Uzunca bir süredir tuhaf bir duygu taşıyorum. Sanki bir şeylerden saklanmak istiyorum. Saklandığım zaman saklanma duygusunun da beni görmeyeceğini; o beni görmeyince de onu yok sayabileceğimi; dolayısıyla saklanmak suretiyle “saklanmak” gibi hoş olmayan bir duygudan kurtulacağımı düşündüğümün farkına vardım.
Cümle biraz tuhaf oldu ama içinde bulunduğum ruh hali de tuhaf!
Sonra anladım, kurtulmak istediğim duygunun adı utanmak!
Evet bir utanç duygusu taşıyorum.
Utanmaktan da utandığımın farkına vardım.
Bir süredir böyleyim.
İçinde bulunduğum ortamı oluşturan nedenlerde benim de payımın olduğunu düşünerek utanıyorum.
Beni kendimden utandıranların utanmamaları nedeniyle bir kez daha utanıyorum.
Benim oy vermememe rağmen içinde bulunduğum toplum tarafından seçilmiş olan bir Cumhurbaşkanının her Allahın günü bana parmak sallamasından sıkılıyorum. Bundan kendimi de sorumlu tuttuğum için de utanıyorum.
Kafaya taktığım anlar bu duygudan kurtulamıyorum.
Mesela;
Bu Cumhurbaşkanının seçmiş olduğu başdanışmanlarından birisinin gözümüzün içine baka baka -yalan olduğunu konuyu bilen her hukukçunun bildiğini bilmesine rağmen- Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına uyma mecburiyetimiz yoktur demesinden utanıyorum.
Bir retweet yüzünden bir milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesinden utanıyorum.
O milletvekilinin ayağında terlikleriyle “Yüce Meclisten” apar topar alınıp savcı önüne çıkartılmasından utanıyorum.
Altı milyon oy almış bir partinin kapatılması için yazılmış abuk sabuk iddianameden utanıyorum.
Koca Yargıtay Başsavcısının HDP’yi kapatma davası iddianamesini iktidarın küçük ortağının genel kurulundan bir gün önce apar topar Anayasa Mahkemesi’ne göndermesinden de yüzüm kızarıyor.
Bu nedenlerle, mesela daha önce rahmete kavuşmuş insanların siyasetten menedilmesi isteminden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yerine ben utanıyorum.
Hele de Anayasa Mahkemesi raportörünün “iddianame, eksiklerinin tamamlanması için iade edilmeli” talebinin Anayasa Mahkemesi’nce de kabulünden sonra, uzun zamandan beri iktidarın olmazsa olmazı haline gelen MHP’nin “Anayasa Mahkemesi de kapatılmalıdır” demesi üzerine yüzümün kızarması bir yana tansiyonum da fırlıyor.
Anlı şanlı Türk medyasının, koca Devletimin koca Ekonomi Bakanının tuhaf bir Instagram mesajıyla istifasını “Yüce Cumhurbaşkanımızın” irade izharına kadar görmemesinden onların patronları, genel yayın yönetmenleri adına sıkılıyorum.
Bu parti devletin başının Merkez Bankası başkanını her değiştirişinden sonra puanımızı düşüren derecelendirme kuruluşlarına “Eyyy” diye bağırmasından;
Her gün onca kadının öldürülmesine rağmen, zamanında meclisin oy birliğiyle kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi’nden bir kişinin iradesiyle çıkıldığını, her sabah “dün gece yarısı acaba yine nasıl bir irade buyurdular” diye büyük bir merakla baktığımız Resmi Gazete’deki hepi topu üç cümleden öğrenmekten;
Parti devletin birinci partisinin zavallı Sağlık Bakanını da utandıran lebaleb genel kurullarını, her televizyon kanalında yer alması nedeniyle boş bulunup izlemekten;
Suçu yalnızca “zıplamak” olan ve evleri basılarak gözaltına alınan kadınların, savcıların “neden tempolu zıpladın” sorularına muhatap olmasından;
Sırf CHP’li belediyeleri zayıflatmak, olasılıkla kaybedilecek bir seçimde elde bulundurmak için başta Gezi Parkı, Galata Kulesi, Pera Palas olmak üzere binin üzerindeki varlığın, adı sanı yönetimi bilinmeyen vakıfların mülkiyetine geçirilmesinden;
Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan “profesyonel rektöre” yöneltilen intihal iddialarına karşılık verilen, “alıntıları tırnak içine almayı unutmuşuz” yollu cevaptan;
O kişinin parti devlet tarafından oraya hangi nesnel nedenlerle atandığını kimsenin bilmemesinden, atayan irade-i seniyenin de lütfedip bu hali açıklamamasından;
Hele de tüm bunlara rağmen alâyıvâlâ ile ilan edilen insan hakları eylem planından;
Daha türlü türlü şeyden hiç abartmadan söyleyeyim çok utanıyorum.
Ve her an bir psikosomatik hastalığa tutulabilirim.
Yıllar önce benim de hocam olan rahmetli Sahir Erman’ın eşi Gül Erman, tek kanallı TV günlerinde her gün Kenan Evren’in sözlü saldırılarından artık bitap düştüğümüz günlerden birinde bir anısını anlatmıştı. Olay Franco’nun iktidar yıllarında İspanya’da geçer. Bir hukuk profesörünü her gece akşam hemen hemen aynı saatlerde bir kaşıntı tutar. O cildiyeci, bu cildiyeci dolaşırlar çare yok. Şifadan umut keserler. Bu arada yurt dışına çıkmaları söz konusu olur. Bir süre sonra kaşıntısının kalmadığını fark eder. Orada konuştuğu bir psikiyatriste de konuyu açar. Bir müddet sonra durum anlaşılır ve hastalığın nedeni ortaya çıkar, hatta hastalığın adı da konur: Franco sendromu.
İkide bir ve özellikle her akşam haber saatinde tv’ye çıkan Franco’nun iktidarında kendisinin de payı olduğunu düşünür ve utanır. Kaşıntının nedeni psikosomatiktir. Reçetesi bellidir. Sıkı bir haber perhizine girilecektir.
Doğrusunu isterseniz bir savcının kalkıp “Bu kadar şeyi sayıyorsun, Türkiye’de bir meşruiyet sorunu var demeye mi getiriyorsun? Bu Sayın Cumhurbaşkanımıza hakarettir” demesinden de korktuğumu söyleyebilirim.
Galiba bundan da utandım!
Şaka bir yana her yanı kırık dökük, sallandıkça bin bir ses getiren damperli koca kamyon, freni boşalmış yokuş aşağı tam sürat gidiyor.
Kamyon kasasındakiler dehşet içinde birbirlerine bakıp feryat ediyorlar.
Şoförle muavin gözlerini yoldan ayırmışlar kasadakilere hışımla parmak sallıyorlar…
Bitti…