Türkiye’de ve Kürdistan’ın muhtelif parçalarında tarihi bir dönemdeyiz. Türklerin ve Kürtlerin birbirleri hakkında yeni bir sayfa açmalarını gerektiren kritik bir zaman dilimi bu. Eski ezberlerin terkiyle ancak hakkıyla takdir edilebilecek muazzam bir fırsat penceresi açılmış bulunuyor. Bu gerçeklik karşısında Devlet Bahçeli ve hatta adı konmamış çözüm süreci bile bir detaydır. Türklerin ve Kürtlerin iman (güven) tazeleyerek, hakta, birliktelikte, ortaklıkta samimiyet testinden geçerek parlak bir geleceği inşa lüzum ve imkanı doğdu. Bu tarihi fırsatı ilgili aktörlerin berheva etmemesi gerekiyor. Erdoğan, Öcalan, Bahçeli, PKK başta olmak üzere karar mekanizmasında yeralacak aktörlerin Türklerin ve Kürtlerin uzun vadeli selameti açısından büyük bir sorumluluk altında oldukları açıktır.
Türkiye ve dört parça Kürdistanlar birbirini bekleyen, birbirine bakan bir konumda. Türkiye Türklerin ve Kürtlerin ortak devleti olarak aynı zamanda Türkiye dışındaki Kürdistanların da eksen devletidir. Onların Türkiye’ye bakması doğal olandır. Türkiye’nin de onlara bakması hem tarihi sorumluluğudur, hem Kürtlere borcudur, hem geleceğin çağrısına icabet etmesidir. Türkiye sadece Türkiye Kürtlerine olan ödevleri itibariyle değil aynı zamanda Türkiye Türklerinin çıkarları açısından da Güney Kürdistan ve Rojava’ya hassasiyetle yaklaşmak zorunda.
Türkiye Rojava’nın nesidir, nesi olmalıdır? Her ne kadar eski alışkanlıklar ve refleksler hala cari olsa da Türkiye’nin vekil güçler üzerinden hasmane tavırlar göstermek yerine Rojava’ya yaklaşımı şöyle olmalı: Orası Kürdistan’dır ve Türklerin ve Kürtlerin ortak devleti olarak oranın hamisi ve hizmetkarı Türkiye’dir. Rojava Kürtleri istikbalde Ortadoğu’da barışın kilididir. Rojava Kürtleri ile Suriye’de huzur, Türk-Kürt-Arap dostluk ve kardeşliğinin şekillenmesinde anahtar rol oynayacaktır. Suriye’nin ama özellikle de mazlum Suriye Kürtlerinin hukukunun korunması Türkiye’nin öncelikli ahlaki borcu ve milli çıkarıdır. Maruz kaldıkları onca zulümden ve tehlikeden sonra Salih Müslim ve Mazlum Abdi gibi yerli yöneticilerinin ferasetli ve çözümden yana duruşlarına hakettiği değer verilmeli. Rojava’da yapılacak herhangi bir yanlış Kürt amme vicdanında derin yaralar açacak, bizzat Türkiye’nin kendisini yaralayacaktır. Yani iki ayrı yerden bahsetmiyoruz. Kürtlerin parçaları duyguda birleştiği gibi Türklerle Kürtlerin kaderi de bu şartlarda birleşti.
Türkiye’deki çözüm çabaları ile Rojava’daki durum, Ankara’daki yaklaşımlar ile Erbil’deki tutumlar birbirinden bağımsız değil. Büyük bir Türk-Kürt entegrasyonu gerçeği ile karşı karşıyayız. Tarih bunu önümüze hem bir zorunluluk hem de fırsat olarak getirmiş. Naz yapanlar, bunu suistimal edenler hata yapar. Çoğu insan ve devletin kemikleşmiş kimi refleksleri henüz bu realiteyi görmemiş olsa da böylesi bir geleceğe doğru gidiyoruz. O yüzden Öcalan’ın yapacağı açıklama sadece Kandil’i etkilemeyecek. Çünkü Kandil’i Türkiye’nin Rojava politikası da etkileyecek. Öcalan’ın açıklamaları Rojava’yı da etkileyecek. Bu yüzden Öcalan çıkıp “hadi silah bırakın” basitliğinde konuşamaz, konuşmamalı. O silah bırakın dese PKK “emredersiniz hemen silah bırakıyoruz” demeyecektir. Neden? Çünkü bu iş sadece silah meselesi değil. Nice insanın yitirildiği kuşaklar tüketmiş bir çatışma sürecinin bitirilmesi kazanımsız ve anlamsız olamaz ve olmamalı. Birlikte yaşamak isteyen ancak mevcut adaletsiz ilişkiyi artık sürdüremeyecek hale gelen Kürtlerin ve Türklerin geleceğinin sözkonusu olduğu önemli bir konuda kararlar verilecek. Bu kredi, bu ümit, bu şans heba edilmemeli. Atılacak adımların boş olmaması, boşa düşmemesi büyük önem taşıyor. Bu sadece PKK’nin bir imtihani değil devletin de verecegi bir sınavdır.
Kürtleri kandırmak isteyenler o tür bir teşebbüsün sonuçlarının yıkıcı olacağını görecek kadar akıllı olmak durumundadır. Aynı şekilde Kürtlerin meşru taleplerinin yerine gelmesi ve Türkiye’nin Kürtlerin emrindeki bir devlet olarak aslına rücu etmesi lüzumunu takdir edemeyen herhangi bir adımın uzun vadede ülkeyi iç çatışmalara götüreceğini görmek gerekir. İki tarafın da yanlış yapma lüksü yok. Yoksa mesele bazılarının sandığı gibi Bahçeli’ye veya devlete güvenme meselesi değildir. Durumun ciddiyeti o tür güvenlere ihtiyaç bırakmıyor.
Rojava’da bir iç savaş ortamında meşru müdafaa kapsamında namusunu, evini, mahallesini ve şehrini korumak için elinden gelen her türlü fedakarlığı yapmış Rojava Kürtlerinin istikbali diğer Kürtler için elbette ki çok önemlidir. Hattın (sınırın) altı ile üstü duyguda birdir. Birinde yapılacak hata diğerinde yaraya dönüşecek. Serxetê (Türkiye Kürdistanı) ile Binxetê (Suriye Kürdistanı) aynı millettir. Kürtlerin devletin sahibi ve ortağı olduğu bir Türkiye’nin parçasıdır orası. İstikbal birlikteliktedir. Amma o birliktelik âdil ve âkîl olmak kaydıyla.
Kürtler bugüne kadar kardeşlik hikayeleri ile aldatıldık diye haklı ve çekimser olsalar da nihayetinde yine de Türkiye’ye bakıyorlar: Türkiye’nin aklının başına gelmesine dair umutlarını bitirmiş değiller. Türkiye’nin Kürtlerin devleti haline gelmesini bekliyorlar. Güney’deki Kürtlerin de Batı’daki Kürtlerin de istediği budur. Doğu Kürdistan’daki Kürtlerin hukukunu savunmak da Türkiye’nin ödevidir.
Dört parça Kürdistan’da Kürtlerin yüzleri Türkiye’ye dönüktür ve dönük olmalıdır. Peki ne istiyorlar? Türkiye’nin kendi kuruluş sözleşmesine geri dönmesini istiyorlar. Kürtler kötü muamele gören vatandaş olmaktan çıkıp, kimseye kötü muamele yapmaya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü bir devletin sahipliğine ve co-pilotluğuna geçiş yapmayı bekliyorlar. Şimdilik iç ve dış Kürtler olarak tasnif edilen Kürtlerin hepsinin aslında iç Kürtler olarak görülmesi gerekir. Türkiye’nin buna uyanması gerekiyor.
Türkiye’de Kürtlerin egemenliğe ortak olarak devletin sahibi haline gelmesi Türkiye’nin hem tarihi sorumluluğu, hem de güvenlik garantisidir. Ama bunun için Türkiye’nin aynı zamanda bir Kürdistan olması gerekir. Yani kendisiyle, kendi kurucu unsuru olan Kürtlerle barışması ve Kemalist inkar parantezinden geri çekilmesi gerekir. Bu geri çekilme bir nevi filmin geleceğe doğru geri sarılması gibi Türklerin ve Kürtlerin yolunu çeşitli duraklardan geçirecektir: Kemalizm’den ricat, İttihatçılık’ta geçiş, Osmanlı’da kendine gelme ve Selahaddin’de geleceği yakalamak
Türkiye bir süredir Kemalizmden ricat ediyor. Anti-AKP hissiyatın doğurduğu Atatürkçü nostaljiye rağmen Kemalizm bu ülkenin potansiyelini boğmuş ve kapasitesinin çok altında peformans göstermesine yolaçmış bir ideolojik kelepçedir, tamamen sökülüp atılması gerekir. Kemalizm Türkiye’de bakiye-i ömrünü sivil bir tarikat olarak sürdürebilir, o bahsimizden hariçtir. Türkiye bir süredir İttihatçılık istasyonunda güvenlik endişeli bir geçiş süreci yaşıyor. Bunu Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin hararet momenti olarak kaydedebiliriz. Gerekli bir duyguyu temsil diyor bu milliyetçilikler ama kendinden ötesini görecek kadar “âkîl” hale gelmeleri gerekir. Osmanlı (veya Abdülhamid) çoğulculaşma ve kendine gelme aşamasını temsil ediyor. Yani Kürtlerin ve Türklerin birlikteliğinin Doğu’daki mecazı olarak yeniden-Osmanlı kanaatimce yakın geleceği ifade ediyor. Eğer maziyi bir metafor ve hatırlama vesilesi olarak kullanacaksak, bir konsept olarak Osmanlı’da kendine gelen Türklerin ve Kürtlerin önündeki nihai ödev geleceği Selahaddin ile yakalamaktır. Selahaddin bu birlikteliğin Batı’ya bakan mecazıdır. Ve tüm bu sürecin işlemesi için gereken şudur: Türkiye’nin hem kuruluş sözleşmesine (Kürtlerin ve Türklerin devlete sahiplikte ortaklıklarına) hem de kurtuluş reçetesine (Türklerin ve Kürtlerin geleceği ortak devlette entegre olarak birlikte hareket etmekte yatıyor gerçeğine) uyanmak.