Son dönemlerin en çok izlenen ve en çok tartışılan dizisi Kızıl Goncalar’da geçiyordu bu replik. Sıkı ulusalcı fizik profesörü bir baba, 2010’da yapılan anayasa değişikliği referandumunda “Evet” oyu veren kızını “‘Yetmez ama evet’çi vatan haini” olarak tanımlıyordu.
Aradan 13 yıl geçmişti ama babanın, kızının bu tercihine olan öfkesi dinmek bilmiyordu. Ağır hasta olmasına rağmen kızının kendisine bakmasına müsaade etmiyor, onunla tek bir kelime konuşmuyor, ne ona selam veriyor ne de onun selamını alıyordu. Gazeteci kızının günahı affedilemez cinstendi; kızı gitmiş Cumhuriyet düşmanlarına destek vermiş ve ülkeyi karanlığa götüren günahkârlardan biri olmuştu.
Kızıl Goncalar’daki bu karakter, Türkiye’deki sol, laik ve seküler kesimlerin bir kısmının düşünsel dünyasını ve ruh halini çok güzel bir yerden yakalıyor. Hakikaten adı geçen kesimler, “Yetmez Ama Evet” (YAE) savunucularına baktıklarında karşılarında bir nefret objesi görüyorlar. Memlekette ters giden her işi onlara bağlıyorlar. Her menfi hadisenin yükünü onların sırtlarına bindiriyorlar. Mesele ne olursa olsun oklarını hemen ve tereddüt etmeden onlara çeviriyorlar.
YAE’den nefret edenlere, mesela 2010’da halkoyuna sunulan anayasa değişiklik maddeleri hatırlatılabilir. Veya o günkü şartlar altında bu anayasa değişikliğinin ülkenin demokratikleşmesi yolunda açtığı olanaklara değinilebilir. Ya da bu olanaklardan kendilerinin de istifade ettiği belirtilebilir.
Lakin bunların hiçbiri kâr etmez; YAE’cileri düşman gibi görenleri bu argümanların hiçbiri kesmez. YAE’cileri dövmek onlar için artık bir milli spor! Ve hemen her gün bu sporu hararetle icra etmekten büyük bir haz alıyorlar. Ancak haz aldıkları bu milli sporda, aynı zamanda, onların kendilerini ve siyaseti nasıl değerlendirdiklerini anlamamızı mümkün kılan mühim bir taraf da var.
Bir tarafta Hulusi Kentmen, diğer tarafta Erol Taş
Evvela, bu kesimde kendilerini “mutlak iyi”, karşıtlarını ise “mutlak kötü” olarak kabul eden bir özcü anlayışın hâkim olduğu berrak bir şekilde ortaya çıkıyor. Onlar hep tarihin doğru tarafında duruyorlar, her zaman isabetli tercihlerde bulunuyorlar ve asla yanılmıyorlar. Çünkü onlar, iyiler ve ilericiler; vakalara hep bilimin aydınlığında bakıyorlar, dünü ve bugünü olduğu kadar yarını da en iyi onlar biliyorlar.
Karşıtlarına gelince; orada vaziyet feci, çünkü karşıtların sürekli tarihin yanlış tarafında olmaktan başka bir şansları bulunmuyor. Tabiatları gereği kötü ve gerici olduklarından onlardan neşet eden hiçbir işten hayır gelmiyor. Onlar hurafelerle iştigal ediyor, çağın dışına düşüyor ve yalan-yanlış yollara sapıyorlar. Bağnaz ve yobaz olduklarından onlarla medeni bir diyalog söz konusu olmuyor, olamıyor. Dolayısıyla onlarla işbirliği yapılması değil sadece ve sadece mücadele edilmesi iktiza ediyor.
Hülasa bir tarafta Hulusi Kentmen, diğer tarafta ise Erol Taş duruyor. Elbette ülkenin, toplumun ve dahi insanlığın selameti için Kentmen’in Taş’a galebe çalması, Taş’ın ortadan kalkması, kaldırılması gerekiyor.
Bilinen bir hikâyedir; Romalı senatör Marcus Porcius Cato, mevzuu ne olursa olsun bütün konuşmalarını “Kartaca yıkılmalıdır” diye nihayetlendirir. Senatör’ün amacı, Kartaca yıkılana kadar diğer bütün işlere boş verilmesi gerektiğini, zira Kartaca yıkılmadığı müddetçe yapılan hiçbir işin önem taşımadığını vurgulamaktır. Tanıl Bora, bu sözün siyaset literatüründeki karşılığını veciz bir biçimde anlatır:
“Takıntıya dönüşmüş bir talep veya kanaat… Düşmanıyla büyülenmiş bir zihniyet dünyası… Dünyanın, hayatın bütün mevzularını boş vermiş, gözünü tek meseleye, yani düşman bellediğine dikmiş, delice bir teyakkuz… Her şeyi araçsallaştıran, her konuyu kendi davasını gütmenin vesilesine çevirerek kadük eden bir inat… Konuşmayı, sözü anlamsızlaştıran, politikayı iptal eden bir cinnet… ‘Onlar yok olmadan bize rahat yok’ kâbusuyla dönenen bir güç-kudret cinneti…”
Günah keçisi
Türkiye’deki solcu, laik ve seküler kesimlerin bir bölümünün kafasında, AK Parti’nin yıkılması gereken bir Kartaca olduğuna şüphe yok. Onların indinde AK Parti, temsil ettiklerini ve hatta sahibi olduklarını düşündükleri her şeyin (ilerici, modern, cumhuriyetçi, laik vb.) zıddını (gerici, anti-modern, saltanatçı, hilafetçi vb.) simgeleyen bir yapıdan başka bir şey değil.
AK Parti, onlara göre, doğası itibarıyla doğru bir iş yapmaz, yapamaz. Binaenaleyh AK Parti’nin icraatlarını ayrı ayrı değerlendirmek ve aralarında iyi-kötü diye ayrım yapmak da bir mana taşımaz. Hele hele doğru görülenleri desteklemek ve yanlış görülenleri eleştirmek gibi ikircikli bir tavra kesinlikle müsamaha gösterilemez. Doğru olan tek bir tavır vardır; o da, içeriğinden bağımsız olarak AK Parti’nin yaptığı her şeye topyekûn karşı durmaktır.
Çünkü AK Parti gitmeden hiçbir müspet gelişme olmaz, olamaz. Onun için AK Parti ile uzlaşma temelinde bir ilişki kurulamaz. İlerici güçlere düşen, gerici bir odak olan AK Parti ile çatışmaktır ve başka bir seçenek de yoktur. Nitekim daha 10 Ağustos 2003’te Cumhuriyet’teki “Kartaca Yıkılmalıdır” başlıklı makalesinde Oktay Akbal “Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz” ifadesiyle bu anlayışı kuşkuya yer bırakmayacak berraklıkta dile getirir.
İşte YAE’cileri günah keçisi haline getiren, bu iyi-kötü, ilerici-gerici, çağdaş-çağdışı karşıtlığına dayanan siyaset kavrayışına meydan okumalarıdır. 2010 anayasa değişikliği AK Parti’nin eseriydi. YAE’cilerin kahir ekseriyetinin ise AK Parti ile bir bağlantısı yoktu. Ama YAE’ciler, AK Parti’nin imzasını taşısa da bu anayasa değişikliğini Türkiye’de hukukun ve demokrasinin tahkim edilmesine katkı sağlayacağına kanaat getirdikleri için desteklediler. AK Parti’den siyasetten farklı bir tasavvur taşımalarını, olumlu buldukları bu adımın önünde bir bariyere dönüştürmediler.
Camdan ev
YAE, AK Parti’yi salt çatışılması ve imha edilmesi gereken bir düşman olarak değil, uzlaşılacak ve işbirliği yapılabilecek bir siyasi aktör olarak da konumlandırdı. “Kartaca yıkılmalıdır”ın altını oydu ve bununla ne demokratik siyasetin ne de toplumsal barışın mümkün olacağını gösterdi. Onların hedef tahtasına oturtulmalarının asıl nedeni, budur.
Siyaset bir sosyal faaliyettir, tek başına yapılamaz ve her daim bir diyaloğu gerektirir. Çünkü siyasette mutlak bir ortaklaşma olmaz; her bir aktörün menfaatlerinin ve fikirlerinin birbirinden farklı olması hem bir çatışmaya neden olur hem de bir uzlaşma arayışını beraberinde getirir.
Siyasette taraflar mecburen her zaman küçük veya büyük uzlaşmalar yaparlar. Uzlaşmak ise orta yerde buluşmaktır. Bir uzlaşmada tarafların bütün istedikleri gerçekleşmez, herkes bazı kazanımlar adına az veya çok taviz vermek zorunda kalır. Siyaset, böyle ilerler. Bakmayın siz “Kartaca yıkılmalıdır” düsturunun bağlılarına, siyasetin kendisi bir “yetmez ama evet” faaliyetidir.
Bu o kadar öyledir ki her vesileyle YAE’cileri yaylım ateşine tutanlar bile, itiraf etmeseler de, sürekli “yetmez ama evet” derler. Çok geriye gitmeye gerek yok; onların 2023’te İYİ Parti ile beraber Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında saf tutmaları, dört dörtlük bir “yetmez ama evet” değil midir? 2019’da CHP’li adaylar için sokağa dizilmelerinin “yetmez ama evet” demekten bir farkı var mıdır? Veyahut 2014’te MHP ile birlikte Ekmeleddin İhsanoğlu’nun değirmenine su taşımaları, dört başı mamur bir “yetmez ama evet” hareketi değilse nedir Allah aşkına?
İnsanın evi camdanken, başkasının penceresine taş atarken iki kere düşünmeli!