“On dört yaşım diken ile kaplanmış /Göz ucuma karıncalar toplanmış /Kurşun gelmiş kaşlarımın üstüne /Alın yazım okur gibi saplanmış”… Zülfü Livaneli’nin Ülkü Tamer’in “Memik’e Ağıt” şiirinden bestelediği bu ezgiyi unutmak zor. Adı üstünde, ağıttır. Hep gelir dokunur hayatlara…
Nakaratıyla da iç yakan, dillerdeki adını o feryattan alan “Memik Oğlan”, yıllar içinde birçok sanatçının sesinden de yükseldi, ekranlara, sahnelere, hatta meydanlara çıktı. Yüreğe timpanileriyle vuran “fon müziği”, ifadesi oldu kıyımların, ölümlerin. Zira o ağıtı, o dizeleri her yandan çağıran “olay”ları çok bu ülkenin. Repertuarı yüklü…
Çocuklar ya da “sivil zayiat”
2011’de “Roboski (Uludere) Katliamı”na da “şehirli” ağıt oldu. 12 yıl önce bugünlerde, 28 Aralık’ta 34 çocuk, çocuk yaşında genç hava bombardımanıyla öldürüldü. Ve uzaklarda yine yakıldı sözlerini, tarihini anlamadığımız ağıtlar.
İsimleri ağıtlara da sığmaz; 10’unun yaşları 13, 14’den anca 15-16’ya, gerisi 20’lere doğru sıralanmış adlî kayıtlarda. Bir de hep dağların, bulutların, gecelerin arasından Memik Oğlan… “Sivil ölümler”, “sivil zayiat”, olmadı “sivil yurttaşlar” ayarıyla geçtiler kayıtlara.
Derin dondurucuda, kar altında
Ülkü Tamer’in iki şiirindeki (Memik’e Ağıt ve Atlının Türküsü) gibi bu kez Uludereliler “yüklemişti kaçağı”… Çay ve mazot yüklüydü katırları. Kaynaklara göre “bilgi dâhilinde kaçakçılık, sınır ticareti” yapan, geçimini anca öyle sağlayan insanlar. Yani o bildik, eli kolu kim bilir nerelere uzanan “dev akaryakıt, petrol kaçakçılığı” babından değil. Onlar nadiren “bomba haber”, arada patlasa bile anca “el” bombası.
Lâkin Uludereliler için o ağıtlardaki gibi “yol uzun”, “gece vakti azrailde kol uzun”du, kalabilirlerdi o yollarda. Vasiyetleri Tamer’in şiirinde de belliydi baştan: “su ılınır yaprak açar bir ağıt /kalır isem bu yollarda yasım tut.”
“Bunlar terörist” duyumu, ihbarı, “istihbarat”ıyla bombalandılar o yolda. Ağırlığı, vahameti, acısı üstten beyanlarda “hata”dan “ihmal”e -kerhen- seslendirilen, öyle de boğulan bir “olay”. Soruşturması-kovuşturması filan hâlâ derin dondurucuda, kar altında. İşte o kadar…
“Öte geçeler”de kaldılar
Oralarda, “öte geçeler”de kaldılar. Öyle ki o kıyımdan iki gün sonra ekranlar yine “en çılgın” Yılbaşı Kutlamaları’na sahne oldu. Alper Görmüş hem 2011’in (“31 Aralık 2011 gecesinin utancı”), hem de 2020’nin Aralık’ında (“Yılbaşı yaklaşırken Roboski’den iki gün sonraki kutlamaları bir daha hatırlamak”) yazdı bu insanlık dramını, utancını.
Yazılarında Ümit Kıvanç’ın belgeseline, “Roboski filmi: Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim”e de değiniyordu: “Ümit Kıvanç 31 Aralık 2011 gecesi Türkiye televizyonlarından taşan neşe dolu, vurdumduymaz sesler ile sadece iki gün önce Roboski’de ölenlerin yasını tutanların görüntülerini üstü üste bindirmişti.”
Ekranlar bizden utanmaz
Aynı saatlerde karın altında evlâtlarının, kardeşlerinin, akrabalarının mezarlarında ağıt yakan, dövünen insanlar… Üzerine binen görüntülerde coşkuyla tepinenler, göbek atanlar. Zihnimde Turgut Uyar’ın o hüznü de uzun şiirinden, “Ölü Yıkayıcılar”dan dizeler:
“eğlenelim gel gülüm /önümüzde bak ölüm /sen bana bir vido çek /hızlansın deli gönlüm /eğlenelim gel gülüm.” O görüntülerle reyting alan ekranlarda her şey var… Bir tek utanç yok, ekranlar bizden utanmaz. Arsız, küstah, kibirli… Bu ülkede her an üst üste binen görüntüler utanma duygusunu da çoktan yok etmiş. Üst üste bindikçe kalınlaşıyor mu insanın derisi, ekranların aynalı gözlükleri?
“Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil”
“Memik’e Ağıt” da yıllar içinde yaşanan kıyımlarla, ölümlerle hep üst üste bindi, gündeme geldi. “Memik Oğlan” hiç eksilmedi hayatımızdan, her defasında yeniden öldü: “(…) Düşer serçe çıt diye /Kanatları parça parça çıt diye /Dokandın mı bir ucuna kırılır /Can dediğin cansız sırça çıt diye /Uyu Memik Oğlan uyu /Öte geçelerde büyü”.
“Roboski”den iki yıl geçti geçmedi “Gezi Olayları”na sahne oldu “olay”ların ülkesi… Aynı ağıt gene dolandı dilimize, “Memik Oğlan”ın incecik silueti üzerimize çöktü. 16 Haziran 2013’de polisin attığı gaz fişeğiyle başından vurulan Berkin Elvan’la… 14 yaşında.
Komada kaldı dokuz ay, dört ameliyat geçirdi, 45 kilodan 16 kiloya düştü küçük bedeni. Dört-beş yaşındaki çocuğun kilosuna… Ortaokul Mezuniyet Balosu varmış, o gelemeyecek diye arkadaşları da baloyu iptal etmişler. Hastaneye gitmişler, topluca…
Oğlak burcuymuş; sanki 16’ya düşen kilosu, incecik yüzü, alınyazısı gibi çatılmış karakaşları, kocaman kara gözlerinin nahifliğinden mülhem. Oğlağın ölümü, o güzelim siluetiyle. Geride Berkin’in ardından açılan o pankart kaldı: “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil…”
“Susarız, sorularımız ancak kalır”
Ama susarız hep; enkazdaki, mezarlıktaki taş, anında kuruyan yaş gibi susarız. Sorul(a)mamış, tedirgin bir parmak kalksa da yanıtlanmamış soruların biriken külüne, Edip Cansever’in “Tragedyalar”ına, dizelerine karışırız: “Susarız, katlanırız /Uçsuz bucaksız rengini alırız bir daha hiç konuşmamanın /Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız. /Ve kalır kahverengi saatler, hiç bilinmeyenler
Bir çağı gerdiğimiz, süresiz kanattığımız /Kalır elbette bunlar, daha fazla değil /Ve soğuk dünyamızda yanıtsız kaldığımız /Sonra işte acılarımızı ancak toplarız /Şehirlerimizden ancak çıkarız. Boş sokaklarda /Evlerde, tezgahlarda ve bütün olağanlıklarda /Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.”
Diktatörün “taneli” hesabı
Bir de durmadan konuşanlar, küfredemeyeceği soruları duymazdan gelenler, hatta çocukları asıp da susmayanlar kalır geride. Arsızı, utanmazı kalır. Ne demişti Kenan Evren: “Mümkünse bir sağcı bir solcu, iki sağcı iki solcu, ‘neyse’… Kaç ‘tane’ çıkmışsa, ikisini beraber yapalım. Sonra demesinler ki bize, sağı tutuyor, solu tutuyor… Onun için böyle ‘birkaç tane’ birden gelmişse, bir ondan, bir ondan yapmak suretiyle infazını onaylıyorduk.”
Tarihin onaylanmış diktatörlerinden Kenan Evren 12 Eylül’de astıkları 50 insanı, karpuz-kavun gibi “tane” hesabıyla böyle anlattı televizyonlarda. Öyle birkaç tane birden geldiyse “hesabı tutturmak”tı amaç yani… Hesaplarının denk gelmediği durumlarda, askerî hâkimlere talimat verdiler: “Birkaç tane de sağdan gönderin…”
Çocukların, en çocuğu…
Bu ülkede kolaydı hesabı tutturmak. Mahkemeydi, emniyetti, kışlaydı, cezaeviydi… Getirilenlere girişmeden önce o mahut cümleyi söylerlerdi zaten: “Sizi bana sayıyla mı verdiler ulan”… Öyle oldu hep; “Seni şuracıkta gebertsem, hesabını kim soracak?”
Birisi de Erdal Eren’di; en çocuğuydu asılan o çocukların. Onu hesaba-kitaba vurmadan, defterine uydurmaya gerek bile duymadan astılar. Onu da 1980 Aralık’ında… Yeni Yıl yine kamburunu gizledi, üst üste binen görüntülerin üzerinde “Ver coşkuyu” tepinirken. Bir buçuk ay içinde hızlandırmış yargılamayla imzaladılar infazını. Oysa asılamazdı, 17 yaşındaydı. Kemik yaşını dikkate almadılar, mezarlar da umursamaz zaten.
Kanunen değil keyfen astılar
Asılamazdı; onun vurduğu iddia edilen er Zekeriya Önge’nin incecik adli dosyasındaki deliller, bulgular tersini gösteriyordu. Olayın tanıkları, hatta bazı yetkilileri yıllar sonra televizyonlarda anlattı: “Şehit olan er karşıda duruyordu. Erdal Eren de uzakta, karşısında… Önge sırtından ve yakın mesafeden vurularak öldü, oysa ikisi karşı karşıya bir pozisyondaydı.”
Ama henüz 20 yaşındaki Önge’yi hayattan koparan kurşunun balistiğini, mukayesesini bile yapmadılar. Tanıklar dinlenmedi, asker tanıkların ifadesi birbiriyle çelişti. Önge’nin otopsisi ise bir stajyere yaptırıldı, rapor karartıldı. Yine geçti yıllar.
“Onayın” talimatlı “adli” kararlar
Gazeteci Huriye Gül, ortadan kaybolan o doktorun hikâyesini 2013’de yazdı. Şöyle anlatmıştı o günlerde stajını yapan doktor O. Ç.: “Çok yoksulduk, liseye lastik ayakkabıyla gittim. Çok korkmuştum… Çok gençtim, o rapor önceleri değil ama sonraları çok koydu bana…” O genç doktor felç geçirip, bir başka aralık ayında öldü. Belki sekte-i vicdandan.
Asılamazdı; Eren’in idam kararını “delillerin noksanlığı” gerekçesiyle önce “esastan”, sonra “usulden” iki kez bozan Yargıtay 3. Daire üyesi emekli Hâkim Albay Ahmet Turan 28 yıl sonra açıkladı:
“Askeri Yargıtay Başsavcılığı kararı ‘Onayın’ diye göndermişti. Ama Eren’in er Zekeriya Önge’yi öldürdüğüne dair vicdani kanaatim yoktu. Asker sırtından vurulmuştu. Kurşunun da o tabancadan çıktığına dair kanıt yoktu, incelenmemişti…” Ama pürtelaş, her gün yediği ağır dayaklar nedeniyle, yara-bere içinde asıldı çocuk.
“Bir sistem ya adil olur, ya zalim”
İnfazın gerçekleştiği Ulucanlar Cezaevi’nin Müdürü Vehbi Camgöz da konuştu sonradan: “Bir sistem ya adil olur, ya zalim. Erdal Eren’in asılmasından sonra Askeri Yargıtay’daki bir görevlinin istifa ettiğini duyduk. Şerh koymuştu karara o. Ama onun yerine başkası geldi idam kararını verdi. Bu bir sistemdi. Sen yapmam diyorsan yapanı bulup getiriyorlardı.”
Eren’ın avukatı İsmail Sami Çakmak ise o ânı anlattı: “Doktor ellerinin bağlanmaması halinde çok acı çekeceğini anlattı. Erdal’a söyledim, karşı çıkmaktan vazgeçti. İp Erdal’ın boynuna üçe yedi kala geçti, biz üçü on geçe aynı taksiyle geri döndük. Orada, merdivenin altında ağlayan bir yüzbaşıyı unutamıyorum, hem ağlıyor, hem de ‘Bunun hesabı nasıl verilecek’ diye söyleniyordu.”
İkisi de uzaktan akraba…
İki çocuk öldü. İkisi de Giresunlu… Biri kurşunla sırtından, diğeri darağacında… Teoman, hem Eren’le, hem de Önge ile Giresun’dan akraba olduğunu söyledi sonradan: “İki Çocuk adlı şarkıma bu duygularla başladım. Şarkımda, sadece bir suç unsuru olarak bahsedilmesine içerlediğim er Zekeriya Önge de var.
Garip bir rastlantı ama onun da akrabamız olduğunu öğrendim. Hatta, Eren ile Önge de uzak da olsa akrabalar, kan bağları var…” Geride o şarkısı kaldı: “Ateş harlı delikanlılar /ne şehit ne kahramanlar /düşmansız bir savaşta /düştüler kalkmayacaklar…”
“Yanardağın Üstündeki Kuş(lar)”
İki çocuk, ölen-öldürülen her yaştan/baştan çocukları temsilen… Kıyımın adresleri arasına yerleşen “Uludere”ler, “Ulucan”lar karşısında tarih de boynunu eğiyor, büküyor, “ulu”nun anlamını özetleyen sözlükler de… Ulu “ulu”, tarih de “tarih” olamıyor bu ülkede.
Zira Ülkü Tamer’in şiirlerinde ölen, öldürülen çocuklar, gençler, onlara yakılan ağıtlar ülkenin de hep gündeminde. Savaşları, işgalleriyle dünyanın da… Filistin’de naklen uzun süredir.
O çocuklar, gençler Tamer’in “Toplu Şiirler” kitabının adındaki gibi “Yanardağın Üstündeki Kuş(lar)”. Bazısının doğuştan tutuşuyor kanatları. Orman yangınlarında kanatları alev alev son kez uçmaya çalışan kuşlar misali.
Yeni “yeni” olamıyor, tarih “tarih”
Bu yıl da depremlerle, peş peşe ölümlerle, mezarlıklardaki upuzun, “kara selvi”lerle, “kimimiz nişanlı, kimimiz evli” gencecik şehitlerle, biriken, çoğalan ağıtlarla giriyoruz Yeni Yıl’a, gene “yeni” yıla. Aralık sanki hep hüzne, eleme aralık… 2024 tenini dalayan yeni elbiseleriyle ilk kez dışarı çıkan bazı çocuklar gibi belki. Tedirgin, utanıyor da “bayramlık” kıyafetinden.
Zira yeni “yeni” olamıyor bu ülkede, tarih “tarih”… Bir “akademisyen” önceki gün Roboski’de ölenlerin cenaze fotoğrafı için “Görüntü çok güzel, daim olsun” filan yazmış ekranına. Bu nasıl mirastır, kelime haznesi, dildeki kemik, tetiktir.
Üst üste binen görüntüler hiç bitmiyor… Yok neymiş efendim “Diyarbakır Cezaevi celladı (işkencecisi)” olarak anılan Esat Oktay Yıldıran’ın isminin verildiği ilkokulun tabelası geçenlerde kaldırılmış da… Mesele öylece duruyormuş mezar taşlarında. “Yeni Yıl”a girerken yine kar, buz altında. Aklını da kaydırır, dilini de…
Hayattan “fukara” adresler
Yine, öylece bekliyoruz Yılbaşı ekranlarını, bazı ekranların -bir an- umurunda mı meçhul: “Eğlenelim gel gülüm /Önümüzde bak ölüm”. Coşkuyla, hep birlikte geriye sayılan 2023’ün son saniyelerinde başka yerler, hayattan “fukara” adresler yine kar altında. Gencecik ölümlerle iyice harabe, fukara…
Karın altında kalan mezarları(nı) ziyaretteler belki; taşlara bakıyorlar ekranlara, yeni yıllara değil. Ağıtı Mahzuni Şerif’ten sanki: “İnce ince bir kar yağar fakirlerin üstüne”… “Öldük öldük, yandık yandık”… “Etme ağam n’olur…”
Dilekler bile utanır…
Bu sene de Yeni Yıl dilekleri, bez parçaları, yani fukara kurdeleler bağlanacak ekranlara. De ki kefen bezinden… Umutlar da yorulur, yaşlanır, ağıtlar “Yılbaşı dilekleri”nin arasına karışır, dileklerin bile mahcubiyetten yüzü kızarır bu ülkede. Utanır…
“Dilek dilenebilecek bir yıl dileğiyle” desem, ne hazin tekerleme. Her söz, her dilek münasebetsiz sanki… Dilinde -acı acı- sırıtıyor. “Yeter be!” derim olsa olsa. Kelimelerim ağıtlardaki “Canıma yetti”lere, “Yetti gari”lere, “Edi bese”lere, Filistin’de “Yakfi”lere karışır. Belki yine mırıldanırım: “Çocuklar uyurken susulur, ölürken değil…”