Türkiye hararetle 2011 yılında imza atılmış, 2012 yılında Meclis’ten oy birliğiyle geçirilmiş İstanbul Sözleşmesi’ni tartışıyor.
Tartışmanın en hararetlisi ise muhafazakar kesimin kendi içinde yaşanıyor.
Öyle ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın kurucularından olduğu KADEM, sözleşmeye destek verirken, oğlu Bilal Erdoğan’ın kurucularından olduğu TÜGVA sözleşmeden çekilmeyi savunuyor.
İmzalanmasının üzerinden dokuz yıl geçmiş uluslararası bir sözleşme nasıl oldu da bir anda böylesine hararetli tartışmaların konusu haline geldi sorusuna cevap vermeye çalışmadan önce sözleşmenin tartışılma biçimi üzerine konuşmak gerekiyor.
Çünkü ortaya sürülen argümanlar bundan 17 yıl önce imzalanan başka bir uluslararası sözleşmeyle ilgili tartışmaları hatırlatıyor.
2003 yılında AK Parti iktidarı, AB adaylık sürecinde verilmiş bir sözü yerine getirerek Meclis’ten “İkiz Sözleşmeler” olarak bilinen, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ni geçirmişti.
Aslında bu sözleşmeler 1966 yılında imzaya açılmıştı.
Türkiye imzalamadan önce 190’ı aşkın ülkenin bu sözleşmelerin altında imzası vardı.
İçinde yaşam hakkı, adil yargılanma hakkı, kölelik yasağı, tutuklananların hakları, savaş propagandası yasağı, seyahat özgürlüğü gibi düzenlemeler içeren sözleşmeleri, önce yine AB sürecinin gereği olarak 2000 yılında DSP-MHP-ANAP hükümeti imzalamış, Meclis’ten geçirmek ise AK Parti iktidarına kalmıştı.
Peki neydi bu 37 yıllık gecikmenin sebebi?
İkiz Sözleşmeler, sömürgecilik sonrası, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelerin katıldığı dünyanın yeni normlarını ortaya koyuyordu. O yüzden sözleşmelerin birinci maddesinde “Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler” maddesi yer alıyordu.
Halbuki Türkiye zaten 1945’de birinci maddesi “Milletlerarasında, milletlerin hak eşitliği ilkesine ve kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkına saygı üzerine kurulmuş dostane ilişkiler geliştirmek” diye başlayan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni imzalamıştı.
Sınırları, ülkedeki azınlıkların statüsü Lozan’da tescil edilmiş bir ülkeye karşı, sömürgecilik için 35 yıl önce yazılmış bu madde kullanılamazdı.
Ama bu hukuki açıklamalar kimsenin umurunda olmadı, bu maddenin yer aldığı sözleşmelerin AK Parti iktidarı tarafından Meclis’ten geçirilmesi ulusalcı çevreleri ayağa kaldırdı.
Sözleşmenin imzalandığı dönem ABD’nin Irak işgalinin hemen sonrasına denk geldiği için komplo teorileri için de iklim müsaitti.
İkiz Sözleşmeler’in imzalanmasına “ihanet” “vatan hainliği” dendi, bunun “ulus devletin intiharı” anlamına geldiği iddia edildi, Türkiye’nin bölünmesi, Kürdistan için düğmeye basıldığı yazıldı.
Şimdi tam tersi siyasi açıklamalar yapan İstanbul Üniversitesi Senatosu, o günlerde “İkiz sözleşmeler, ulusal birlik ve bütünlük açısından büyük tehlike oluşturuyor” diye açıklama bile yapmıştı.
İşte böyle büyük laflar edilen İkiz Sözleşmeler’in imzalanmasının üzerinden 17 yıl geçti.
Türkiye hala 17 yıl önceki sınırlarında. Kürdistan kurulmadı. Kimse bu sözleşmedeki maddeye dayanarak kendi kaderini tayin hakkı istemedi. Ulus devlet intihar etmedi.
Metinler üzerinden aşırı yorumlara varmak, hak ve taleplerin önüne gelecekteki olası en kötü senaryoları engel olarak koymak, Türkiye’de her türlü gericiliğin retoriklerinden biri ola gelmiştir.
Bunun en unutulmaz örneklerini başörtüsü yasağını savunanlardan duymuştuk.
Üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkmasına karşı, bugün üniversitelerde başörtüsüne izin verilirse, iki yıl sonra başörtüsüz öğrenci kalmayacağı, başörtülü kızların varlığının açık kızlara baskı olacağı gibi projeksiyonlar ileri sürülmüş, afaki gelecek senaryoları o günkü hak talebinin önüne set olarak konulmuştu.
Bugün de İstanbul Sözleşmesi’ne İkiz Sözleşmeler’e karşı ileri sürülenlere benzer iri laflarla, metnin aşırı yorumlanmasıyla, başörtüsü yasaklarını savunanların ileri sürdüğü türden kurmaca gelecek projeksiyonlarıyla karşı çıkılıyor.
9 yıl önce AK Parti iktidarının imzalayıp, Meclis’ten geçirdiği bu sözleşme için şu ana kadar “aileyi yok etmeyi amaçlayan proje”, “Asrın fitnesi”, “Milli varlığımızı tehdit eden ifsat hareketi”, “çocuksuz aile, ailesiz toplum hedefliyor” dendi, sözleşmeyi destekleyenler “Soros destekli” olmakla, “fuhşiyatı desteklemekle”, “AKP’nin papatyaları” olmakla suçlandı.
Tabii ki her türlü sözleşmeye, kanuna, düzenlemeye herkesin medeni sınırlar içinde her zaman itiraz etme hakkı var.
Nitekim, tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan ve İstanbul’da imzalandığı için İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen bu sözleşmeye imzacı Avrupa Konseyi üyeleri içinden de itirazlar yükseliyor.
Özellikle de muhafazakar gruplar, aşırı sağ parti ve çevrelerden.
Bu olmadık koalisyonların da ortaya çıkmasına neden oluyor.
Örneğin, İstanbul Sözleşmesine karşı yaptığı konuşma Türkiye’de İslami çevrelerde hararetle karşılanan, Whatsapp gruplarında takdirle döndürülen Polonya’nın Adalet Bakanı, temel sloganı “egemenliğimizi yabancı İslam kültürüne karşı koyuyoruz” olan sıkı bir İslamofobik ve göçmen karşıtı aşırı Katolik sağ partinin lideri. Herhalde Haçlı Seferi ilan edilse Edirne’ye doğru ilk koşacaklardan olan bu Polonyalı siyasetçi ile Avrupa’yı Haçlı zihniyetiyle suçlayan Türkiye’deki bazı İslami çevreler yan yana düşmüş oldular.
Yine de Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ni “asrın fitnesi” demeden eleştirenler de var.
Ama onların argümanlarında da ciddi maddi hatalar, aşırı yorumlar, abartılı gelecek projeksiyonları dikkat çekiyor.
Makul eleştirilere bir örnek olarak önceki gün Star’da çıkan Sibel Erarslan’ın yazısı gösterilebilir.
Yazı, başka pek çok kişi ve çevre tarafından da ifade edilen sözleşmeye yönelik temel itirazları toparlaması açısından da üzerinde durulmayı hak ediyor.
Birinci iddia şu;
“Sözleşme, fıtri ve doğal olan kadın veya erkek oluşun yerine, “cinsiyetsizliğin” ikame edilmesini dayatmaktadır. Sözleşmedeki dikkat çekici bir diğer ifade ise “gender stereotype” tir. Cinsiyet hakkında kalıplaşmış yargılar, genellemeler şeklinde tanımlanan bu kavram çerçevesinde sözleşmenin ana gayelerinden birisi olarak; “non stereotyped gender roles” hedeflenmektedir. Bu noktada sözgelimi bir öğretmen kız öğrencisine kızım, erkek öğrencisine oğlum şeklinde seslenemeyecektir. Sözleşmeye göre bu ayrımcılık ve şiddettir.”
Öncelikle sözleşme uluslararası olabilir ama Türkiye’yi bağlayan Meclis’ten geçirilen Türkçe çevirisidir. O yüzden kavramların İngilizcelerinden anlamlar çıkarmaya çalışmanın, sözleşmeyi “ecnebi işi” göstermek dışında pek bir anlamı yok.
Adı zaten “Kadına yönelik şiddet” diye başlayan, amacını “Kadınları her türlü şiddetten korumak, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak” olarak açıklayan bir sözleşmenin “cinsiyetsizliği” dayattığını söylemek ise oksimoron bir ifade olur.
Ayrıca sözleşmenin hiçbir yerinde “cinsiyetsizlik” kelimesi geçmediği gibi, bu anlama gelecek bir amaçtan da bahsedilmiyor.
Evet, sözleşmenin İngilizcesinde “gender stereotype” diye bir ifade geçiyor ama “non stereotyped gender roles” diye bir ibare geçmiyor.
Ayrıca burada kastedilen “stereotype roles” den kasıt erkeklik ve kadınlık değil. “Stereotype” negatif bir kullanım, en iyi çevirisi “basmakalıp” roller olabilir.
Erkeklerin çalışıp, kadınların ev işlerini yapması, erkek eşini aldatınca elinin kiri, kadın aldatınca iffetsizlik olması gibi basmakalıp rollerden bahsediliyor.
Yani bunun ucu öğretmenin kız öğrencileri kızım, erkek öğrencileri oğlum diye çağıramamasına varmaz.
Ayrıca bir uluslararası sözleşmeyle zaten oraya varılamaz. Sözleşmede böyle bir düzenleme olmadığı gibi, kültür, dil, gelenek kanunla düzenlenemez. Kadın-erkek tuvaletlerini cinsiyetçi bulan bazı radikal talepler var ama kadına yönelik şiddeti ve o şiddeti besleyen hukuki ve zihni altyapıyı değiştirmek isteyen bu ana akım uluslararası sözleşmenin o marjinal talepleri karşılamak gibi bir amacı yok.
Bu ekstrem örnekler sadece sözleşmenin şeytanlaştırılmasına yardımcı olur.
Ayrıca bu örnekte ve benzer eleştirilerde, sözleşmenin bu maddesinin “kadın ve erkek rollerinin kökünü kazımayı” amaçladığı gibi aktarılıyor, bu yapılırken maddenin bir kısmı sansürleniyor.
Halbuki sözleşmenin bu maddesinin tamamı şöyle:
“Taraflar kadının aşağılık bir cins olduğu veya kadın ve erkek için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır.”
Bu maddeden cinsiyetsizlik dayatmasına ya da kadın ve erkek kimliklerinin kökünün kazılacağına varmak için epey zorlamak gerekir.
Benzer bir biçimde şu madde de sözleşmenin “namussuzluğu”na delil gösteriliyor:
“Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir.”
Sözleşmede başına sözde yazılıp, tırnak içine alınan ‘namus’un namus cinayetlerindeki namus olduğunu anlamak herhalde zor değil. Bu maddeyle sözleşme namusa karşı olmuyor, namusun şiddet eylemine gerekçe yapılmasına, bunun ceza indirimi nedeni olmasına karşı çıkıyor.
Erarslan’ın yazısındaki ikinci itiraz ise sözleşmeyle ilgili en yaygın ve popüler itiraz:
“Sözleşmedeki ideolojik terimlerden bir diğeri “sexual orientation” yani “cinsel yönelim” dir. Burada kişinin birey olarak kimliği değil, kişinin cinsel isteklerinin esas alınması söz konusudur. Kadına şiddeti önlemek amacıyla hazırlanan bir yasada, cinsel eğilim, cinsiyet kavramının önüne geçirilmektedir. Sözleşmeye göre cinsiyet tehlikeli, cinsel eğilim ise tehlikesizdir.”
Sözleşmedeki 81 madde içinde sadece tek bir maddede “cinsel yönelim” kavramı geçiyor. Bu böyleyken sözleşmeyi tek bir cümleden hareketle “cinsel yönelimi, cinsiyetin önüne geçirmeye çalışmakla” suçlamak dayanaksız, aşırı evhamlı bir iddia.
İçinde buna yakın bir ibarenin dahi geçmediği bir metni, “sözleşmeye göre cinsiyet tehlikeli, cinsel eğilim ise tehlikesizdir” diye konuşturmak ise ancak gaipten ses duymakla mümkün.
İstanbul Sözleşmesi’nde “cinsel yönelim” kavramının geçtiği tek madde şu:
“Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.”
Yani sözleşme hükümleri uygulanırken, bir mağdur, ki bu sözleşmenin mağdurları kadınlar, haklarını korumaya yönelik tedbirlerden yararlanırken, sıralanan pek çok özellik, kimlik veya statüsüyle birlikte “cinsel yönelimi” yüzünden de, yani eşcinsel olması nedeniyle de ayrımcılığa uğratılamaz diyor.
Buna karşı çıkmak, “hayır, o zaman ayrımcılığa uğratılsın” dan başka bir anlamına gelmiyor.
“Cinsel yönelim” kavramının resmi bir sözleşmede geçmesi açısından itiraz edenler olabilir ama bir mağdura bu yüzden ayrımcılık yapılamayacağıyla ilgili bir hükümden Lut kavmine, eşcinsel evliliklere nasıl varıldığını anlamak bir hayli zor.
Ve Erarslan’ın yazısındaki son itiraz;
“Sözleşmenin terminolojisinde dikkat çeken bir diğer ifade; “domestic violence” (ev içi şiddet)in, bizim dilimize “aile içi şiddet’’ olarak geçirilmiş olmasıdır. Sözleşmenin Türkçe metni, aileyi şiddet mekanı, şiddetin doğduğu yer olarak tarif etmektedir.”
Evet, sözleşmenin İngilizcesinde “domestic vioelence”, Türkçe’ye “aile içi şiddet” olarak tercüme edilmiş. Buradan hareketle “hedef Türk ailesi” deniyor. Aile dışı beraberliklerin kapsam dışına çıkarılmasında art niyet aranıyor.
Bunu iddia edenler sözleşmeyi yazanların İngilizce konuşan ülkelerde değil de Türkiye’deki aileye karşı olduğunu da iddia etmiş oluyorlar. Gerçekten birilerinin Türkiye’de aileyi bitirmek için plan yapmakta olduğuna inananlara herhangi bir meseleyi anlatmak zaten mümkün değil, onlar yazıyı burada terk edebilir.
Ama “Domestic” kavramının Türkçe’de benzer bir karşılığı olmaması bir tarafa, sözleşmenin hemen girişi okunmuş olsaydı, orada “Tanımlar” diye bir bölüm olduğu görülecekti. Orada, sözleşmedeki kullanımından neyi kastedildiği açıklanan kavramlardan biri de ‘aile içi şiddet’. Şöyle deniyor:
“Aile içi şiddet; eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır.”
Şimdi gelelim, baştaki soruya: Peki ne oldu da dokuz yıl sonra bu sözleşmenin İslam’a, aile yapımıza ihanet olduğu keşfedildi?
Çünkü imzalamasından dokuz yıl sonra gelen bu ani hiddet, Hz. İsa’nın katili diye ilk gördüğü Yahudi’ye tekme tokat saldıran, ‘ama bu 2000 yıl önce oldu’ denince de ‘ama ben yeni duydum’ diyen adamın öfkesine benziyor.
Aslında ne 2011’den bu yana aileler parçalandı, ne de halkımız kitleler halinde eşcinsel oldu. Hatta 2011’de serbest olan eşcinsel onur yürüyüşleri bile son beş yıldır yapılamıyor.
Bu dokuz yılda değişen tek şey muhafazakar iktidarın kudreti ve muhafazakar kitlelerin özgüveni.
2011 yılında Avrupa ile iyi ilişkileri olan, içerideki güç dengelerini gözeten, başka kesimleri de ikna etmeyi, rıza kazanmayı önemseyen bir iktidar ve muhafazakar kitle vardı.
O atmosferde AK Parti iktidarı Türkiye’deki kadın sivil toplum hareketiyle işbirliği içinde çalışmış, İstanbul Sözleşmesi’ne Avrupa’da öncülük etmiş, sözleşmeyi çekincesiz ilk imzalayan ve Meclis’inden geçiren ülke olmuştu. Yıllarca da iktidar çevreleri bununla gurur duydu. Bu imza, AK Parti icraatlarının anlatıldığı Sessiz Devrim kitabına gururla kondu. Bugün sözleşmeyi asrın fitnesi ilan edenler de herkesin gözü önünde olan bütün bu gelişmelerle ilgilenmediler, bir kısmı da ilgilenmeyi zamanın şartlarına uygun bulmadılar.
Ama 10 yıl sonra artık Avrupa’nın ne dediğiyle ilgilenmeyen, içine doğru kapanmış, içerideki güç dengelerinin tamamını kendi lehine dönüştürmüş, başka kesimleri ikna etmeyi umursamayan ve buna ihtiyacı da kalmayan, uzlaşmayı eziklik olarak gören bir iktidar ve muhafazakar kitle var.
Artık hakim olan, uzlaşma, müzakere, istişareyi eziklik, “birilerine şirin gözükmek” olarak gören ve “bizim dediğimiz olmalı” diyen yeni bir anlayış.
İstanbul Sözleşmesi, eskinin uzlaşmacı, demokrat, sivil toplum örgütleriyle birlikte çalışan, dünyaya açık dengeleri gözeten AK Parti iktidarından kalan eski bir hatıra artık.
Artık bu dengeleri gözetmek zorunda olmamanın özgüveniyle, yıllar önce sandıklara kapatılmış kadın-erkek ilişkileriyle ilgili değerler, fikirlerle sözleşmenin maddeleri yeniden süzgeçten geçiriliyor.
Bu yapılırken de ‘İmzalarken kendimizde değildik, meyve suyumuza bir şeyler katmışlar’ gibi tepkiler veriliyor.
Halbuki herkes kendindeydi, neyi imzaladığının da gayet farkındaydı. O gün onu yapmak, ona destek vermek ya da ses çıkarmamak siyaseten doğruydu ve şıktı.
Sözleşmenin içeriği üzerine yapılan tartışmalar kadar iktidarın zayıf ve güçlü olduğu dönemlerde değişen siyaseti açısından da kritik bir tartışma bu.
İstanbul Sözleşmesi’nin ahlaksızlığa neden olduğunu iddia edenler, kınından çıkarılan kılıçlar gibi zamanı geldiğinde sandıklardan çıkarılan hakiki fikirlerin toplumda muhafazakarlara karşı nasıl bir güvensizlik yarattığını, güç ilişkilerine göre bu pozisyon değişimlerinin kamusal ahlaka nasıl kalıcı zararlar verdiğini pek umursamıyor.
Aslında mesele İstanbul Sözleşmesi’nden daha çok, uzlaşma, denge, birbirini göz etme üzerine kurulan ve bir arada yaşamamızı sağlayan toplumsal sözleşmemiz…
Esas yara alan da çekirdek aile değil, içinde yaşadığımız büyük ailemiz…