[7 Ocak 2021] Dün akşam, İstanbul saatiyle 22:00 – 03:00 arasında televizyondan, şu anda Donald Trump’ın başını çektiği Amerikan faşizminin ilk, küstah, acemi ve yarım kalmış hükümet darbesini izledik.
Alman Nazizminin tarihiyle karşılaştırırsak, Hitler’in 1923’teki Münih Birahane darbesine karşılık geliyor.
Mussolini ve Kara Gömleklilerinin “Roma Yürüyüşü” sonucu 1922’de İtalyan Faşizminin kolayca iktidara gelmesine bakarak, Hitler aceleciliğe kapılmış ve aynı şeyi Almanya’da tekrarlayabileceğini sanmıştı.
Kısaca Nazi Partisi olarak bilinen NSDAP’ın, tam adıyla Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei’ın (Alman Nasyonal-Sosyalist İşçi Partisi’nin) o zamanki ağırlık merkezi güneyde, Bavyera eyaletindeydi. Weimar Cumhuriyeti’nin ilk siyasî zaaf ve istikrarsızlık belirtilerine bakarak Hitler, burada başlatacağı bir ayaklanmanın, ordunun ve diğer eski muhafazakârların desteğiyle bütün ülkeye yayılacağını düşündü.
Nazi liderleri ve yakın kadroları 8 Kasım 1923 akşamı Münih’te bir birahanede toplandı. Görüşmeye çağırdıkları Bavyera hükümeti yöneticilerini rehin aldılar ve saatler boyu kendilerine katılmaya zorladılar. İkna ettiklerini sanıp serbest bıraktılar. 9 Kasım günü, iki bin partili ve SA Kahverengi gömleklisiyle birlikte, şehir merkezine yürüdüler. Polis kordonuna tosladılar. Açılan ateşte 16 Nazi ve dört polis memuru öldü. Hitler kaçtı ve iki gün sonra yakalandı. Vatana ihanetle suçlandı. Bu yenilgi, Nazizmin kestirmeden sonu olabilirdi. Ne ki, mahkeme Berlin’e alınacağına Münih’te kaldı ve aşırı sağcı bir yargıca verildi. Hitler de duruşmaları bir millî uyanış ve beka propagandasına dönüştürdü. Hafif bir cezayla sıyırdı. Sonrasında daha sabırlı ve dikkatli davrandı. Sokak terörü ile seçimleri ustaca kaynaştırdı. On yıl sonra, 1933’te iktidara geldi.
Donald Trump, başından itibaren Nazilerinkine çok benzeyen bir sosyal temele yaslandı. Bir yanda, finansman kaynağı ve medya desteği açısından, son derece muhafazakâr büyük zenginler, mülti-milyarderler. Diğer yanda, sosyo-kültürel eziklik duygularına hitap ettiği yoksul beyazlar. Teknolojik değişimin marjinalleştirdiği işçiler ve işsizler. Amerika’ya özgü derin dindarlar. Göçmenlerden ve siyahlardan nefret eden redneck’ler (güneş yanığı kırmızı enseliler).
Bunlara dayanarak 2016’da sürpriz yapıp baskın verdi Amerikan demokrasisine. Dört yıl süreyle, orasından burasından, elinden geldiği kadar aşındırmayı denedi. Ne ki, ABD toplumu, kültürü ve en önemlisi kurumları, direndi bu keyfîleştirme girişimlerine. Şöyle de diyebiliriz: İtalya kralının 1922’de başbakanlığa getirmek gafletinde bulunduğu Mussolini, sonrasında parlamenter demokrasiyi adım adım yokedip olağanüstü yetki yasaları aracılığıyla muhalefeti ezmeyi ve devleti faşistleştirmeyi başarmıştı. Trump bunu yapamadı. Karşısında büyük bir koalisyon, geniş bir birleşik cephe oluştu. Bu da 3 Kasım 2020 seçimlerinde Biden’ın zaferini beraberinde getirdi.
Demokratik prosedürlere salt araçsal bir şekilde yaklaşan bütün popülist-totaliter liderler gibi Trump da, işaretleri çok önceden beliren bu yenilgiyi asla kabullenmedi. 3 Kasım öncesindeki aylar ve haftalarda, ısrarla sorguya çekildi bu noktada, ABD’nin özgür basını tarafından. Bir tek kere bile, tabii kurallara uyup giderim demedi. Bakarız dedi. Duruma göre dedi. Kendini kesinlikle ilkesel bir duruşa angaje etmedi. Teorik bir düşünür değil. Ama hayvanî içgüdüleri var. Führerprinzip ve “organik lider” ideolojisinde olduğu gibi (bu konuda temel referans için, artık bkz Mehmet Uçum), halkın iradesinin sandık dışında bir yolla, her nasılsa Lidere akıp onun vizyonu ve enerjisine dönüşebileceğine inandığını, satır aralarında hep hissettirdi.
Kaybetmek onu iyice çileden çıkardı, kontrolsüzleştirdi ve geri dönüşü olmayan bir yamaçtan aşağı kaydırarak aşırılaştırdı; yalancılığın, demagojinin en uç noktalarına sürükledi. Tutturdu, aslında ben kazandım ama seçimlere masif hile ve sahtekârlık karıştı diye. 60 küsur hukukî başvuruda bulundu. Çoğu kendi atadığı yargıçlar tarafından olmak üzere, hepsi reddedildi. Eyaletlerin oy sayımlarını kesinleştirmesini önlemeye çalıştı; olmadı. Valilere, sonuçlara müdahale etmeleri için baskı yapmaya kalkıştı; olmadı. İkinci Seçmenler Kurulu’nun (Electoral College) Biden’ın 306-232 kazandığını onaylamasının önüne geçemedi.
Ama bu bile Trump’a bu iş bitti dedirtemedi. Bundan sonra bütün dikkatlerini 6 Ocak’ta Kongre’de yapılacak nihaî sayım üzerinde yoğunlaştırdı. Son âna kadar imkânsızları denedi. Kapanmış kapıları tekrar açtırmaya kalkıştı. Daha birkaç gün önce, Georgia eyaletinin Cumhuriyetçi ama kanunlara saygılı seçim yöneticilerine telefon açıp, kâh tehdit kâh rica minnet yoluyla, oyları tekrar saymalarına istedi. Düpedüz, hiç utanmadan “bana 11,780 oy bulun” dedi. Sonra Başkan Yardımcısı Mike Pence’i işlemeye koyuldu. Her türlü anayasal kural ve teamül hilâfına, isterse eyaletlerden bildirilen “ikinci seçmen” oylarını değiştirebileceğini iddia etti. Kendisine çok bağlı bazı senatörleri ise itiraz dilekçeleri kaleme almaya yönlendirdi.
Pence tarafından da, başta Senato Çoğunluk Lideri Mitch McConnell olmak üzere artan sayıda Cumhuriyetçi senatör tarafından da terkedildi bu yüzden. Onları “güçlü” olacakları ve “sıkı” duracakları yerde “zayıf” (weak) çıkmakla suçladı. Son derece tipik bir faşist söylem örneğiydi.
Realiteyle arasında çok derin bir uçurum açılıyordu. Aldırmadı. Aynı 6 Ocak günü başkentte, Washington DC’de, Kongre’yi baskı altına alma çabasından başka hiçbir anlam taşımayan bir miting düzenledi. Avukatı Rudy Giuliani çıktı; “ateş yoluyla imtihan” (ordeal by fire), “su yoluyla imtihan” (ordeal by water) ya da “düello yoluyla imtihan” (ordeal by joust) gibi Ortaçağ usulllerine atıfta bulunarak, seçim anlaşmazlığının “savaş yoluyla sınanmasını” istedi (trial by combat). Büyük oğlu Donald Trump jr çıktı; başkanları için “savaşmayan” parti üyelerine sert mesajlar verdi. “Bu artık onların Cumhuriyetçi Partisi değil. Bu, Donald Trump’ın Cumhuriyetçi Partisi” dedi. Kendisi çıktı; “Asla vazgeçmeyeceğiz. Asla kabul etmeyeceğiz” dedi. Kalabalığa Capitol’ü, ABD Meclisini hedef gösterdi. “Zayıflar kazanamaz” diye gene aynı faşizan, Sosyal Darwinist retoriğe başvurdu. Hattâ kendisinin dahi orada olabileceğini imâ etti.
Yürüdüler ve siyahların BlackLivesMatter protestoları karşısındaki olağanüstü hazırlık düzeylerinin yüzde birini dahi bu beyaz lümpenler sürüsü karşısında gösteremeyen güvenlik güçlerini tamamen gafil avlayıp daldılar içeri. Vekillerin ofislerine girdiler. Koltuklarına oturup ayaklarını masalarının üzerine dayamakla, elitten ve elitistlerden o ân için intikam alıp kendi kendilerine tatmin oldular.
Bir yönüyle, Amerikan sokak faşizmi açısından büyük bir gövde gösterisiydi. Diğer yönüyle, bir adım ötede ne yapacaklarını bilemedikleri ortaya çıktı. Tuhaf bir ayaklanma girişimiydi. İdeolojisi vardı. Belirli bir kitlesi vardı. Ama militan bir örgütten, bir haftalık basit bir plandan ve sürdürücü bir kararlılıktan yoksundu. Lideri bile ancak yarım yamalak, egomanyaktan ziyade narsist, yırtıcıdan ziyade korkak, acemi ve beceriksizin tekiydi. Nerede bir Benito, bir Adolf, bir Milosevic? Orduya hiç katılmamanın yolunu bulmuştu bir zamanlar. Ciddî bir kavgada, en ufak bir fiziksel cesaret gösterebilir miydi acaba? Üstelik de hiçbir “devrimci kriz” ortamı mevcut değildi.
Neticede, kışkırttı ama arkasında duramadı. Güruhunun başına geçemedi. Hitler’in son günlerinde yerin yedi kat altındaki bunkerine kapanıp etrafa artık kimsenin dinlemediği emirler yağdırması gibi, Beyaz Saraya saklandı, yarattığı faciayı televizyondan seyretti ve “aslanlarım benim” misali tweet’ler yollamayı tercih etti. Faşizmin korku ve sefaleti hakkında yeterli bir fikir verdi, bu kadarıyla da. Neler olabileceğini bütün dünyaya gösterdi.
Şimdi bu bir son mu, yoksa bir başlangıç mı sorusu soruluyor. Bir ilk deneme mi, arkası gelecek mi? Bunun cevabı bir ölçüde, 1923’te Hitler gibi sıyırıp sıyıramayacaklarına bağlı. Daha geniş planda, Amerikan halkı, politikacıları ve demokrasisinin ders çıkarıp çıkarmayacağına bağlı.