Yeni kabine kurulduktan sonra haliyle birçok yorum yapıldı. Devlette devamlılık meraklısı olanlar kabineye “67inci Hükümet” unvanını verdiler ama kanaatimce Cumhurbaşkanlığı Kabinesini Cumhuriyetin ilk 95 yılındaki hükümetlerden birisiymiş gibi görmek hem anayasal bakımdan, hem de fiiliyat açısından yanlıştır.
Kabinenin ezici çoğunluğu siyasi hüviyetleri olmayan, kendi alanlarında uzmanlaşmış bürokrat/teknokratlardan oluşuyor. Böyle bir kabine bana askeri darbe dönemlerinde atanan hükümetleri hatırlatıyor. Ancak onların özelliği 2-3 yılı geçmeyecek bir geçiş dönemini yönetmekten ibaretti. Cumhurbaşkanlığı Kabinelerinin bir özelliği ise istikrarları.
İstisnai durumlar dışında bakanlar değişmiyor. Örneğin bir önceki Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Atatürk’ün 15 yıl boyunca değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’tan sonra 8,5 yıl o makamda bulunarak Cumhuriyetin ikinci en uzun ömürlü Dışişleri Bakanı olmuştur. Bu tür bir istikrarı ülkemiz sadece tek adam rejimlerinde gördü.
Cumhuriyetin 100’üncü yılında sistem itibarıyla başa döndüğümüzü, tek adam ve tek parti yönetimine geri gittiğimizi görmekten büyük bir mutluluk duyduğumu söyleyemem. Nitekim, birçok devlet dairesinde, hatta Büyükelçiliklerde Cumhuriyetin kurucusu Atatürk ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğraflarının aynı ebatta ve eş çerçevelerde teşhir edilmesi de yeni durumu yansıtan bir uygulama olsa gerek. Meslek hayatım boyunca resmi binalarda sadece Atatürk portreleri teşhir edilir, mevcut Cumhurbaşkanlarına yer verilmezdi. Ancak seçim neticelerine ve sonrasına bakınca bu sistemin terk edilerek yeniden parlamenter sisteme dönüleceğini düşünmek veya ümit etmek için doğrusu bir neden göremiyorum.
TBMM’de muhalefet partilerinin bulunduğunu, bu nedenle tek parti rejiminden bahsedilemeyeceğini söyleyecek olanlar muhakkak olacaktır. Aslında 1945’ten 1989’a kadar başta Doğu Almanya olmak üzere çoğu Sovyet bloku ülkelerinde kukla parlamentolarda yönetimi tekelle ellerinde tutan komünist partiler dışında gölge partiler de vardı. Hatta Doğu Alman parlamentosunda bir Hıristiyan Demokrat Parti bile vardı.
Ancak göstermelik rolleri olan bu partilerin sisteme bir meşruiyet görüntüsü vermek dışında bir fonksiyonları yoktu. Yeni TBMM’de yer alan muhalefet partileri seçimlerden zayıflamış olarak çıktıkları için zaten Türk usulü başkanlık sisteminde yetkileri bir hayli tırpalanmış olan Mecliste yukarıda örnek gösterdiğim Doğu Avrupa partilerinin 45 yıl boyunca oynadıkları rolden fazla bir farklı bir görevleri olmadığı açıktır. Belki biraz mübalağa ettim. Türkiye’nin eski Sovyet uyduları gibi yönetileceğini iddia etmiyorum. Ancak teşbihte hata olmaz denir. Derece farkı olabilir. Bununla birlikte kim TBMM’deki muhalefet partilerinin önümüzdeki beş yıl içinde etkili bir rol oynayacaklarını iddia edebilir ki?
Yeni Kabinede AKP milletvekili ve siyasetçilerin büyük ölçüde tasfiye edilmeleri de ilginç bir gelişme. Koltuklarını sessiz sedasız terk eden, siyasetten gelen, Partilerinde uzun yıllar hizmet etmiş bakanların bu kadar yıl zarfında AKP içinde onları vazgeçilmez bir konuma oturtacak desteğe sahip olamamış olmaları da epeyce düşündürücüdür.
Ülke gibi partide de tek adam yönetimdedir. Bu da bana Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yapıyı hatırlatıyor. Uzun yıllardır AKP içinde faaliyet gösteren siyasetçilerin bu kadar büyük bir rahatlıkla tasfiyelerine imkân kılan Anayasa değişikliklerine onay ve destek verdikleri için pişman mıdırlar ve parti içindeki sağlam konum ve kıdemin bakanlık garantisi teşkil ettiği parlamenter rejimi özleyip özlemediklerini bilmiyoruz. Belki bir süre sonra bazıları görüşlerini dile getirmeye cesaret eder. Ancak görev devri teslim törenleri sırasında özellikle eski İçişleri, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarının yüz ifadeleri kırgınlıklarını gayet açık bir şekilde ifade ediyordu.
Böyle bir durumda yeni kabinenin yeni bir dış politika eksenine girmesi ancak Cumhurbaşkanının iradesiyle mümkün olabilir. Kabine kurulduktan sonra rastladığım tüm yorumlar değişiklik olacaksa bunun esastan ziyade üslupla ilgili olacağı konusunda hem fikirler gibi geliyor. Gerçekten de özellikle Dışişleri ve İçişleri Bakanlıklarında yapılan değişiklikler bunu düşündürüyor. Her iki eski bakan kavgacı ve hırçın davranış ve söylemleriyle ün salmışlardı.
Özellikle Dışişleri eski Bakanı Çavuşoğlu bu tarzını sadece yabancı muhataplarına değil içeride kendi memurlarına da uyguluyordu. Dışişleri Bakanlığında pek yaygın bir alışkanlık olmamasına rağmen bir çok kişi bu davranışa dayanamayıp istifa etmek durumunda kalmıştı. Ülkemiz bir hukuk devleti olmuş olsaydı, memurlar değil, bakan istifaya mecbur edilirdi. Bunun en son örneğini Bakanlık görevlilerine karşı kabul edilmez davranışlarından dolayı ilgili araştırma komisyonunun tavsiyesi üzerine istifa etmek mecburiyetinde bırakılan İngiliz Adalet Bakanı Dominic Raab olmuştur. Başka ülkelerde de benzer olaylara rastlamak mümkün tabii.
Yeni Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın farklı bir yaklaşım içinde olacağı anlaşılıyor. Nitekim görev devri teslim töreninde ve sonrasında attığı ilk twitte Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden övgü ile bahsetmiş olması bunun ilk işaretlerindedir muhtemelen.
İçişleri Bakanlığına yapılan atamanın de benzer bir üslup değişikliği arayışı göstergesi olduğu muhtemeldir. Eski bakan Soylu’nun hem içeride hem dışarıda kullandığı üslubun sertliği bu tür bir söylemi son zamanlarda en azından yabancı muhatapları söz konusu olduğunda terk etmiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı rahatsız etmeye başlamış olacak ki üslup değişikliğini gerçekleştirmek için kişileri değiştirme yoluna gitmiştir.
Ancak esasa gelince ne gibi değişiklikler olabileceğini tahmin etmek kolay değil. Batı ile ilişkilerde bir değişiklik pek kolay gözükmüyor. Cumhurbaşkanının ant içme törenine katılmak için dünyanın çeşitli yerlerinden bol miktarda devlet ve hükümet başkanı gelmişken o düzeyde temsil edilen tek NATO ve AB ülkesinin Bulgaristan olması epey düşündürücüdür. Batılı liderlerin sırt çevirdiği törene Venezuela’nın eli kanlı diktatörü Maduro başta olmak üzere demokrasiden nerede ise onun kadar uzak olan birçok Afrika ve Asya ülkesinin liderlerinin gelmiş olması ülkemizdeki halihazır yönetime hangi ülkelerin sempati duyduklarının göstergesidir.
Bu durumda AB ile tam üyelik ve hatta Gümrük Birliğinin modernizasyonu müzakerelerinin başlatılmasını beklemek abesle iştigaldir. Tersine mevcut kazanımlardan geriye gidişin gerçekleşmesi kuvvetle muhtemeldir.
Nitekim, Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü, ülkemize düşmanlık beslediği iddia edilemeyecek olan İspanyol Nacho Sanchez Amor ülkemizin tam üyelik hedefinin artık geçerliliğini kaybetmiş olması karşısında yeni bir ilişki modeli üzerinde çalışmanın yerinde olacağını söylemiştir bile. Ne yazık ki farklı bir ilişki modelinin ülkemizi geriye götürmekten başka bir şey yapamaz. Ancak bu tür fikirlerin önümüzdeki dönemde daha sık gündeme getirilmesini beklemek gerekir. Bunun başlıca nedeni de artık Türkiye’nin gözle görünür bir gelecekte demokratik hukuk devletine dönüşmesi ihtimalinin ortadan kalktığı kanaatinin yayılmasıdır. AB ile yapılabilecek tek olumlu şey belki de bir önceki (5 Haziran 2023) yazımda önerdiğim şekilde Schengen vizelerinin itasını kolaylaştıracak bir müzakere sürecinin başlatılmasıdır.
Aynı şekilde Avrupa Konseyi ile ilişkilerin düzelmesini beklemek de pek mümkün görünmüyor. İstanbul Sözleşmesinden çekilmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını işine geldiği gibi yorumlayan ülkemizin Konsey ile ilişkilerini geliştirmesi mümkün değil. İhlal sürecinin seçim neticesini beklediği anlaşılmaktadır. Ancak ülkemizi Konseyden ihraç etme iradesinin üye ülkelerde mevcut olup olmadığını zaman gösterecektir. Belki de ihraçtan en fazla zarar göreceklerin masum Türk milleti olacağı düşünülecek ve kritik adım atılmayacaktır.
Rusya ile ilişkilerde de pek bir gelişme olası değildir. Savaşın ilk dönemlerinde epey reklamı yapılmış olan ve Ukrayna’ya satılan Bayraktar İHA’larının Rus füzeleri tarafından teker teker indirildiğine ve zaafları nedeniyle yenilerinin alınmadığına dair rivayetler dolaşmakta ve bunlar yalanlanmamaktadır.
Diğer taraftan iktidarın övünç kaynağı olan tahıl ihracatı anlaşmasının Rus engellemeleri nedeniyle ancak beklenenin sadece %25 kapasitesiyle çalışmakta olduğu gerçeği karşısında Ukrayna Romanya üzerinden kara yolu altyapısını güçlendirmek için hummalı bir çalışmaya girmiş durumda. Bu da haliyle ülkemizin savaş ile ilgili etkinliğini azaltacak bir gelişme.
Yakın çevremize bakılırsa, yeni Dışişleri Bakanının istihbaratçı birikiminin Suriye ile ilişkilerde kolaylaştırıcı bir rolü olabilir. Ancak Suriye rejiminin ilişkilerin normalleştirilmesi için koyduğu Kuzeydeki askerlerimizin geri çekilmesi, orada destek verdiğimiz rejim muhalifi güçlere yardımların kesilmesi şartlarının yerine getirilmesi seçim öncesinde olduğu kadar sonrasında da güçtür. Nüfusunun en az 1/3’ini ilticaya zorlayan, on binlerce masum insanın katlinden sorumlu olan bu eli kanlı rejimin önünde eğilip şartlarını müzakere etmek durumunda kalmamız doğrusu pek hoş değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni döneminde karşılaşacağı ilk sınama İsveç’in NATO üyeliğine koyduğu vetonun devam edip etmeyeceği ile ilgilidir. Kendisini tebrik için arayan Başkan Biden, alışılmışın dışında telefonu kapatır kapatmaz bu görüşmede F16 satışları ile İsveç’in NATO üyeliği arasında bir bağ kurduğunu basına açıklamıştı. Yemin töreninden hemen sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen NATO Genel Sekreteri Stoltenberg İsveç’in geçen yıl NATO Zirvesinde İsveç, Finlandiya ve ülkemiz arasında imzalanan üçlü mutabakattan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirdiğini, Türk basınında epey yer edinen PKK’nin başkent Stockholm’da düzenlediği gösterilerin Rusya tarafından organize edildiğini söylediğini yine basına açıklamıştır. Bunlar artık baskının çok yükseldiğinin göstergeleridir. Başarılı bir dış politikanın gereği, ülkenin böyle bir duruma sokulmaması, sorunun o noktaya gelmeden çözülmesi olurdu. Dış politika “olabileceğin sanatıdır” denir. Ne yazık ki son yıllarda bunu ülkemizde pek göremedik.
Tabii hepimizin bildiği gibi ekonomimiz epey zayıf bir durumdadır. Ülkenin şiddetle hem sıcak paraya hem de yabancı sermayeye ihtiyacı vardır. Bu kaynaklar ihtiyaç duyulan miktarda ne Körfez ülkelerinden ne de Rusya’dan, ancak Batıdan gelebilir. Her ne kadar bu kaynaklar devletlerden değil, özel yatırımcılardan gelecek olsa da, Batılı yatırımcılar ülkeleriyle kavgalı bir yönetime destek olmak istemeyecek, ayrıca yatırımlarının güvence altında olmasını isteyeceklerdir.
Önümüzdeki haftalarda ülkemizin mali politikasının rasyonelliğe dönüşeceği yeni Hazine ve Maliye Bakanı tarafından açıklandı. Gerçi bunun ne ölçüde mümkün olacağı konusunda tereddütler şimdiden oluşmaya başladı. Ancak rasyonel bir ekonomik politika, rasyonel bir dış politika da gerektirmektedir. Umarım ki yeni atamalarla değişecek olan sadece üslup değil, kısmen de olsa esastır. Pek ümitli olmamakla beraber, bunun olabileceğine inanmak istiyorum. Keşke hayal kırıklığına uğramasam.