Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYıkıntıların altından canları kurtarır gibi hafızamızın üzerine çöken enkazı kaldırmak

Yıkıntıların altından canları kurtarır gibi hafızamızın üzerine çöken enkazı kaldırmak

17 Ağustos depreminden sonra devlet yardım çalışmalarını yürüten ve yönlendiren sivilleri engellemeye kalkıştı. Bunun üzerine hemen harekete geçildi, bütün gazetelerde tam sayfa yayınlanacak bir duyuru hazırlandı. Bu duyuru altında yüzlerce STK’nın imzasıyla ertesi gün bütün gazetelerde tam sayfa yayınlanıp, televizyonlarda da tekrarlanınca Cumhurbaşkanı Demirel mesajı aldı. Anında bütün talepleri kabul ettiğini ve devletin sivillerin çalışmalarını destekleyeceğini kamuoyuna ilan etti.

90’lı yılların başında hafıza kaybının afetlere neden olduğuna dikkat çeken ODTÜ Mimarlık Fakültesi Öğretim Üyesi Mehmet Adam’a bir gönderme yapmıştım, bir yazımda.

Adam risk bilgisinin geçmişte binaların yapım pratikleriyle ilişkili olduğunu, bilgilerin inşa eyleminin kendisiyle aktarıldığını söylüyordu. “Modern” dediğimiz zamanlarda ise yapıları, yerleşim alanlarını temsil eden ayrı uzmanlık pratikleriyle,  planlama ve projelendirme faaliyetleri üzerinde. Adam ısrarla bu pratiklerin temsil ettikleriyle farklı bir ilişki kurmasına, bunların bürokratik bir meseleden ibaret olmadığına dikkati çekmeye çalışıyordu. Onunla birlikte bakanlıkların kapılarını aşındırdığımızı hatırlıyorum.

99 felaketinden sonra karşılaştığım birçok yabancı uzmanın aynı meseleyi sorun ettiğini gördüm. Onların da Adam’ın dikkati çektiği bu konuyu önemsediklerini gördüm. Japon İmparatoru’nun başdanışmanı bizzat yerel çalışmalara kendisi de katılarak planlama, projelendirme çalışmaların yerel halkla birlikte nasıl yapılabileceğini göstermeye çabalamıştı.  Aşağı yukarı ilişki kurulan bütün yabancı şehir plancıları, uzmanlar çalışmalarını böyle gerçekleştiriyorlardı. Daha sonra Sulukule’ye davet ettiğimiz İngiliz, Fransız, İtalyan, Alman… Şehir plancıları ve mimarlar da öyle. Planlama ve projelendirme çalışmalarının birçok ülkede benzer yöntemlerle deneyimlendiğini gördüm. Türkiye’de ise uzmanlık işlevleri tepeden inmeci, bürokratik ve yasak savmacı yöntemlerle yapılıyordu.

Bunun istisnaları var, elbette. 1996 Birleşmiş Milletler Zirvesi sonrasında elde edilen başarının kalıcı olması için harekete geçen UNESCO direktörü Minja Yang ve A.B.’nin şehircilik politikaları liderlerinden biri olan Yves Doge tarafından adımları atılan Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi gibi…

Bu deneyimlerin ne yazık ki hepsi unutuldu.  Unutulanların başında da 17 Ağustos felaketi sonrasında ortaya çıkan sivil toplum seferberliğinin nasıl yapılandığı.

17 Ağustos’un karanlığında ortalığı aydınlatan işaret fişeği

1999 yılındaki Körfez Depremi felaketinden sonra ortaya çıkan sivil toplum seferberliği karanlıkta ortalığı aydınlatan bir işaret fişeği gibiydi.

17 Ağustos’te başlayan sivil hareket yalnızca işini gücünü bırakıp yardıma koşan bir topluluk değildi.

Aynı zamanda bütün yardım çalışmalarını koordine eden, kamusal alandaki işlevleri üstlenen farklı türde müşterek bir yapıydı. Bu deneyimde hiç şüphesiz 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı’nın önemli bir payının olduğunu söyleyebilirim. 1994 yılından itibaren siviller uluslararası ilişkiler kurarak, kendi aralarındaki iletişimi geliştirerek bir araya gelmişler ve köylerin yakıldığı bir dönemde yerleşim, insan ve kadın hakları, çevre politikalarının gözden geçirilmelerini sağlamışlardı. Bu değişimin en yakın tanıklarından biri de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di. 17 Ağustos günü sabahı hayata geçen bu sivil hareket bugünün koşullarında aklımızın alamayacağı işleri başardı. Örneğin Yenikapı’da iskelelere bağlı olarak bekleyen seferden alınmış deniz otobüslerini kullanarak daha ilk günden başlayarak acil kurtarma, sağlık ve yardım malzemelerinin bölgeye intikalini sağladı. İlk günden başlayarak afet bölgesinde kurduğu haberleşme istasyonları ile bütün haber kanallarına sağlıklı bilgi aktardı. Bütün haber kanalları haberleri, güncel durumları ve ihtiyaç listelerini bu ağın içinden aldılar. Yabancı ekipler de bu ağın içinde yardım çalışmalarına katıldılar. O sırada NATO’nun başındaki ABD’li orgeneralden Japon İmparatoru’nun başdanışmanına kadar kriz yönetiminde seferber olan bütün yapılar bu ağla ilişki kurdular ve çalışmalarını bu sayede yapabildiler. Sivillerin oluşturduğu ağın sayesinde afet sonrası süreç adım adım farklı kapasitelerin harekete geçirilmesini sağladı. İlk aşamada kurtarma çalışmaları için yerli ve yabancı ekipler yönlendirildi. Uzman kurtarma gönüllülerin, sağlıkçıların yönlendirilmesi yapıldı. Bölgede acil ihtiyaçları karşılayacak üç adet sahra hastanesi denizden taşınarak kuruldu. İlaç, gıda, su, ihtiyaç maddeleri, giysi gibi yardım malzemeleri çok çeşitli kaynaklardan toplanarak afet bölgesinde düzenli olarak dağıtılmaya başlandı.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel meseleyi nasıl kavradı?

İşte tam bu gelişmeler yaşanırken beklenen şey oldu. Nihayet devlet kendi bildiği şekilde harekete geçti. İlk iş olarak bu çalışmaları yürüten ve yönlendiren sivilleri engellemeye ve çalışmaları kendi kontrolüne almaya kalkıştı. Yardımlara el koymaya, sivil yapıları dışlamaya çalıştı. Buna karşılık o günlerin yakıcı koşullarında siviller yalnızca gönüllü bireyler ya da STK’lar olarak kurtarma, sağlık, yardım çalışmalarını üstlenmiş değillerdi. Dediğim gibi daha ilk günden ağlaşma gereğini duymuş ve koordinasyonu ele almışlardı. Aynı zamanda devletin başarması mümkün olmayan, İstanbul’dan yerel ve uluslararası kuruluşlara ve bölgeye uzanan son derece gelişmiş bir altyapı kurmuşlardı. O kadar ki, elde ettikleri deneyimle, insan gücü kaynakları ile devlet kurumlarını da bağımsız ağ içindeki siviller yönlendirir hale gelmişlerdi. Bu karar bu yaşanan olağanüstü gelişmeyi ortadan kaldıracaktı.

Bunun üzerine hemen harekete geçildi, bütün gazetelerde tam sayfa yayınlanacak bir duyuru hazırlandı. Bu duyuru altında yüzlerce STK’nın imzasıyla ertesi gün bütün gazetelerde tam sayfa yayınlanıp, televizyonlarda da tekrarlanınca Cumhurbaşkanı Demirel mesajı aldı. Anında bütün talepleri kabul ettiğini ve devletin sivillerin çalışmalarını destekleyeceğini kamuoyuna ilan etti.

Elbette ki tersini de yapabilirdi, ama olağanüstü kıvrak zekasıyla ve Birleşmiş Milletler Zirvesi’nden elde ettiği deneyimle sivil toplum seferberliğinin yanında yer aldı. Böylece kriz yönetimi başarılı bir devlet-sivil toplum ortaklığına dönüştü. Böylece içlerinde İbrahim Betil, Osman Kavala, Ömer Madra, Yüksel Selek, Şengül Akçar, Ümit Kıvanç… gibi adını sayamayacağım binlerce insanın, tanınmış kişilerin, iş insanlarının, sanatçıların, kültür yöneticilerinin oluşturduğu bağımsız ağ yıllarca kriz yönetiminin değişik fazlarında son derece başarılı çalışmalar ortaya koydu. Afet sonrası acil durum yönetiminden yaraların sarılmasına, yeniden yapılanma faaliyetlerine kadar yıllarca süren bir eylem planını başarıyla yerine getirdi. Bölgede on binlerce geçici barınak, onlarca sosyal merkez inşa edildi. Afetzedelerin yeniden hayata dönüşlerini sağlayacak programlar geliştirildi.

Bu muazzam gelişmenin ertesinde uluslararası kuruluşlarla birlikte sivil ağ yıllarca varlığını sürdürdü. Ancak ne zaman ki büyük kamu kaynakları harekete geçirildi, ihaleler yapılmaya başlandı, sivil ağ kendiliğinden devre dışı kaldı. Siviller İstanbul için hazırlanan Deprem Master Planı’na bile bir katkı yapamadılar.

Tıpkı yıkılan binaların altında kalan canları kurtarır gibi hafızamızın üzerine çöken enkazı kaldırmak

Felaketlerin kendilerine değil, yalnızca imgelerine tanık oluyoruz. Medya sistemleri, aygıtları izleyicileri tek yönlü bilgilendiriyor, edilginleştiriyor. Ne kadar olanları anlamaya, yaşanan acıları hissetmeye çaba göstersek de, öyle.

Her bir deprem olduğunda fay hatlarının yerlerini, felaketin boyutlarını öğreniyoruz. “Ölenler için rahmet diliyor ve Yüce Allah hepimizi deprem afetinden korusun” şeklindeki sözlerle afetler karşısında çaresiz olduğumuz en yetkili ağızlar tarafından hatırlatılıyor. Karşımıza çıkan felaket yalnızca bizim çaresizliğimizi pekiştiriyor. Afet bu koşullarda tıpkı ölüm gibi unutmak, bir kenara koymak zorunda olduğumuz bir gerçeklik. Hiç olmamış gibi yapıyoruz ve hayatımıza devam ediyoruz.

Ne kadar infial içinde olunsa da, bu karşılaşma biçimi değiştirilemiyor. İnfialin müşterek hayatımızda önemli sorunlara işaret ettiği muhakkak. Ama yapılar, işleyişler üzerinde hiçbir etkisi yok (*).

Kimsenin bilerek felaketlere maruz kalmayı isteyebileceğini zannetmiyorum.  Felaketlerden sonra yas tutmak da öyle. Edilgin bir var oluş biçimi değil, bir müşterekler alanında kolektif ve köklü bir değişim yaratma eylemi olarak görülebilir.

Felaket bastırılmak zorunda olan bir travma olmaktan çıkabiliyor.

Felaketlere karşı dirençli olmak, geçmişte yaşananlar karşısında geliştirilen deneyimleri unutmamakla eş anlamlı. Felaketler bu deneyimlerle köprü kurulmasını engelleyen, onları örten hafıza boşlukları üzerine kuruluyor. Tıpkı depremde çöken yapıların enkazından canları kurtarır gibi, sistemin enkazının altında kalan hafızamızı kurtarmak zorundayız.

*Not:

Düzce’de yardım çalışmalarına katılan bir kişinin bir hafta süren titreme nöbetlerinin sonunda söylediği ilk söz “keşke ben de içinde olsaydım” olmuştu. Bir süre sonra söylediği söz de “bilseydim yapar mıydım.” Kendisi evde olmadığı için kurtulmuştu. Ama eşi çocukları yıkıntının altında kalmıştı.

Aileden kalma eski iki katlı evi müteahhite vermişti. Ailesi, çocukları daha iyi koşullarda yaşasınlar diye. Ama kimse ona zemin direncinin bu tür çok katlı yapıya uygun olmadığını söylememişti. Yıkılan yeni. Kısaca özetlemek gerekirse aileden kalma eski ev ahşap çatkılı, hımış (samanlı pişmemiş toprak) dolgulu bir yapıymış. Bu evin yerine inşa edilen yapı belediyenin hazırlattığı imar planlarına göre ve projesi onaylanarak inşa edilmişti.

Felaketten sonra afet bölgesini ziyaret eden Dünya Bankası Başuzmanı Randolph Langenbach da aynı duruma işaret etmişti: Bölge halkı sağlam ayakta kalmış olan yapılara güvenmiyor ve havaların soğumasına rağmen geceleri yatmak amacıyla içine girmiyordu. Buna karşılık bu eski geleneksel yapıların içine sığınıyordu. Bu nedenle afet bölgesinden köylere, kırsala doğru bir göç yaşanmıştı.

Kimileri sorunu yeni yapıların betonarme taşıyıcılı olmasında görüyorlardı. Ölümlere, yaralanmalara neden olan ahşaba göre çok daha ağır olan betondu. Ancak bu teşhisin yerinde olduğu söylenemez. Eski geleneksel yapılara göre çok daha büyük ölçekli depremlere dayanabilen betonarme yapılar inşa edilebiliyor.

- Advertisment -