Aynı kadınla tekrar evlenme yasağının “hülle” yoluyla delinmesinin ilgili ayete uygun olmadığı yolunda İslam hukukçularında yaygın bir kanaat vardı.
Çoğu İslam alimi “hülle”nin ilgili ayete karşı hile olduğunu kabul ederdi.
“Hile” yaşamımızın birçok alanında geçerli olduğu için, giderek çoğu hileli davranışlar “hülleli davranış” olarak adlandırılmıştır. Günlük yaşamımızda çok kullanılır olmuştur.
23 Ocak tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan, bu “hülle” yoluyla Anayasa Mahkemesine yapılan atama, yargı tarihimize bir kara bir leke olarak kazıldı.
Bence bundan sonra “Hülleli Yargı” adı, “Kayyum Rektör” gibi, bir çok olayı adlandırmak için kullanılacaktır.
Haber bugünkü Serbestiyet’te de yer aldı; İrfan Fidan, Cumhurbaşkanı tarafından Yargıtay kontenjanından Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı!
Anayasa, 146. maddesiyle, Anayasa Mahkemesi’nin nasıl teşekkül edeceğini yazar. Yargı piramidinin en üst basamağı olan Anayasa Mahkemesi’nin hukuka en uygun kararları verebilmesi için, yargının ve önemli devlet kurumlarının tüm katmanlarının orada temsilini amaçlar. Bunun için de, maddede sıralandığı şekilde Sayıştayın, Baroların, Yargıtayın, Danıştayın, Yüksek Öğretim Kurumunun temsilcilerinin orada bulunmasını sağlar.
Bu temsile Cumhurbaşkanının ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin iradesini de katar.
Bu terkip Cumhurbaşkanına verilen fazlaca atama yetkisi nedeniyle eleştirilir.
Ama neticede Cumhurbaşkanının kurumlardan ataması bağlı bir yetkiyle oluşturulmaktadır.
Cumhurbaşkanı ancak kurumların birden fazla göstereceği adaylar içinden bir seçim yapabilecektir. Kurumlar uygun temsilcilerini aday gösterirlerse bu sorunun giderilebileceği düşünülür. Ama açıkça söyleyelim ki bugün yaşanan bu atamanın böyle bir hülle yoluyla oluşturulması kimsenin aklına gelmezdi. Yargıtayda tek bir dosyanın kapağını açmamış bulunan İrfan Fidan’ın adının Cumhurbaşkanının önüne getirilmesi için Yargıtay, hangi yolla gerçekleştirildiği belki de daha sonra ortaya çıkabilecek üç gerçek adayı adaylıktan çektirdikten sonra kendisini “mahsustan” adaylarla birlikte Cumhurbaşkanı katına gönderebildi.
Bu konuda Cumhurbaşkanını eleştirmek artık gereksiz; çünkü kendisi bir parti-devletin başında bulunuyor. Bir parti-devlette geçerli olan sistem, kuvvetler birliği sistemidir.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında, hukuksuzluğun sağlanması için adeta bir maestro gibi çalışan; parti-devletin ve onun başının direktiflerinden milim şaşmayan bir kişinin, partili Cumhurbaşkanınca Anayasa Mahkemesi üyeliğine ve hattâ ileride o mahkemenin başkanlığına getirilmesinin istenmesi son derecede normaldir.
Ama asıl normal olmayan ve bir ülkenin hukuk düzeni için çok umut kırıcı olan asıl mesele, Yargıtayı teşkil eden yargıç ve savcıların ekseriyetinin bu hüllenin aracı olmalarıdır; Yargıtay’daki tek bir dosyanın kapağını açmamış bir kişinin Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmesi için adının atama merciinin önüne itilmesidir.
Yani tuzun kokmasıdır!
Tam kırk yıllık bir hukukçu olarak bir Sisifos Sendromu yaşadığımı hissediyorum.
Bunca yıldır sırtlarda taşınan hukuk ve adalet yükünden arta kalan son bölüm de yine sırttan kaydı ve uçurumun diplerine kadar yol aldı!
Ve hâlâ Hukuk Reformu bekleniyor.