Ana SayfaManşetTürkler Anadolu’ya gelirken Kürtler (2)

Türkler Anadolu’ya gelirken Kürtler (2)

Halifelik makamı 892’de Samarra’dan tekrar Bağdat'a taşınsa da, Türk kumandanların halifeler üzerindeki baskısı devam etti. Abbasi hanedanının halifelikte somutlanan merkezî gücünün zayıflamaya başlaması, taşradan iktidara meydan okumaların çoğalmasıyla elele gitti.

Türkler 830’lu yıllar ile Selçukluların tarih sahnesinde belirişi demek olan (ve Selçuklu devletinin kuruluşu olarak kabul edilen) 1040 yılı (Dandanakan muharebesi) arasında, yani yaklaşık 200 yıllık bir zaman dilimi içinde, Ortadoğu coğrafyasında, genellikle Fars ve Arap nüfusun egemen olduğu topraklarda, çoğunlukla asker ve ordu komutanları olarak varlıklarını hissettirdi. Abbasiler döneminde oldukça güçlendiler; iktidarı ve halifelik makamına oturacak kişileri belirleyebilecek bir pozisyona geldiler. Ancak Türklerin bu gücü,  toplumsal desteğe dayalı içtimai bir güç değil,  ordudan kaynaklanan askeri bir güçtü. Ancak merkezi Abbasi yönetiminin dağılması ve İslam coğrafyasında farklı iktidar odaklarının ortaya çıkması, zamanla Türklerin, toplumsal desteğini ağırlıklı olarak Kürt ve Türk nüfustan alan yönetimler kurmasına yol açtı.  Türk kimliğiyle anılan bu ilk yönetimler, tarihi bakımdan genellikle Kürt halkının meskûn olduğu topraklarda ortaya çıkmaya başladı.

Türk komutan Eşnas’a hil’at verilmesi

Özellikle el-Mu’tasım’ın oğlu el-Vâsık Billah Ebu Cafer (H.227-232/842-847) döneminden itibaren Türklerin devlet idaresindeki gücü ve etkisi her geçen gün daha da arttı. Mesûdi şöyle yazar: “Halife Mu’tasım, Türkleri toplamayı sever ve onları sahiplerinden satın alırdı. Elinin altında dört bin Türk vardı. Onlara çeşitli kumaş elbiseler giydirir, altın kemer ve altın ziynet takardı. Onları kıyafetleri itibariyle diğer askerlerinden ayırmıştı. Yemen, Mısır ve Kayyıs uçlarından da asker toplamış ve onlara ‘Magaribe’   adını vermişti. Horasan askerlerini Fergana’dan, diğerlerini Üruseniyye’den [Uruşene: Maveraünnehir’de bir bölge] seçerdi. Orduları çoğalmıştı. Türkler sokaklarda atlarıyla giderken başkentte halka eziyet eder; zayıflar ve çocuklar zarar görürlerdi. Bağdat halkı, bir kadına veya yaşlı birine yahut çocuk ve âmâya çarptıklarında onlara öfkelenir ve bunu yapanı öldürürlerdi. Bu yüzden Mu’tasım onları şehir dışında boş bir araziye nakletmeye karar verdi ve Bağdat’a dört fersah mesafedeki Baradan’a yerleştirdi.” (Mesudi, 2017:395)

Halife Mu’tasım, Samarra kentini inşa etmekle hem orduyu Bağdat halkı ile karşı karşıya gelmekten uzak tutmak, hem de kendi güvenliğini sağlama almak istemişti. Ancak orduyu izole etme politikası, beklediği sonucu doğurmadı. Zira izole edilen ordu giderek daha güçlendi ve özerkleşti. Üstelik ordu komutanlarından Eşnas, Büyük Boğa (Boğa el-Kebîr), Küçük Boğa (Boğa es-Sağir),  Îtah, Wasif ve Sima gibi şahsiyetlere, yönetici sınıfın diğer seçkinleri gibi ikta (timar) tahsis edildi ve yüksek tabakaya mensup Türk görevlilere malikâne ve saraylar bile verildi. Mu’tasım oğlu el-Vâsık Billah Ebu Cafer (ö.10 Ağustos 847),  843 yılında hassa ordusunun Türk komutanlardan Eşnas’a, saltanat sembolü olarak kabul edilen değerli taşlarla süslü  bir taç ile iki hil’at dahi bahşetti (İbn’ül Esir, 7:16)[1]. Ancak bu tür teveccüh gösterileri, karşılığında mutlak bir bağlılığı getirmedi. Bağdat’tayken halifenin emri üzerine derhal derdest ve idam edilebilen bir asker veya yöneticiyi, Samarra’ya taşındıktan sonra ordunun elinden almak mümkün olmadı. Samarra’ya taşındıktan sonra ordunun, daha doğrusu Türk askeri sınıfının halifelik makamı üzerindeki etkisi ve ağırlığı daha da pekişti. Aynı dönemde Medine’de patlak veren isyanlar, ordunun daha da güçlenmesine yol açtı.

Bedevi isyanları Türklerin güç ve etkinliğini arttırdı

844-45 yıllarında, Bedevilerin Medine çevresine yaptığı akınlar ve huzursuzluk çıkarmaları, Süleymanoğullarının Mekke ve Medine civarındaki pek çok yeri yağmalayıp iki şehir arasındaki yolu kapatmaları üzerine Halife el-Vâsık, komutanı Ebu Musa Boğa el-Kebir’i (Büyük Boğa) bir ordu eşliğinde Medine’ye gönderdi (İbn’ül Esir, cilt 7:20).  Büyük Boğa, Süleymanoğullarını aman dilemeye ve Halife el-Vâsık’a itaat etmeye çağırdı. Ancak bu çağrı karşılık bulmayınca, Büyük Boğa saldırıya geçerek bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Boğa, Süleym ve Hilaloğullarından yaklaşık 1300 kişiyi Medine’de hapse atıp Mürreoğulları üzerine yürüdü. Hapishanenin altından tünel açan tutuklular kaçmaya kalkınca,  bu kez Medineliler tamamını öldürdü. Bununla da yetinmeyip, şehre zahire almaya gelmiş olan bütün Bedevileri öldürdüler. Olaylar üzerine Medine’ye dönen Boğa’nın, olup bitenlerden üzüntü duyduğu söylenir (İbn’ül Esir, cilt 7:24).

Fezare ve Mürreoğullarının Fedek arazisini işgal etmeleri üzerine, Boğa kendilerini bertaraf etmek için tekrar Medine’den ayrıldı. Boğa’nın harekete geçtiğini duyan bu iki kabile Şam’a doğru kaçtı. Hicaz ile Şam arasında, Hayfa adlı bir köyde kırk gün kadar ikamet eden Boğa, Fezare ve Mürreoğulları’dan bir kısmını derdest edip Medine’ye döndü. Bunun üzerine Gatafan, Fezare, Eşca ve Sa’lebeoğullarından bir kısmı, aman dileyip boyun eğdi. Daha sonra Boğa Kilaboğullarına saldırmak üzere Darriyye denilen yere gitti. Kilaboğullarından üç bin kadar adam Boğa’nın yanına gelince, Boğa bunlardan fesat çıkartan bin kişiyi esir etti ve gerisini serbest bıraktı. 846 yılının Mayıs ayında Medine’ye dönen Boğa, oradan Mekke’ye gidip hac ibadetini yerine getirdi (İbn’ül Esir, cilt 7:25).

Fakat İslâm imparatorluğundan isyan, çatışma ve iç savaş eksik olmuyordu. Hep aynı 846 yılında, Abbasoğulları’nın rakiplerinden Malik el-Huzai’nin torunu Ahmet b. Nasır da bazı sadık adamlarıyla birlikte Bağdat’ta başkaldırdı.  Gene aynı yıl, hassa ordusunun Vasıf et-Türki adında bir  başka komutanı, Fars ve İsfahan civarında “fitne ve fesat” çıkartan Türk gruplarının üzerine yürüyüp onları ezdi, bastırdı. Vasıf et-Türki’ye bu hizmetine karşılık 75,000 dinar verildi ve bir kılıç hediye edildi (İbn’ül Esir, 7:28). Hep o uğultulu 846 yılı içinde el-Vâsık, o sırada Medine’de bulunan Büyük Boğa’ya bir mektup yazıp Numeyroğulları’na savaş açmasını istedi. Boğa,  Mir’a’ya kadar gidip Numeyroğulları’nı itaate çağırdı, ancak Numeyroğulları es-Sevd dağlarına çekilip boyun eğmeyi reddetti. Sayıları üç bini bulan Numeyroğlu savaşçıları,  Boğa’ya zor anlar yaşattı. Büyük Boğa’nın öncü kuvvetleriyle ilk çatışmalarında sol kanadını dağıttılar, 120 kadar askerini öldürdüler, bol ganimet elde ettiler. O geceki itaat çağrısını da geri çevirip, ertesi sabah gene saldırıya geçerek Boğa’nın güçlerini bir kere daha yenilgiye uğrattılar. Boğa da zor bela canını kurtarıp karargâhına döndü. Lâkin daha sonraki çatışmalarda Numeyroğullarından 1500 kadarını öldüren Boğa, sonunda bu isyanı da bastırabildi (İbn’ül Esir, 7:32).

Halife el-Mütevekkil’in öldürülmesi

Bundan sonraki süreçte, gerçek iktidar giderek halifelerin elinden çıkıp, çoğu Türk olan askeri idarecilere geçti. Bu Türk emirlerin baskısından ciddi anlamda rahatsız olmaya başlayan Halife Mütevekkil (847-861), bu baskıyı hafifletmek amacıyla hilâfet merkezini Dımışk’a (Şam) nakletme teşebbüsünde bulundu, lakin başarılı olamadı. Belki de bu teşebbüsü üzerine, önde gelen Türk komutanlar tarafından öldürüldü.  

Halife olduktan sonra el-Mütevekkil lâkabını alan el-Mu‘tasım-Billâh (Özaydın, 2006, s. 527), 861 yılında saray muhafızı Türklerin tezgâhladığı bir suikast planı dâhilinde katledildi.  Mesudi, olayın bizzat saray muhafızlarından, eş-Şarabi diye de bilinen Boğa es-Sağir (Küçük Boğa) tarafından planlandığını ve cinayetin Boğa es-Sağir’in sadık adamı Bâgir et-Türki tarafından işlendiğini ileri sürer. Açıklama, Boğa es-Sağir’in el-Mütevekkil’den hoşlanmamasına karşılık, halifenin oğlu Mutanasır’ın (veya Muntasır’ın) Türklerin sevgisini kazanmış olmasıdır (Mesudi, 2017:410). Taberi ise bir adım ilerisinde, açıkça söylemese de  el-Mütevekkil’in Türkler tarafından öldürülmesinde oğlunun da bir payının olabileceğini ima eder. Taberi,  el-Mütevekkil ile oğlu el-Mutanasır’ın aralarının iyi olmadığını; olay öncesinde el- Mütevekkil’in oğluna, “ben sana el-Muntasir” [muzaffer demek] adını verdim, senin aptallıkların yüzünden halk sana el-Müntazir [bekleyen, miras beklentisi olan] adını taktı, ancak şimdi sen el-Mustacil [sabırsız] olmuşsun!” dediğini kaydeder. Bu azarlama üzerine, Mutanasır babasına,” Ey müminlerin emiri, eğer kafamı kesmeyi buyursaydın, bu davranışına katlanmaktan daha iyi olurdu” diye karşılık verir (Taberi, cilt 34, 1989:176).

Olay gecesi Boğa es-Sağir meclise girerek hizmetçi ve şarkıcıların gitmelerini emredince, el-Mütevekkil’in kölesi Feth b. Hakan et-Türki (görüldüğü gibi o da bir Türk gulamdır)  “Şu anda onların gitme saati değildir ve Müminlerin Emiri de henüz meclisi dağıtmamıştır” dediği kaydedilir. Bunun üzerine Boğa es-Sağir, “Müminlerin Emiri bana saat yediyi geçtikten sonra burada hiç kimseyi bırakmamamı emretmişti. Şimdiye kadar on dört rıtıl şarap içti ve şu anda da perdenin arkasındaki odasına geçmiş bulunuyor” diye karşılık verir (İbn’ül Esir, 7:85). Küçük Boğa mecliste bulunanları bu şekilde dışarı çıkarttıktan sonra, bütün kapıları kapatıp yalnız nehre açılan saray kapısını açık bırakır. İşte Halife el-Mütevekkil’i öldürecek olanlar bu kapıdan girer. Katiller halifeye saldırdığında, kölesi Feth b. Hakan efendisini korumaya çalışır, ancak tam ileri atıldığı sırada biri (Taberi’ye göre bizzat Boğa es-Sağir) kılıçla karnından yaralayıp saf dışı bırakır.[2] El-Mütevekkil’i öldüren katiller, oğlu el-Mutanasır’ın yanına gidip kendisine hilafet selamı vererek herkesin biat etmesini ister (İbn’ül Esir, 6:5). Halife el-Mütevekkil’in katillerinden biri olan Bâgir et-Türki’nin kendisi, birkaç yıl sonra (865’te) saray muhafızlarından Boğa es-Kebir ve Vasîf tarafından öldürülür (İbn’ül Esir, 7:118).

Abbasi halifeliğinin merkezi gücünün dağılmaya başlaması

Bağdat’tan Samarra’ya taşınmış olan halifelik merkezi, Mu’temid-Alellah’ın (Ebü’l-Abbâs el-Mu‘temid-Alellah Ahmed b. Ca‘fer el-Mütevekkil-Alellah el-Abbâsî, ö.892), halifelik makamındaki son yılı olan 892’de Samarra’dan tekrar Bağdat’a taşınsa da, Türk kumandanların halifeler üzerindeki baskısı devam etti. Abbasi hanedanının halifelikte somutlanan merkezî gücünün zayıflamaya başlaması, taşradan iktidara meydan okumaların çoğalmasıyla elele gitti.

Önce Endülüs’te başlayan bu gevşeme, daha sonra diğer bölgeleri de kapsamına aldı. Henüz Halife Harun er-Reşid (786-809) döneminde bile, Fas’ta İdrisîler (H.172/788-789) ve Tunus’ta Ağlebîler (H.184/800) kendi yerel iktidarlarını kurmuştu. Zaman içinde bu özerk emirlik ve sultanlıklar giderek çoğaldı. Taşrada nüfuz yerel hanedanların eline geçti. İbn’ül Esîr, Abbasi devletinin Halife er-Râdî (934-940)  döneminde içinde bulunduğu durumu ise şöyle tasvir eder: 

“Halifenin elinde Bağdat ve çevresi dışında hiçbir yer kalmadı. Bu bölgenin tamamı da İbn Raik’in kontrolündeydi ve halifenin hiçbir yetkisi kalmamıştı. Ama geri kalan bölgelerde, Basra, İbn Raik’in; Huzistan, el-Beridî’nin; Fars bölgesi, İmâduddevle ibn Büveyh’in; Kirman, Ebû Ali Muhammed b. İlyas’ın; Rey, İsfahan ve el-Cibal bölgesi ise buralar için sürekli mücadele eden Ruknuddevle b. Büveyh ve Merdâviç’in kardeşi Veşmgîr’in; Musul, Diyarbekir, Diyâr-Mudar ve Diyâr-Rabia, Hamdaniler’in; Mısır ve Şam, Muhammed b. Tuğc’un; Mağrib ve Tunus (İfrîkiyye) bölgesi, Alevî Ebu’l-Kasım el-Kâim Biemrillâh b. el-Mehdî’nin; Endülüs, en-Nâsıru’l-Emevî lakabını alan Abdurrahman b. Muhammed’in; Horasan ve Maveraünnnehir, Nasr b. Ahmed es-Samânî’nin; Taberistan ve Cürcan, Deylemliler’in; Bahreyn ve Yemâme de Tahir el-Karmatî’nin hâkimiyeti altında bulunuyordu.” (İbn’ül Esir, 8:220)

Abbasî halifeliğindeki bu çözülme, özellikle Arap olmayan Müslüman halklarda tezahür etti.  Yerelde kendi iktidarlarını oluşturanlar, Abbasî devletinin dinî otoritesine bağlı kalmak şartıyla, iç ve dış bağımsızlıklarını adım adım geliştirmeye koyuldu.

(devam edecek)


[1] Eşnâs et-Türki hemen bir yıl sonra, 844’te vefat etti (İbn’ül Esir, 7:23). Hakkında çelişkili kanaat ve iddialar söz konusudr. Nitekim Halife el-Mu’tasım, Eşnâs’ı kendisinin yetiştirdiğini, ancak onun zayıf ve korkak çıktığını söyler (İbn’ül Esir, 6:461).

[2] Mesudi, suikast sırasında çok sarhoş halde olan Mütevekkil’in bizzat kendi kılıcıyla öldürüldüğünü yazar. Halifenin meclisinde bir gün kılıçlardan söz açılır ve Basralı birinde, Hindistan’dan gelmiş, eşi benzeri olmayan bir kılıç olduğu söylenir. Mütevekkil hemen Basra valisine mektup yazıp kılıcın kaç para olursa olsun satın alınması ve kendisine gönderilmesini ister. Yapılan araştırmada kılıcın Yemenli biri tarafından satın alındığı ortaya çıkar. Bu kez Mütevekkil Yemen’e birinin gönderilip kılıcın alınmasını emreder.  Sonunda kılıç Yemen’den getirilir. Mütevekkil çok sevinir; Allaha hamdederek, kılıcı tahtının kıvrımının altına koyar. Mesudi “Vallahi bu kılıç sadece Bagir’in Mütevekkil’i öldürdüğü gün kınından sıyrıldı” diye devam eder (Mesudi, 2017:407). Taberi, cinayeti işleyenlerin olayı Mutanasır’a anlatırken suçu olay sırasında öldürülen Feth b. Hakan et Türki’nin üzerine yığdıklarını belirtir. Öte yandan, kendisi de el-Mütevekkil’in sarhoş olduğunu teyid eder (Taberi, cilt 34, 1989:179).

- Advertisment -