Tam üç yıl önce Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan savaş ülkemizde pek fazla heyecan ve ilgi uyandırmadı. Tahminlere göre iki tarafın toplam insan kaybı 1 milyonun üzerinde. Saldırgan taraf Rusya’nın kayıpları 700.000, Ukrayna’nın 400.000 olarak hesaplanmakta, Rus ordusunun günde 1500 kayıp verdiği iddia edilmektedir. Rusya’nın cepheye sürülmek için Kuzey Kore’den 12000 asker getirmek zorunda kalmış olması gücünün ne kadar sınandığının göstergesidir herhalde.
Ruslar ile Ukraynalıların Müslüman olmaması belki de ülkemizdeki ilgisizliğin sebebi sayılmalıdır. Çok daha küçük çapta cereyan eden Gazze katliamı büyük tepkilere yol açarken ve medya ile siyasilerin dikkatini üzerinde tutarken Karadeniz’in hemen öbür yakasında insanlığa karşı işlenen suçlar bunun 1/10 oranında ilgi uyandırmamaktadır. Netanyahu için Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından yargılanmak üzere tevkif emri çıkartılmış olması ülkemizde büyük sevinç ve gerçekleşmesi mümkün olmayan beklentiler uyandırmışken, aynı emrin benzer nedenlerle Putin için çıkarıldığı gözden kaçırılmaktadır. Hatta uzun yıllardır gelmediği ülkemizi ne zaman ziyaret edeceği konusunda artık arkası kesilmiş ve yine gerçekleşmeyen tahminler bir süre yapılmıştı. Netanyahu’nun gideceği hangi ülkede tutuklanabileceği konusunda fikir yürütenler, ülkemize gelirse Putin’in de benzer bir tehditle karşılaşabileceğini düşünmek istemiyorlardı tabii.
Tabii bu ilgisizliği besleyen bir de Batı düşmanlığından güç alan ve medya ile özellikle asker kökenli yorumcularda sıkcana rastlanan Putin ve Rusya sempatisi de sayılmalıdır. Batıya ve özellikle AB’ne kızmak için belki geçerli nedenler vardır. Yazılarımı okuyanlar ilişkimizin bu kadar bozulmuş olmasında ne yazık ki ülkemizin de payının büyük olduğu görüşünü taşıdığımı bilirler. Ama tabii Sevr kabusuyla yatıp kalkanlar bunu görmemekteler. Buna şaşırmamak gerekir. Şaşırtıcı olan şey ise Batının bize karşı hataları ne olursa olsun, bugünkü Rusya’nın bölge ve hatta bizim için çok daha büyük bir tehlike yarattığını görmezden gelmektir. Bu tehlikeye biraz sonra döneceğim.
Neticede Trump’un 10 gün kadar önce patlattığı Putin’le 90 dakikalık telefon görüşmesinden sonra başlayan savaşı durdurma gayretleri ülkemizde çok fazla ilgi uyandırmadı. Yıllardan bu yana bir ABD Dışişleri Bakanı ile Rus karşıtı arasında 18 Şubat’ta Riyad’da yapılan ilk görüşme yoğun iç gündem sayesinde yine kaybolup gitti. Belli başlı kanallar ilgi göstermedi, yayınlarında yer verenler ise görüşmenin neden ülkemizde değil de Suudi Arabistan’da yapıldığı üzerinde yoğunlaşmayı tercih ettiler. Ukrayna savaşının bitmesinin ülkemiz üzerindeki olası etkilerinin neler olabileceğinin irdelendiğine rastlamadım. Oysa belki ülkemizin karşılaştığı en büyük dış politika sorununun bu olduğu ne yazık ki gerçektir.
Savaşın bitmesi o kadar kolay olmayacaktır sanırım. Trump’un geleneksel ABD dış politika önceliklerini hiçe saydığı, aynı şekilde uluslararası hukuk ve diplomasi kurallarını önemsemediği, selefinden farklı olarak otoriter liderlere karşı antipati beslemediği, tersine onlara imrendiği, onun gözünde son derece dar bir şekilde yorumladığı ülkesinin kısa vadeli çıkarlarının her şeyden fazla öneme sahip olduğu artık iyice belli oldu. Bir özelliği de iş adamı deneyiminden olsa gerek, sorunların baş başa görüşmelerle ve al-ver pazarlıklarıyla çözülebileceğine olan kanaatidir. Nitekim, ilk başkanlık döneminde seleflerinin hiçbirinin yapmadığı şekilde Kuzey Kore’nin üçüncü kuşak diktatörü Kim Jong Un ile değil bir defa, tam üç defa farklı ülkelerde görüşmüş, hatta ülkemize hiç gelmemiş olmasına karşılık, Kuzey Kore’ye ateşkes hattında olsa bile ayak basmıştı. Bunu da kendisinden önce hiçbir ABD başkanının yapmadığını, halefi Biden’in de aklının köşesinden geçirmediğini hatırlatmaya gerek yok. Trump daha da ileri giderek genç Kim ile aşk yaşadıklarını gibi anlamsız ve komik laflar etmeye kadar gitmişti.
Peki bu üç görüşmeden bir şey çıktı mı? Tabii ki hayır. Kuzey Kore rejimi ancak ülkeyi dünyaya kapalı bir şekilde muhafaza etmek suretiyle ayakta kalabilmekte ve kendini olası tehditlerden korumak için nükleer silah geliştirmenin tek yol olduğunu düşünmektedir. Halkının refahı yönetimi elinde tutan diktatör ve kendisi gibi muazzam bir lüks içinde yaşayan, ona tamamen bağımlı yakın çevresi için önemsizdir. Dolayısıyla Trump’un beceriksizce uzatmaya çalıştığı havuçları elinin tersiyle geri itmiş ve yoluna devam etmiştir. Trump’un bir daha Kim Jong Un lafı ettiğine rastlamadım. Güney Kore’de konuşlanmış 30.000 kadar Amerikan askerini geri çekmekten ise henüz bahsetmedi. En büyük tehdit olarak Çin’i görmeye devam ettikçe bunu yapacağını tahmin etmiyorum. Ancak ilk fırsatta Güney Kore’yi bu askerlerin masraflarına daha büyük katkıda bulunması için sıkıştıracağına şüphem yok. Ülkenin şansı Cumhurbaşkanının azil sürecinde olmasının neticesinde iktidar boşluğu içinde olmasının Trump’u bir muhataptan yoksun tutmasıdır belki!
Kuzey Kore başarısızlığı Trump’u aynı metodu Putin ile kullanmaya çalışmaktan alıkoymadı. Üç yıldır Putin tüm Batı dünyası tarafından tabiri caizse aforoz edilmişken ve kendisiyle görüşen Macar ile Slovak Başbakanları Batılı karşıtları tarafından ayıplanmışken Trump hiçbir ön hazırlık yapılmaksızın Putin’e telefon açtı. Bununla kalmayıp da devlet ve özellikle Latin Amerika dışında dış politika tecrübeleri son derece sınırlı olan Dışişleri Bakanı Rubio başkanlığındaki üç kişilik bir heyeti yaşlı kurt Lavrov’un karşına oturttu. Beklendiği üzere Lavrov bunları suya götürdü susuz getirdi. Bundan önce devlet tecrübesi iki yıllık senatörlükle sınırlı olan yeni ve genç Başkan Yardımcısı JD Vance ile tecrübesi televizyon haber sunuculuğundan ibaret olan birkaç haftalık Savunma bakanı Pete Hegseth Münih Güvenlik Konferansında etrafı darmadağınık ettiler. ABD’nin çeşitli şehirlerinde görülmemiş çapta büyük Trump aleyhtarı gösterilerin başlamış olması dünyayı ve dolayısıyla ABD’yi ateşe verecek bu amatör palyaçoları frenleyecek mi belli değil. Zamanla göreceğiz.
Trump’un savaşı bitirmek istemesi şüphesiz doğal sayılmalıdır. Avrupa’nın da ABD güvenlik şemsiyesinin altında 80 yıldır yaşamakta olmasının rehavetine son vermesini ve kendi savunması için daha fazla harcama yapmasını istemesi de hele Rusya tehdidinin arttığı mevcut ortamda normal karşılanmalıdır. Ancak Trump Ukrayna savaşının ABD’ne maliyetinin AB ülkelerine nazaran daha düşük olduğunu -88 milyar dolara karşı 134 milyar avro- ve bu harcamaların büyük bölümünün ABD silah sanayine gittiğini unutmaktadır.
Esas hatası bence savaşın mevcut çizgide durdurulmasını önermektir. Bu Putin’i mükafatlandırmaktan öteye gitmeyecek bir şeydir. Zaten savaş emellerinin bir miktar toprak kazanmak değil, Ukrayna’ya AB ve NATO üyeliğini kapatmak, ondan daha önemlisi kendi rejimi için kötü örnek, dolayısıyla tehdit olarak gördüğü Ukrayna demokrasisini kurutup ülkeyi Gürcistan’da yapmaya çalıştığı gibi bir çeşit uydu haline getirmek olduğunu gizlediği söylenemez. Müteakip adım da Batıya doğru biraz daha ilerleyip Baltık ülkelerine ve belki de Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovakya gibi eski Sovyet uydularına tekrar el koymaktır. Amacının eski Rus ve Sovyet imparatorluklarını ihya etmek olduğunu savaş öncesi yaptığı konuşmalarda gizlememişti.
Doğrusu böyle şeylere kapıyı açacak, yani Ukrayna’nın eli ve ayağının kesilmesine yol açacak bir sözde barış anlaşmasına Trump’un dahi evet diyeceğini sanmıyorum. Trump’un bile tarihe Avrupa’yı Rusya’ya teslim eden başkan olarak geçmek isteyeceği şüpheli. Hedeflediği Nobel Barış Ödülünün bedeli bu olmamalı. Bu ödülü Norveçlilerin, dolayısıyla Avrupalıların verdiğini belki çevresinde birileri hatırlatır!
Peki çoğu gözlemci gibi bütün bunlardan bize ne demek doğru mu? Bence hiç değil. Türkiye’nin savaş başladığından bu yana oynadığı en önemli rol tarafları Antalya ve İstanbul’da bir araya getirmek, sonradan âtıl hale gelen tahıl koridorunun açmak, esir takasına ev sahipliği yapmak veya Ukrayna’ya savaşın ilk döneminde epey işe yarayan fakat sonradan Rusların patır patır düşürdüğü İHA’lar sağlamak değildir. Bunlar her biri önemlidir tabii.
Ancak Türkiye’nin savaşın seyri üzerindeki en büyük etkisi 1936 Montreux Sözleşmesine dayanarak savaşın ilk günlerinden itibaren Boğazları savaş gemilerine kapatmak oldu. Bundan en büyük zararı Rus donanması gördü. Savaşın ilk dönemlerinden itibaren Ukrayna Karadeniz’deki Rus donanmasının belli başlı gemilerini batırma maharetini gösterdi. Bu suretle Karadeniz seyrüsefer güvenliği sağlandı ve tahıl koridoruna gerek kalmadı. Basın haberlerine bakılırsa Rusya 28 ayrı defa, Boğazlardan savaş gemisi geçirmek için müracaatta bulunmuş, ancak talepleri her seferinde geri çevrilmiştir.
Putin’in bunu unuttuğunu düşünmek herhalde iyice saf olmayı gerektirecektir. Israrlı davetlere rağmen ülkemize gelmek istememesinin bir nedeni belki bu olabilir. Bir diğeri de gittiği çok az ülkede suikast korkusuyla Rus hava kuvvetleri ve Rus askerleri tarafından korunma konusundaki ısrarlı talepleri olabilir.
Ancak Rusya savaşı kazanırsa Boğazlardan geçiş güvenliği ve bunun için Montreux’nun değiştirilmesini isteyeceğini düşünüyorum. Bunun için de Sözleşmeye göre beş yılda bir ortaya çıkan fırsat bir dahaki sefere 2026 ilkbaharında gelecektir. Rusya’nın Sözleşmenin 17inci maddesinin değiştirilerek Türkiye’nin taraf olmadığı savaşlarda Boğazların savaş gemilerine açık tutulmasını istemesi pekala beklenebilir. Stalin daha öteye giderek 1945’te Boğazlarda üs, 1878-1918 yılları arasında Rus işgali altında olan Kars ile Ardahan’ın Sovyetlere terk edilmesini istemişti. Bu taleplerin reddedilmesi ilk önce İngiltere, sonra da ABD’nin desteği ile mümkün olabilmiş, müteakiben de Türkiye NATO’ya girmişti.
Ukrayna’nın kahraman lideri Zelensky’nin tam da Riyad’daki görüşme günü Ankara’ya yaptığı ziyaret ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın basın konferansında Kırım dahil Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ile egemenliğine yaptığı vurgu Ankara’da da savaşın Rus zaferi ile bitmesinin sakıncalarının düşünülmeye başladığının işaretidir bence.
Cumhurbaşkanının dile getirdiği amaç AB’ninki ile bire bir örtüşüyordu. AB birkaç hafta içinde üç defa düzenlediği savunma zirvelerine Birleşik Krallık Başbakanı ile NATO Genel Sekreterini çağırdı ama NATO’nun ikinci ordusuna sahip olmakla böbürlenmemize rağmen ülkemizi çağırmadı. Hiç silahlı kuvveti olmayan İzlanda’nın bu sürece dahil edilmesine karşılık ülkemizin dışarıda tutulması herhalde düşündürücüdür. Bunda ülkemizin savaş boyunca sürdürdüğü mesafeli tutumun ve kimden yana olduğu konusundaki belirsizliğin payı şüphesiz olmuştu. Cumhurbaşkanının 18 Şubat tarihli konuşması bu tereddütlerin artık izale edildiğinin işareti sayılabilirdi.
Ancak Zelensky’nin ziyaretinden daha bir hafta geçmeden ve ülkesinin Ukrayna’ya saldırısının üçüncü yıldönümü olan 24 Şubat günü Rus Dışişleri Bakanı Lavrov Ankara’ya çağrıldı. Ziyaret için bu yıldönümünün seçilmesi ya duyarsızlık eseri ya da Rusya’ya bir cemileden ibaret olmalıdır. Üstelik ziyaretten sadece dört gün önce Dışişleri Bakanı Fidan Lavrov’la G20 bakanlar toplantısı münasebetiyle Güney Afrika’da bir araya gelmişti. Dahası basın için Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bilgi notu sanki Ruslar tarafından kaleme alınmış gibi. Notta ne Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ne de egemenliğinden bahsedilmekte, tersine Avrupa’nın Rusya’ya yeni yaptırımlar almakta olduğu şu sıralarda enerji, turizm ve ticaret ilişkilerinin geliştirilmesi için kapsamlı görüşmeler yapılacağı söylenmektedir.
Eski Türkiye’de bu tür tezatlı mesajlara, özellikle koalisyon hükümetleri döneminde rastlardık. Koalisyonun bir kanadı bir şey söyler, öteki kanadı bunun tersini söylerdi. Ancak yeni Türkiye’de böyle bir durum yok. O zaman aynı konuda bir haftadan kısa bir zaman içinde birbirinin zıttı görüşler beyan ediliyor sorusunu sadece ben değil, bu bilgi notunu okuyan Ankara’daki yabancı büyükelçilikler de soruyor ve anlam vermeye çalışıyordur.
Lavrov ile görüşmenin seçilen tarih dışında çok anormal sayılmayacağı açık. Gerçi hiçbir Avrupa ülkesine de ayak atamadığı da gerçek. Bilgi notundaki konuların ele alınması da belki şaşırtıcı değil. Ancak bu kadar ayrıntılı, geçen hafta Cumhurbaşkanının Zelensky’ye söyledikleriyle bağdaşmayan ifadeler sadece kafa karıştırır. Profesyonel diplomatların devre dışı bırakıldığının maalesef göstergesi sayılmalıdır. Bu konular konuşulabilir, ancak basın önünde yuvarlak cevaplar verilebilirdi.
Neticede Cumhurbaşkanının Zelensky’ye söyledikleri üzerine Avrupa’da ülkemizi yeni savunma oluşumu tartışmalarına dahil etmek konuşulmaya başlamışsa, Lavrov’un bu şekilde cereyan edecek ziyareti buna en azından bir süreliğine son verecektir.
Tabii ülkemizde buna sevinecek olanlar çok vardır. Televizyonlarda onları izlemek mümkün. Söyleyeceklerini de tahmin edebiliyorum. Ancak Avrupa’dan dışlanıp, Rusya ile baş başa kalmamızın da ülkemizin çıkarlarına uygun olmayacağı açıktır.