‘Güçlü bir devletimiz var’ bu topraklarda söylene söylene kök salmış bir söz. Devlet adına hareket ettiğini söyleyen, hattâ onun ötesine geçerek kendini devlet yerine koyanların her fırsatta başvurduğu, ona sığındığı bir söz aynı zamanda. Devletin işleyişine karşı eleştiri getiren her vatandaş, ‘o gücü’ zayıflatmaya yönelik eylemde bulunduğu için devlet buna asla izin vermez, gücünü mutlaka korur. Devlet için, devlet adına konuşanlar zaman zaman değişse de devletin gücü özellikle vatandaşına karşı mutlaktır ve korunur.
Her ne kadar devlet adına hareket edenler, “Devlet vatandaşları için vardır” dese de gerçek hiçbir zaman değişmez; bu topraklarda yaşayanlar devlet için vardır. Bunun zafiyete uğradığı zamanlarda ise babaannemin deyimiyle kotali (odun sopası) itiraz edenlerin başına iner.
Son yıllarda devletin gücünün tavan yaptığı, halkın başına kotalinin değişik vesilelerle indiği bir dönemden geçiyoruz. Güçlü devletimiz hesap vermediği, vermeyi aklından dahi geçirmediği bu dönemde haliyle kotaliyi de eksik etmiyor halkından. Bir şekilde gücünü gösterecek!
Koronavirüs salgınının etkilerinden bir an önce kurtulmak, böylece bu dönemi daha az ölümle atlatmak isteyen güçsüz devletler ülke nüfusunun iki katı aşıyı temin edip aşılamaya başlarken, bize kala kala şimdilik üç milyon aşı kaldı. 80 milyonu aşan ülkede bir buçuk milyonu aşılayacak Çin aşısı. Ona da ne zaman başlanacağı meçhul. İnsanlar önünü görürse devletin gücünün zafiyete uğrayacağından korkuluyor herhalde…
Salgın da aynı mantıkla yönetildi; vaka ve ölüm sayıları saklanarak. Uzunca bir süre bu ülkede yaşayanlar gerçek vaka sayılarını öğrenemedi. Öğrendiğinde ise iş işten çoktan geçmişti. Ama bunun devlet açısından güzel bir yanı vardı. Salgında şeffaf olup halkına bilgi veren ‘güçsüz devletler’ halklarını endişeye sevk ederken, bizim devletimiz bilgi vermeyerek bu dönemi hiçbir şey yokmuş gibi atlatmamızı sağladı, psikolojimiz bozulmadı!
Aşı, bu salgından kurtulmak için insanlığın tek umudu. Başkanlığa seçilen ama daha koltuğa oturmadan minik bir darbeyle karşılaşan ABD Başkanı Jeo Biden, bunu bile fazla kafasına takmayıp, halkının aşılanması için çaba harcıyor. Öncülük olsun diye kameraların önüne geçerek ikinci doz aşısını bile oldu.
Bizim güçlü devletimizde ise gelen üç milyon doz aşının ne zaman başlayacağı muamma. Önceki gün dört saatlik Bakanlar Kurulu toplantısından çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasının önemli bir bölümünü bu ülkeyi yöneten muhalefeti eleştirmeye ayırdıktan sonra, Sağlık Bakanına dönerek ‘aşıya ne zaman başlanılacağını’ soruyor. Cuma olmaz Perşembe başlayın gibi laflar ediliyor. Papatya falı gibi. Orada bulunan gazetecilerin aklına da “siz içerde dört saat boyunca ne konuştunuz” sorusunu sormak gelmiyor. Güçlü devlet asla böyle sorulara muhatap olamaz çünkü…
Başta yazılan polis amirinin sözüne gelecek olursak… Devlet bu anlamda gücünü halkından hiç esirgemedi. Hak arama eylemlerine pandemi koşullarını gerekçe göstererek izin vermedi. Çevreciler, köylüler yaşadıkları yerlerin yağma edilmesine karşı çıkmak için bir araya geldi; devletin gücü hemen karşılarına dikildi. Pandemi vardı. Tazminatlarını alamayan maden işçileri Ankara’ya yürümek istedi; yine pandeminin ardına sığınıldı, engellendi. En son yaşanan iki olay ise devletin gücünün zirvesiydi bana göre…
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, öğretim görevlileri ve çalışanlar yeni yıla üniversitelerine atanan ‘kayyum rektörle’ girdiler. Bu durumu protesto etmek istediler, üniversitelerinin kapısına devleti temsilen kelepçe vuruldu. Yine de protestolarını yaptılar. Ertesi gün yine protesto olacaktı üniversite kapısında. Güçlü devletin geleneklerine uygun olarak İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, gece yarısı pandemiyi gerekçe göstererek, ‘Şişli ve Beşiktaş ilçelerinde gösteri yapmak, toplanmak halk sağlığı açısından uygun değildir’ kararını verdi. Üniversite öğrencileri bu karar üzerine çok büyük bir kalabalıkla toplanarak Kadıköy’de protesto eylemi yaptı. Güçlü devletimiz koronavirüsü kontrol altına alabiliyordu; Şişli ve Beşiktaş’ta tehlikeli olan virüs Kadıköy’e uğramadı.
Devletin gücünü en son sendikalı oldukları için işten atılan, mahkemeyi kazandıkları halde işe iade edilmeyen işçiler üzerinde gördük. Bir hukuk devleti normalde, uğradıkları açık haksızlığı kamuoyuna duyurmak isteyen işçilerin bu haklarını kullanabilmelerinin koşullarını temin eder. Ama biz güçlü devlettik, haklarını aramak için Ankara’ya gelen işçilerin karşısına polis dikildi. İşte bu dikilme sırasında polis şefi, “Biz devletin gücüyüz, neler yapabileceğimizi orada gösteririz size…” dedi. Kendisi de bir emekçi olan polis amiri orada devletin gücü adına konuştu. O güç sözde kalmadı; gösterildi işçilere.
Gözaltına alındılar önce. Bütün günü ifadeler, sağlık muayenesi derken karakolda geçirdiler. Pandemi nedeniyle sokağa çıkma yasaklarının başladığı saatlerde, serbest bırakıldılar. Polis onlara Gölbaşı’na kadar eşlik etti. İşçiler, polislere yasakları hatırlattı. Polisler, çevirme olursa tutanakları gösterin ceza yazmazlar diye cevap verdi. Bu sözün üzerinden 10 dakika geçmeden Ankara çıkışında araçları çevrildi. Tutanaklara rağmen yasağı ihlal ettikleri gerekçesiyle her birine ceza kesildi.
Cezalar kesildikten sonra yola koyulan işçiler, bu kez sabaha karşı memleketleri Karaman’ın girişinde durduruldu. Burada yine aynı gerekçe gösterildi: Sokağa çıkma yasağını ihlâl. İşçilerin itirazları, daha önce kesilen cezayı göstermeleri fayda etmedi. Devlet gücünü gösterecekti, gösterdi de.
Kendisine yönelik dolaylı ya da dolaysız her eylemi potansiyel suç olarak görüp sopayı halkından esirgemeyen devlet, gücünü bu şekilde devam ettiriyor. Ama bu halkın da ‘güçlü devletten,’ her an hastalığa yakalanma riskinin olduğu bir ortamda tek kurtuluş umudu olan aşı ile ilgili bir planının olmasını beklemek hakkı değil mi?