Müge Anlı’nın programında yine bir cinayet itiraf edilmiş. Konuklardan biri, halasının (ya da teyzesinin, tam anlayamadım) bir adamı öldürüp cesedi yok etmek için kıyma makinesinden geçirdiğini söyleyivermiş. Söyleyivermiş diyorum, çünkü bu tür programlarda gerçekten söyleşinin olağan, alelade akışı içinde birden böyle dehşetli detaylar dile geliyor.
Gerçi ben Müge Anlı’dan ziyade Esra Erol’u takip ediyorum; TikTok’la başlayan aşklar, yıkılan aileler, kömürlükten beter evlerde yaşanan ihanetler, yıllar sonra bulunan ama bulunduğuna pişman olunan anneler…
Bu programlar, geçmişte gazetelerin üçüncü sayfasını işgal eden haberler türünde çarpık bir memleket panoraması sunuyor. Ama bu sefer olayın muhatapları söz alabildiği için vahşice işlenen bir cinayetin, bir taciz vakasının ya da hürriyetten alıkoyma suçunun, gündelik rutinin bir parçası gibi yaşandığını görüyoruz. Ne var yani, çocuğu üç hafta ahıra zincirlediyse?
Bazıları iyi niyetle programa çıkmış gibi görünüyor. Kayıp bir yakınını arıyor, hattâ yakını bile sayılmayacak birine yardım etmek istediğini söylüyor. Beş on dakika izleyince çoğunun derdinin bir insana yardım etmek ya da bir sevdiğini bulmak değil, aradığı kişinin engelli maaşına ya da köydeki harap evine çökmek olduğu anlaşılıyor. İstisnalar var elbette…
En kötüsü de şu: İnsanlar en basit anlamda iletişim kuramıyor. Programın sunucusu çoğu zaman sorduğu soruların tam bir karşılığını alamıyor, çünkü muhatabı oraya tek bir şeyi söylemeye gelmiş. Başka hiçbir şeyi düşünemiyor. Konukları ya da tanıkları soruya odaklamak çok zor bir iş. Karakollarda neler yaşandığını hayal bile edemiyorum. Meramını doğru dürüst ifade edebilen yok. Konuklar sadece kendi söylediği uygulansın, herkes buna uysun istiyor. Yalan söylemeyi bile doğru dürüst beceremiyorlar. “Yemin et!” dendiğinde “Hayır etmem!” diyecek kadar saflar…
Ama masum da değiller. Fırsat ellerine geçince ezip geçmişler. Çocuklarını bile umursamıyor çoğu; yetiştirme yurduna bırakıyor, çocuğu olmayan bir aileye satıyor… Program sunucuları da bu insanlar arasında romantik aile bağları aramaya çaresizce devam ediyor. Hiç değilse baba sevgisi, anne özlemi… Ama bu insanlar için duygusal bağları sağlayan kayışlar kopmuş, çarklar boşa dönüyor, o dönüş içinde işitilen inlemelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar.
Kişilikleri sakat bırakılmış, acıma, sevme, hattâ korkma becerileri körelmiş. Elleri ayakları yerinde, ama ruhlarında bir parçaları ampüte edilmiş. Kopup giden şeyin sancısını duyuyorlar, uzansalar aradıkları şeye dokunacak gibiler, ama dokunan yanları koparılmış.
Çünkü vicdan, merhamet ya da empati de aslında, başka insan melekeleri gibi, hattâ insan kasları gibi gelişmeye muhtaç. Sevme yeteneğiyle dünyaya geliyoruz, doğru. Ama işlenmeyen her yetenek gibi sevmekte de insan cılız kalabiliyor, hamlaşabiliyor, kötürümleşebiliyor.
Sporcular belli kaslarının istenen özelliklere kavuşması, beyin-beden koordinasyonunun ilerlemesi için yıllarca çalışır, ya da bir yazılımcı belli bir mesleki beceriyi edinmek için uzun süre gayret verir, deneyim kazanır, bilgisini artırır. Vicdanın doğuştan geldiğini, hiçbir çaba göstermemize gerek olmadan kendiliğinden içimizde olduğunu, tıkır tıkır işlediğini düşünürüz. Halbuki bu meleke de toplum hayatı içinde kendimizi çeşitliliğe, öğrenmeye ve gelişime açtığımız sürece, yani vicdanlı olmak için emek verdiğimizde olgunlaşır.
Sevmeyi çalışmamış insan istese bile sevgi gösteremez. Sevgi gösterdiğini sanabilir, halbuki sevdiğini sandığı insanı köşeye sıkıştırıp tartakladığının ya da kendi kalbini oyup tükettiğinin farkına bile varmaz.
Sanat, din ya da felsefe gibi uğraşlar belki de vicdan egzersizleridir. Doğamızda getirdiğimiz derin ve anlamlı melekeleri yüksek seviyelere taşımanın yollarıdır.
Zamanında bir arkadaşım “Türkiye’de insanların kişisel tarihi yok” demişti. Evet, bizim milletçe çok övündüğümüz, ne olduğunu pek de iyi bilmediğimiz bir tarihimiz var. Bir de, resmi tarih diye kızıp atarlandığımız bir çeşit ders kitabımız. Kendimizi anlatmaya gelince… Bundan anladığımız sadece yakınmak, merhamet dilenmek; acımızı anlamalarını, bunu görüp bize hayatta hak ettiğimiz şanı vermelerini istemek… Maalesef bu entellektüel, donanımlı ya da her ne dersek diyelim öyle olanlarımızda var.
Örneğin arabesk, müzik kültürümüzün arabeskle uzaktan yakından ilgisi olmayan kısımlarına kadar işlemiştir. Müziğimiz çoğunlukla arabeske kaçan duygulanımları anlatır, bunları adlandırır. Ayrılık acısı, reddedilen aşığın yakarışı, kendine acıyışı ya da tam tersine kendiyle övünüp hava atması… Bunlar başka müzik kültürlerinde yok mu? Var ama mesela Sultans of Swing, Walk on the Wild Side, Hurricane gibi sızlanmadan, dertlenmeden ya da kendini kaybetmeden hayatın bir parçasını dile getiren işler? Kızacaksınız ama edebiyatımızda bile böylesi çok az.
Bu arada Türk müziğinin bir hayranı olarak söylüyorum bunları… Yazımı yazarken bir yandan Bekir Sıtkı’dan Elem geçer dedik amma hakikât öyle değil dinliyorum. Şimdi çıkıp bizim türkülerimizin hikâyeleri var diyebilir birileri… Var elbette, ama türküler hikâyeden çok yaşanan facianın ıstırabını dile getirir.
Bu söyleme kıtlığını artık bir sorun olarak bile görmüyoruz. Susup kös kös oturan adamı ağır abi sayıyoruz. Herhangi bir münazara akıl çerçevesinde uzun sürmüyor. Yazılı olan herhangi bir şeyi okumuyoruz. Sözleşmeler formalite, yönetmelikler müşkülpesentlik, kitaplar sıkıcı, istatistikler lüzumsuz. Hayatlar hikâye.
Söyleyebilsek, ah bir söyleyebilsek…