büyük sahnelere kadar (Tenet’te bilgisayar efektleri kullanmak yerine gerçek bir uçak patlatılıyor) ayrıcalıklı bir imkâna sahip, özellikle genç izleyici için albenisi yüksek bir sinema dili demek bu.
Tenet, bir konser salonuna yapılan saldırı ile başlıyor. Filmin ilk sahnesindeki bu aksiyon dozu neredeyse son sahneye kadar ritmini düşürmeden ve bu ivmeye hiç ara vermeksizin yüksek tonda müziğin eşlik etmesiyle ilerliyor. Sahnelerde hiçbir boşluk, açıklık bırakmamak adına özel bir çaba sarf edilmiş gibi; müzik, kurgu tercihleri bu duyguyu besliyor. Başroldeki karakterin ismini öğrenemiyoruz, Protagonist (John David Washington) olarak seyirciye takdim ediliyor. Üçüncü Dünya Savaşı’nın, dünyanın yok oluşunun önünde durabilecek kahraman kişi o. Hollywood sinemasında tehdit genelde ya Orta Doğu’dan, Rusya’dan gelir ya da uzaydan; zombi, terör, virüs her ne olursa olsun, farklı tezahürlere bürünse de düşman esasında her zaman aynıdır: öteki. Tenet filmindeki saldırı daha farklı bir yerden, gelecekten geliyor. Torunların dedelerine, ninelerine açtığı bir savaş bu. Bu karmaşık hal filmin tam da ortalarında “büyükbaba paradoksu” ile izah ediliyor. Buradaki çıkmaz şu: Gelecekteki insanlar dönüp atalarını yok ettiklerinde kendilerini de yok etmiş olmayacaklar mı? Nolan, filminde bu paradoksu sinematografik bir şölene dönüştürmeyi deniyor.
Dünyaya farklı bir açıdan bak!
Gelecekte çok da iç açıcı bir dünya yok anlaşılan, okyanuslar taşmış, dereler kurumuş… Tüm bu felaketlere en baştan dur diyebilmek adına, gelecekteki insanlar, adeta zamanda yırtık açan bir teknoloji geliştirerek oradan sızabildikleri ölçüde bugünün insanını durdurmaya çalışıyor. Bu nazik bir uyarı değil elbette, bir nevi atalarına açtıkları bir savaşı izliyoruz. Bu savaşın şiddeti tek bir kişide, filmin kötü adamı Andrei Sator’un (Kenneth Branagh) varlığında tecessüm ediyor. Gelecekteki insanların bugün ile kurabildikleri irtibatta kilit bir noktada duruyor bu Rus oligark ve bu onu kendisinin ifadesiyle “bir çeşit Tanrı” kılıyor. Eşi Kat’e (Elizabeth Debicki) karşı acımasız bir tutum sergileyen, etrafına garip tehditler savuran, filmin katıksız kötü adamı o.
Christopher Nolan’ın çocukluğunda Bond filmlerini izlemekten keyif aldığını ve ileriye dönük böyle bir film çekme hayalini verdiği röportajlardan biliyoruz. Tenet’te filmografisinin alameti farikası diyebileceğimiz zaman tefekkürünü adeta bir Bond seyrinin arka planına yerleştirmiş. Protagonist kimi zaman bir havaalanında kimi zaman otobanda izleyiciye aksiyon keyfi yaşatırken diğer taraftan da yer yer geçmişe ve geleceğe evriltilen zaman içerisinde süzülerek kafa karıştırıyor. Yönetmen daha önceki filmlerinde olduğu gibi hem entelektüel haz alabileceği hem de gişede Z kuşağını yakalayabileceği bir orta yol bulma derdinde. Protagonist’in karşısına yerleştirilen kötü karakter Andrei Sator, filmin yüzeyindeki her şey ve her karakter gibi çok fazla derinleşemiyor. Sator’un karısı Kat ile Protagonist’in ve Kat’in çocuğu ile kurduğu ilişki üzerinden cılız bir dramatik hikâyesi var filmin fakat her unsuruyla Hollywood ezberlerinden ibaret. Yönetmen daha ziyade sinema ile bilimin, fizik kuramlarının yollarını kesiştirmekle ilgili. Filmin hızlı akışı içerisinde bu anlamı yakalamak da pek kolay değil, neyse ki imdada üniversitede fizik okuduğunu sonradan öğrendiğimiz ajan Neil (Robert Pattinson) yetişiyor. O olmasa filmin zaman ve mekâna dair çözümlemelerini anlamak daha güç olurdu. Protagonist’e yaptığı küçük izahatların yanı sıra kafası karıştığında onu teselli ediyor. Bu kurduğu cümlelerle (ve dahi vücut dili, kıyafetleriyle) Nolan adeta Neil’in cismaniyetinde perdede zuhur ederek, filmi takip etmekte zorlanan izleyicilere sesleniyor: “Başın ağrıdı değil mi?”, “Anlamaya çalışma, içgüdülerine bırak kendini, hisset!”
Nolan’ın yapboza çevirdiği filmlerinde zaman ve mekân en büyük oyuncakları. Önemli ilham kaynaklarından M.C. Eshey de resimlerinde zihni harekete geçirmek adına aritmetikten yola çıkarak farklı zamansal döngüler kurar. Eshey’in zekice üretimleri ister istemez resim sanatının araçları nispetinde sınırlı kalır. Halbuki sinema öyle değil. Sinema bir nevi zamanın sanatı ve bizlere normal hayatta deneyimlediğimizden farklı bir şekilde zamanı kurma/sunma potansiyeline sahip. Flashback, yavaş çekim, hızlı çekim gibi teknik imkânlar vasıtasıyla gündelik hayattakinden oldukça farklı bir zaman deneyimini sinemada tecrübe edebiliyoruz. Filmlerde zaman üzerinden yapılabilen bu müdahaleler bizleri gündelik hayattaki deneyimlerimizden uzaklaştırırken zihnin işleyiş biçimine yaklaştırır. Rüyalar, hayaller, korkular gibi zamana bağlı ve ancak onun varlığı ile mümkün olan, söze dökmekte güçlük çektiğimiz birçok hali sinema sanatı, kısmen de olsa, gösterme gücüne sahip. Nolan’ın sinemasının ayrıcalıklı tarafı, sinemasında zaman ve mekân üzerine düşünürken, sanat sinemasındaki minimal anlatımdan farklı olarak, bunu devasa sahneler ile perdeye yansıtabilmesinden kaynaklanıyor. Bu özel pozisyonundan ötürü filmleri mutlaka gündem olmayı başarıyor. İzleyici onun her fiminde, zaman ve mekânı eğip bükerek, büyük harflerle “Dünyaya farklı bir açıdan bak!” demesini seviyor, bu Tenet gibi iddiasının büyüklüğü altından ezilen bir film dahi olsa.