Ana SayfaManşetTürkiye’nin bir haftası, Avustralya’nın 10 yılı

Türkiye’nin bir haftası, Avustralya’nın 10 yılı

Bazen bir olayı algılayabilmek ve yorumlayabilmek için araya biraz mesafe koymak gerekiyor. Türkiye’de olanları Avustralya’dan takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, dokuz bin kilometre de yetersiz. Dünyanın yüzyılda bir görülen dönemden geçtiği zamanda Türkiye’yi yönetenler halka bin yılda bir görülebilecek, ve bu dönem geçince de kimsenin inanmayacağı deneyimler yaşatmayı kafayı koymuş görünüyor. Yaşadıklarınız hiçbir şekilde normal değil.

Çamaşır makinesi bozuldu geçenlerde. Banyonun bir köşesinde çalışmaya başlayan alet, homurdanarak salona kadar geliyor. Ben de öyleyim son bi’kaç gündür. Belli belirsiz, homurdanarak yürüyorum. Ne yazacağımı bilmiyorum. Ne söyleyeceğim konusunda ise en ufak fikrim yok. Bilgisayar ekranına uzun uzun bakıyorum. İçimden konuşuyorum yine.

İnsan ilginç varlık. İçinde yaşadığı en saçma olayları bile bir yerden sonra normalleştiriyor. Mesela ben ‘Bu kadar da olmaz!’ dediğim her şeyin kısa süre içinde “O da bi’şey mi!”ye geçişini gördüm.

Normal zamanlarda yaşamıyoruz. Bazen birinin bizi sarsıp, “Kafayı mı yedin? Kendine gel” demesine ihtiyacımız oluyor.

Kafam çok karışık, dışarısı da…

Zaten pandemide evden çıkmaya korkar hale geldik. Yanımıza biri yaklaşınca ürperiyoruz, öksürenden, hapşırandan kaçıyoruz. Normal bir dönemde yapacağımız bir şey değil bu. Yüz yılda bir görülürmüş. Çocuklarımıza, torunlarımıza, “Bak inanmazsın” diye anlatacağımız bir dönem.

Kafam çok karışık, yazım da…

Aslında ben yazıyı çoktan bitirmiştim.

Yaşadığım Avustralya’da, geçenlerde milli marşı değiştirdiler, onu yazmıştım size. Karşılaştırmalı, baya iyiydi de… Heba oldu hepsi! Şöyleydi; “Genciz ve özgürüz” şeklindeki mısra, yıllar sonra 60 bin yıllık Avustralya’nın kadim halkının ‘farkına yeni varanlar’ tarafından “biriz ve özgürüz” olarak yenilendi. Bir önceki değişiklik de “Avustralya’nın oğulları” terimi üzerinden yapılmış. Kadınların varlığının farkına varmışlar ve “Tüm Avustralyalılar” olarak değiştirilmiş. Zamana ayak uydurmak lazım. Türkiye’de her okul çocuğuna okutulan Andımız da yıllar içinde 2 kez değiştirilmişti. 1930’larda ilk yazıldığında “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” diye başlayan Andımız, yıllar içinde ülkedeki Kürtler, Süryaniler, Ermeniler, Araplar, Rumlar ve nicelerinin farkına varanlar tarafından değiştirilmiş ve … yine “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” ile devam etmişti. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” kısmı sabit. Bu ikisi değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerden… Çünkü 1930’lar dünyasında bu bir toplum mühendisliği projesinin ürünüydü. ‘Sivil vatandaş’ idealinden uzak olduğu kadar, asker vatandaş yetiştirme idealine yakın… Nitekim “Her Türk asker doğar!” Evet Andımız…

Gazeteleri dolaşıyorum, bu ve daha detaylı bilgi içeren köşe yazılarına rastlıyorum. Sosyolojik tespitler, arka planı, tarihsel geçmişi ve hepsi çok doğru… Ve fakat yeni toplum mühendisliği ‘Dindar Nesil Yetiştirme’ anabilim dalımız ile ilgili tek bir yorum bulamıyorum malum mecralarda.

Çünkü o da eleştirilemez, eleştirilmesi teklif dahi edilemez…

Olsun! “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, hep birlikte Türkiye olacağız”ı okuyarak, yerimizi bileceğiz; hülasa ‘makbul vatandaş’ olacağız. Olmazsak ya sevecek, ya terk edeceğiz, olursak da “selam ve dua” ile yolumuza bakıp, makamımıza geçeceğiz.

Makam dedim de…

Makam işleri de karışık, yazım gibi…

Ekonomiden pek anlamam aslında. Ben kendi ekonomimi cüzdanımda hurma çekirdeği taşıyarak düzenliyorum. Çok işe yaradığını söyleyemem. Türkiye’de de zor iş ekonomi. Geçen yıl sonuna doğru damat ve Merkez Bankası başkanı gitti, yerine yenileri geldi. Ekonomi son derece iyi giderken, frene basıldı ve tam tersi politikalar güdülmeye başlandı. Daha önce yapılanlar hatalıymış. Cuma gecesi, atandıktan dört ay sonra, yeni gelenlerden biri gitti. Diğerinin de tek gözle kapıyı kontrol ettiğini tahmin etmek zor değil. Belki de savaş uçaklarındaki gibi bir fırlatma koltuğu vardır. Ve birileri yine düğmeye basmıştır. Çünkü sahnede bir düğme varsa, ona muhakkak basılır.

Benim anladığım, dört ay önce bi’kaç yıldır yanlış olan bir politikayı düzeltmek için ekonomi yönetiminin baştan aşağıya değiştirildiği… Şimdi de o yanlış olan politikayı düzeltmeye çalışanlar değiştirilerek dört ay önce yanlış olan politikayı tekrar değiştirmek suretiyle 4 ay önce doğru düşünülen politikaya getirmek amaçlanan. Lütfen, bunu fark etmemiş olamayız değil mi? Farkında olduğumuz bir diğer şey de Pazartesi piyasalar açılınca TL’nin, tl olarak yoluna devam edeceği gerçeği.

Ancak bazı şeyler hiç yolunda gitmiyor!

Demiştim ya, kafam karışık, yazım da…

Öfkeliyim bir de…

2011’de Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden ilk ayrılan yine Türkiye oldu. Avrupa’da ırkçılar, aşırı muhafazakârlar, birkaç aşırı dinci grubun “Aile elden gidiyor!” sloganı ile çağrıda bulunduğu sözleşme üzerine Avrupa Konseyi 2018’de açıklama yayınlama gereği duymuştu. Sözleşmenin kadın ve erkekler arasından cinsel farklılıkları yok etmek amacı yok. Sözleşmenin hiçbir yerinde, ailenin tanımı yok. Aile şöyle olmalı demiyor. Tek amacı, kadına karşı ve aile içi her türlü şiddeti önlemek. Kadına karşı şiddeti önlemeye karşı çıkmak normal değil. “Morardınız mı?” diye sormak akıl kârı da değil!

Bak burada, Avustralya’da pandemi döneminde aile içi şiddette patlama yaşanıyor. Polis raporlarına göre erkeklerin kadına, ebeveynlerin çocuklarına, büyük kardeşlerin küçüklerine uyguladığı şiddet arttı. Devlet sürekli psikolojik tedavi kampanyaları başlatıyor. Pandemi, her şeyden önce fiziksel ve psikolojik bir sağlık sorunu. Tüm dünyada..

Türkiye’de de… İstanbul Sözleşmesi uygulanmaya alındığı zaman ‘eşindir, evindir’ diyerek kadını eve gönderen kolluk kuvvetleri ona göre işlem yapmak zorundaydı. Şimdi şiddet gören birçok kadına, ‘Senin için en güvenli yer evin’ diyecekler. Kadınları o şiddete mahkum ettiler. İstekleri, dayakla, şiddetle aile kurumunu ayakta tutmak. Çünkü “Türkiye aileerkil bir millettir.”

Bu normal değil…

Pandemi sırasında yetkililerin gerçek vaka sayılarını gizlemesi, üst düzey iktidar yetkililerinin halka dikkatli olun deyip “pandemiye rağmen tıklım tıklım” kongreler düzenlemesi, bununla övünmesi, kalabalığa girmeyin deyip, sıkış pıkış cenaze törenlerine katılması da normal değil.

ABD’de Trumpçılar yüz maskesini sembol olarak görüp kullanmamayı gurur meselesi yapmıştı. En azından onların söyledikleri ve yaptıkları bir. Yanlışı inanarak yapıyorlar.

Kafam yerinde değil.

Hiç bi’şey yerinde değil. Yazım gibi…

Avustralya her yerden uzakta. Bazen “uzaktan böyle görünüyordur belki?” diyorum kendime. “Yaşamadığın yer hakkında ahkam kesme” diyorum.  Oturuyorum. Başlıyorum yazmaya. Andımız 1933’te ilk yazıldığında…, diyorum, ve Halkların Demokratik Parti’si milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliği düşüyor. “Yasemin” diyorum, “Konsantre ol!” 

HDP’ye kapatma davası!

Ormanda kaybolup, ya ben bu ağacı önceden görmüştüm hissi.

“E biz bunu görmüştük” diyorum. Yetişkinliğe adım attığım zamanlarda tanık olduğum parti kapatmaları, siyasi yasakları çocuğuma anlatacaktım ben. Şimdi o tanık olup, torunlara anlatabilme fırsatını yakaladı.

Torunlara anlatılacak çok şey birikti. Tekrardan da sıkılacaklar…

Bilgisayarı kapatıyorum, elektrikli süpürgeyle evi süpürmeye başlıyorum.

Etrafı temizlersem, her yer temizlenecek sanki…

Kafamda konuşan kadını bu şekilde biraz bastırıyorum.

Uyu, uyan. Tekrar bilgisayarın karşısına otur.

Evet, andımız…

Sonra, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmışız. Merkez Bankası başkanı değişmiş.

Duvara bakıyorum, hepsini anlamaya ve bir yola yordama sokmaya çalışıyorum.

Gergerlioğlu mecliste gözaltına alınmış.

Gözlerim duvara bakıyor.

Çamaşır makinesi gibi sesler çıkarmaya başlıyorum.

Sonra omzumda bir el, “Yasemin kafayı mı yedin?”

- Advertisment -