“Birine bakıp şöyle sorduğunuz oldu mu; ‘kafasında neler dönüyor acaba?’”
Mutlaka seyretmişsinizdir, bu cümleyle başlar ‘Ters Yüz’ (İnside Out – 2015). İlk karşılaşmamda şaşkınlık ve hayranlıkla kendime gelememiştim ve şimdi tekrar seyredince yazmam gerek diye düşündüm.
Bir önceki cümlemde geçen kelimelere tekrar bakın şimdi; şaşkınlık, hayranlık, düşünmek. Sanki bunlar özgür irademle hissettiğim duygular ve fikirler gibi değil mi? ‘Düşündüm de…’ diyoruz ya mesela, kim düşünüyor? ‘Bilinçli bir şekilde karar verdim…’ Aynen kardeşim bilinçli bir şekilde karar verdin harikasın. Zihnin senin kontrolünde, bilincine de bilinçdışına da hakimsin ve yargıların var kararların var. Nöronlarını çalıştırıyorsun ve hormonlarını kontrol ediyorsun yani öyle mi? O halde söylesene kendine; ‘Pardon sayın beynim, biraz oksitosine ihtiyacım var rica etsem biraz…’
Eğer gerçekten bir özgür iradeniz olduğunu düşünüyorsanız bu filmi seyredin lütfen. Seyrettiyseniz de tekrar seyredin ve bu defa başka bir açıdan bakmayı deneyin hikâyeye de karakterlere de.
Olaylar Amerika’da geçiyor. Riley 11 yaşında bir kız çocuğu ve ailesiyle beraber Minnesota’dan San Francisco’ya taşınıyorlar. Bu taşınma işi Riley’i derinden sarsıyor ve kahramanımız evden kaçıp arkadaşlarına geri dönme planı yapıyor.
Kahramanımız dedim ama Riley bildiğimiz film kahramanlarından değil. ‘21. YY. İçin 21 Ders’ kitabında filmden bahseden Yuval Noah Harari’nin de en çok şaşırdığı bu zaten. Nasıl oluyor da koskaca Disney Stüdyoları ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ döngüsünden bağımsız bir hikâye anlatıyor diyor. Çünkü başrolde Riley var gibi görünse de hikâye onun zihnindeki karakterler etrafında dönüyor. Bu karakterler; Neşe, Üzüntü, Korku, Tiksinti ve Öfke adındaki asıl kahramanlar. Hepsini tanıyoruz değil mi? Ve Riley’in bütün davranışlarına onlar karar veriyor, garibim de zannediyor ki ben yaptım.
Peki katarsis filmin neresinde derseniz, Neşe’nin kendisini başrol zannederken Üzüntü’nün de en az kendisi kadar önemli olduğunu fark ederek aydınlandığı anda. Öyle komplike bir etkileşim var ki Riley’in zihnindeki bu karakterler arasında, biri eksik kalırsa bütün denge bozuluveriyor. Yani biz de seyirci olarak nasıl çuvalladığımız ve neden bazen hayatla baş edemediğimiz konusunda aydınlanıveriyoruz.
Harari’nin düştüğü not sizi filmi tekrar izlemeye teşvik edebilir;
‘Filmin başarısının sebebi belki de mutlu sonla biten bir komedi olmasıdır. Ve çoğu izleyici filmin taşıdığı nörolojik boyutu ve bunun meşum çağrışımlarını ıskalamış olabilir.’
Etyen Mahçupyan da yakın zamanda her satırının altını çizerek okuduğum ‘İnsanı Anlamak’ kitabında içimizdeki bu ‘karakterler’den bahsederken şöyle söylüyor:
‘Duygu deneyimleri ile ilgili literatür korku, kızgınlık, üzüntü, mutluluk, iğrenme ve şaşırma deneyimlerini ‘evrensel’ addediyor. Bunların genetik yapımızda yer aldığını, otomatik olarak insanda bulunduğunu, öğrenilen şeyler olmadığını savunuyor.’
Hasılı içimizde bir ruh olduğunu vehmediyoruz ve bir özgür iradeye sahip olduğumuza inanıyoruz. Fakat bilim pek de düşündüğümüz ve inandığımız gibi olmadığını birbirinden bağımsız araştırmalarla ve çeşitli klinik çalışmalarla söylüyor.
Anlam arıyoruz ve sürekli aradığımız için de hikâyeler üretiyoruz. Halbuki belki de yaşamın kendisinden başka bir anlamı yok ve üzerinde düşünülüp konuşulmuş her şeyi tekrar düşünmeye ve konuşmaya ihtiyacımız var.
Tekrar okumamız gereken kitaplar, tekrar seyretmemiz gereken filmler ve tekrar düşünmemiz gereken fikirler…
Yapmamız gereken şey sormaya devam etmek.
Alvan R. Feinstein’in (aynen, Einstein değil Feinstein) dediği gibi;
‘Aptalca sorular sorun. Eğer sormazsanız, aptal kalmaya devam edersiniz.’