Seyirciyi Auschwitz’in hemen yanındaki bir evin çiçeklerle dolu bahçesinde büyük bir çelişkiye davet eden Uğultulu Bahçeler, Auschwitz’e değil, kamp komutanı Rudolf Höss’ün ailesinin huzurlu bir yaşam sürdüğü eve ve bahçesine odaklanıyor.
Kampa ve orada olanlara değil de bu eve ve onun güzel bahçesine odaklanma fikri bence filmin en etkileyici buluşu.
Bu huzurlu bahçenin duvarının hemen ötesinde insanlığın en feci hallerinin kol gezdiğini, gazla öldürülüp fırınlarda yakılan insanların çığlıklarının boğuk uğultulara dönüşerek yok olduğunu bilir ama bunları filmde hiç görmeyiz. Üstelik, görmediğimiz ama bildiğimiz kötülük, bu huzurlu ev ve bahçede yaşayan kişi tarafından yönetilmektedir.
Sözünü ettiğim Uğultulu Bahçeler’i muhtemelen hiçbiriniz izlemediniz çünkü bu isimde bir film yok ve var olan bir filme bu ismi ben uydurdum.
Filmin özgün ismi olan The Zone of Interest bence filmde anlatılmaya çalışılan esas meselenin ruhunu temsil edemiyor. (Türkçe çevirisi olarak kullanılan İlgi Alanı ise düpedüz yanlış bir çeviri ve filmle uzaktan yakından alakalı değil). Doğru, işin içinde bir yerlerde Nazi subayı Höss ve karısının bir çıkarı olduğunu ve tüm olan bitene o çıkar nedeniyle göz yumduklarını akla getirebiliriz. Ama filmin bizi üzerinde düşünmeye davet ettiği esas çarpıcı şey bu kişisel çıkar meselesi değil bence.
Şu: Bir insan nasıl olur da yanı başında her gün binlerce insan gazla öldürülüp fırınlarda yakılırken bahçesindeki narin yapraklı rengarenk çiçekleri sulamaya devam edebilir ve nasıl olur da kamp komutanı kocası akşam kan bulaşmış çizmeleriyle “mesai”den döndüğünde ona sevinçle sarılıp bembeyaz örtülü yemek masasına davet edebilir?
Yukarıdaki fotoğraf filmden bir görüntü.
Aşağıdaki ise Höss ailesinin yaşadığı villanın bahçesinin gerçek bir fotoğrafı. Film, evi ve bahçeyi gerçeğine çok yakın bir şekilde gösteriyor.
Höss’ün çocukları bu su kaydırağından kayarken, hemen 100 metre ötede, gazlanmış başka çocukların bedenleri fırınlara veriliyordu.
Evet, bu ev ve bahçesi kampa o kadar yakındır ki yakın demek bile eksik kalıyor. Bitişik. Bahçenin duvarı, aynı zamanda kampın duvarı. Duvar bu bahçeye mi yoksa Auschwitz’e mi ait, bilemiyorsunuz.
Film, çıldırmış bir “normallik” kisvesi altında güzel çiçeklerle dolu, ortasına bir de minik bir havuzun kondurulduğu bu bahçenin, şuursuz bir uyumlanma ve korkunç bir kayıtsızlık alanı olduğuna işaret ediyor: Bilmiyormuş gibi yapma ve çılgınca bir unutma arzusunun sahte sıcak kucağı.
Bahçe, filmde hem fiziksel bir mekân hem de psikolojik bir metafor olarak beliriyor. Höss ailesi için bu bahçe, dünyadan izole bir mutluluk ve “normallik” alanı gibi sunuluyor. Ancak bu normallik, duvarların ardından zaman zaman gelen çığlıklar ve mutfak penceresinden gördükleri, krematoryum bacalarından yükselen dumanların gölgesinde hiçbir zaman gerçekten sakin olamayacaktır. Bahçe, Hösslerin hemen diplerindeki dış dünyanın vahşetini görmemek ve duymamak için kullandıkları bir “susturucu”dur adeta. Ancak bu bahçe hiç susmayacaktır. Film boyunca, bahçenin göründüğü her sahnede arkalardan, diplerden, gerilerden, derinlerden gelen bir uğultu duyarız: Binlerce insan etinden çıkan kokulu dumanlarla dolu krematoryum bacalarının uğultusu. Filmin hemen her sahnesinde işittiğimiz şey bu uğultudur. Film ona dair görsel hiçbir şey sunmadan o kampın içinde neler olduğunu filmin her yerini kaplayan bu uğultulu sesle bilmemizi amaçlıyor ve bunu başarıyor.
Bu çiçekli bahçe, aslında, herhangi bir anda, Hösslerin bir vicdan muhasebesi yapmasına elverişli ve ona teşvik eden bir alanmış gibi de görünüyor. Ancak film boyunca bu muhasebenin hiç yapılmadığına tanık oluruz ve bu, uğultuyu daha da belirginleştirir.
Filmdeki uğultu, yalnızca kamptan gelen seslerle sınırlı değil. Yönetmen, kamerayı evdeki ve bahçedeki yaşama odaklayarak, seyirciyi görünmeyen ölümün felaketiyle yüzleşmek zorunda bırakıyor. Höss ailesinin çocuklarının koşan adımları, havuzda oynaşırlarken çıkan şıpırtılar, yıkanan temiz çarşaflar ve onların rüzgarda çırpınışı, yemek masasındaki keyifli sohbetler, çatal bıçakların metal, tabak çanağın porselen sesleri, ve bahçedeki çeşit çeşit çiçeğin taç yapraklarını okşayan rüzgarın sesi; bunların hepsi, tüm bu umursamazlık, bu aldırışsızlık, hemen arkalarındaki korkunç gerçeği iyice korkunçlaştırıyor.
Ve insan şunu bilmek istiyor. Nazi subayı Rudolf Höss’ü bir kenara koysak bile acaba karısı Hedwig ve çocukları bu evde ve bahçede geçirdikleri o günler, saatler ve yıllar boyunca yanı başlarında neler olup bittiğini tam olarak biliyorlar mıydı? Bilmiyor olabilirler miydi?
Yukarıdaki, Höss ailesine ait gerçek bir fotoğraf, 1943 tarihli. Fotoğrafta en soldaki çocuk Brigitte.
Minik Brigitte geçen yıl 88 yaşında Washington’da öldü. Ölmeden iki yıl önce gazeteci Thomas Harding’e bir röportaj verdi ve Auswitch’teki bu ev ve bahçede geçen çocukluğuyla ilgili soruları cevapladı. Röportaj The Guardian’dayayınlandı.
Bu röportajda Brigitte, tıpkı filmde gösterildiği gibi, Rudolf’un mükemmel bir baba olduğunu söylüyordu: “Mükemmel bir insandı, iyi bir insandı, şefkatli bir babaydı, yatmadan önce bize hikayeler ve tekerlemeler okurdu. Hafta sonları ‘iş’ e gitmez ve bizimle vakit geçirirdi.”
Peki ya kampta yaptığı tüm o şeyler?”
“Bilmiyorum… Sonuçta bu onun ‘iş’iydi… Ve kendisi yapmadı bunu. Üstleri vardı. Emirler aldı… Bilmiyorum…”
Ya annesi?
“Annem orada neler döndüğünü bence biliyordu.”
Yukarıdaki fotoğraftan üç yıl sonra, 1946’da, Rudolf Höss Almanya’nın kuzeyinde bir yerlerde saklanırken bulunarak öldürüldü. Öldüren, bir İngiliz subayı idi: Hanns Alexander. Saklandığı yeri ona söyleyen, karısı Hedwig idi.
Tarihin bir cilvesi: Brigitte’le röportaj yapan kişi, Harding, babasını öldüren o İngiliz subayı Hanns Alexander’ın yeğeni idi.
Filmin son sahnelerinde, Bahçe’nin aslında sağlam bir sığınak olmadığını anlarız. Bu yüzden tekinsizdir. Uğultu, işlenmiş suçların gölgesinde bahçeyle krematoryumlar arasında yankılanırken, bahçenin yeşilliği altındaki kara leke apaçık hale gelir. Bu metafor, seyirciye sessiz bir çığlık olarak ulaşır: İnsan ruhunun iç bahçelerinde büyüyen şey, bazen yalnızca uğultudur.