Kendini kandırmak insan türünün çevreye adaptasyona hizmet eden özelliklerinden biri. Bilincin gelişmesiyle birkaç milyon yıl içinde insanın düşünme yeteneğinde bir sıçrama oldu. Simülasyon ve plan yapma, öngörme, başkalarının zihnini okuma gibi melekeler edindi.
Ama aynı zamanda hayatın taşıdığı belirsizliği, doğru tercihleri yapmanın zorluğunu da fark etti ve bundan ürktü. Çevresindeki her olayı kendince bir neden sonuç ilişkisine bağlama ve böylece anlama ihtiyacı duydu. Yaptığı çıkarsamalara güven duyma, endişeden kaçınma güdüsü yoğundu çünkü almış olduğu kararların doğru olduğundan emin olamıyordu.
Böylece çevremize kendi bakışımızı doğrulayacak şekilde bakmayı, o şekilde algılamayı öğrendik. Algıda seçicilik ve ‘doğrulama yanılgısı’ (confirmation bias) adaptasyonu etkin kılan kandırma yolları olarak zihnin mekanizmaları arasına yerleşti.
Sosyal bir organizma olmamız kendimizi kandırma eğilimimizi güçlendirmekle kalmadı, onu ortak kimliğin tanımlayıcısı haline getirdi ve giderek kurumsallaştırdı. Her grup, klan veya kabile kendisini ve ötekileri tanımlarken gerçek olmayabilen ama paylaşılan ve zaman içinde kalıplaşan anlatılara dayandı. Böylece ortak bir geçmiş, gelenek ve kimlik geliştirildi.
Bu açıdan bakıldığında kendini kandırma eğiliminin günümüzün ‘milletleri’ için de ne denli hayati olduğunu görüyoruz. Modern devlet söz konusu anlatıları neredeyse sabitleştirip, ima ettiği sembollerle birlikte bir eğitim malzemesi haline getirdi. Öyle ki kendimizi ‘benzer şekilde’ kandırmamız sayesinde aynı milletin mensupları haline geldik.
Bunu bütün ‘milletler’ ve devletler yaptı ama hepsinin zihniyeti aynı olmadığı için sonuçlar epey farklı… Belirsizliğe alan açan zihniyetlerin (relativizm, demokratlık) egemen olduğu zihniyet bileşimlerinde bu anlatılar çeşitlendi, özgürlük zemini üzerinde tartışılabildi ve toplumların kendilerini daha az kandırmalarına rağmen özgüvenlerini korumaları mümkün oldu.
Belirsizliğe tahammülü olmayan zihniyetlerin (ataerkillik, otoriterlik) egemen olduğu zihniyet bileşimlerine sahip toplumlarda ise, söz konusu anlatılar sabitleşti, ‘makbul’ vatandaşı tanımladı ve birer kırmızı çizgiye dönüştü.
Türkiye böyle bir ülke… Kendine ve geçmişe bakışta kendini kandırmanın bütün imkânlarını kullanan, anlatıları devlet eliyle ideolojikleştiren ve bu anlatılara alternatif arayanları hainlikle yaftalayabilen, bu kişileri aforoz eden bir ülke.
Öte yandan kendisini ‘olmak istediği’ gibi sunmak isteyen de bir ülke… Sanki sahiplenilen gerçek dışı anlatılar gerçeğin aslıymış gibi yaşayan bir ülke. Bunu becerebilmek için toplumu içeriden veya dışarıdan gelebilecek ‘yanlış’ öğretilerden korumanız gerek. Dolayısıyla latent bir öteki düşmanlığı, bitmeyen bir beka kaygısı ve sürekli kılınan bir devlet bağımlılığı üretilmiş durumda.
Ama aynı zamanda kendi ‘milli’ hikâyenizi allayıp pullamanız, kimliği, geçmişi ve devleti yüceltip itibarı sönmeyecek zaman dışı referanslara dönüştürmeniz gerek. Türkiye bu yönde bir yüzyıl harcadı ve sonuçta o referansların sadece birer yaldız, birer aldatmaca olduğunu idrak ettiğimiz bir momente geldik.
Bugün o yaldızlar dökülüyor ve altından çıkan gerçekliğin övünülecek bir yanı yok. Nasıl para kazandığı konusuna hiç girmeyen ama ‘benim işlerim daha karmaşık’ diyebilen bir mafyatik çete reisinin anlattıkları, devlet mekanizmasının tümüyle yozlaşmış olduğunu gösterdi. Ama fazlasına da işaret etti: Yozlaşma öyle bir noktada ki artık ne herhangi bir otorite tarafından ne de dengelere yaslanılarak gizli tutulması, koruma altına alınması ve aynen sürdürülmesi mümkün değil.
Rant paylaşımının Cumhuriyet rejiminin ne denli kritik bir unsuru olduğunu düşündüğümüzde bu yaşananlar rejimin lif lif ayrıldığının, epriyen bir kumaş misali dağıldığının göstergesi. Çünkü geçmişten devralınan kültürel ve kurumsal miras rejimi kuruluşunda sakat bırakmıştı.
Cumhuriyet’in iç içe geçmiş iki özelliği var: Bir, Türk kimliği etrafında örülen ve devletçiliği temel alan bir ideolojik denetleme sistemi ve iki, toplumsal katma değerin bir ganimet gibi devletliler tarafından paylaşılmasına dayanan bir rant mekanizması. Bu iki unsur birbirine eklektik şekilde veya konjonktür nedeniyle eklemlenmiş değil… Aksine, birbirini tamamlayan ve besleyen unsurlar olarak işin başından bu yana bütünleşmiş durumda. Böylece topluma mesafeli, bilgi tekeline sahip, kaynakları istediği gibi kullanan, kamuoyu tarafından denetlenemeyen ve üstelik ideolojik rehberliği elinde tutan bir ‘devlet’ nosyonu yerleştirilebildi.
Devletin meselesi iki yönlü: Bir yandan toplumu kendi çizdiği sınırlar içinde tutarken onu her açıdan devlete bağımlı kılmak; diğer yandan devletin içinde yaşananların sızmasını engelleyerek, devletin ‘paralel’ bir cemaat olarak çalıştığını gizlemek.
Bu iki amaç için de çok sayıda, düzenli ve sistematik yalan üretilmesi gerekiyordu. Devlet toplumu kandırdı… Toplum da devleti kayırdığı ölçüde kendini kandırdı… Hatta yalanın tekrarlanması ve resmileşmesiyle birlikte bu kandırmaca ‘kişilikli’ bir devlet duruşu olarak tanımlandı.
Bugün yaşanan kurumsal ‘doku eprimesi’ devletin nezaretindeki her iki unsurun da yüzeye çıkmasına, görünür hale gelmesine neden oluyor. Mafyatik çetelerin devletin bizatihi parçası olduğunu, devletlilerle birlikte devlet işleri yaptıklarını, bu arada toplumsal serveti bir ganimet paylaşımına tâbi tuttuklarını anlıyoruz.
Kötü insanlar gelip pirüpak bir devleti yozlaştırmıyorlar… Yozlaşmaya müsait bir devlet anlayışı ve devlet/toplum ilişkisi günümüz koşullarında insicamını koruyamıyor sadece… Geçmişte gayrimüslim mallarına çökülürken olayı kimliksel ve ideolojik gerekçeyle meşrulaştıran toplum, bugün sıranın kendisine gelmesine pek bir şaşırmış gözüküyor. Oysa kendini kandırmaya bu denli teşne olmasaydı şimdi çok daha övünülecek bir devlete sahip olabilirdi.
Ne var ki ‘Türk’ kimliği hâlâ başka tasarruflarla övünmeye daha yatkın. Geçenlerde eski Merkez Bankası Başkanı Şükrü Saraçoğlu Twitter’da şöyle yazdı: “Benim dedem Şükrü Saraçoğlu da çok aptalmış herhalde. 1923-1950 arasında tam 27 sene devlette, Cumhurbaşkanlığı dışındaki en üst düzey görevlerde çalışmış ve 1953’te Teşvikiye’de kiralık bir apartman dairesinde kiracı olarak ölmüştür. Karısı ve üç çocuğuna ismi dışında bir miras da bırakmamış yani sevgili karısını ve öz çocuklarını hiç düşünmemiş. Onun tek aşkı varmış; Türkiye Cumhuriyeti.”
Bilindiği üzere 1942-46 arasında başbakanlık yapmış ve ilk icraatlarından biri Varlık Vergisi’ni çıkarmak olan bir ‘devlet siyasetçisinden’ söz ediyoruz. Saraçoğlu’nun mesajı şaşırtıcı değil… Dedesi kişisel çıkarını kollamayı zül sayan ama devlet adına her türlü haksızlığı ve resmi hırsızlığı onur olarak taşıyan bir neslin mensubu. Nitekim torun da dedenin izinden gidiyor. Birinin Aşkale’yi hatırlatması üzerine şöyle cevap vermiş: “… Bazıları Aşkale’ye gidecekse gitsinler. Neticede burası Yunanistan değil Türkiye Cumhuriyeti.” Devamında Yahudi, Ermeni ve Rumların aslında vatandaş olmadığını mı kastettiği sorulduğunda ise cevap artık utanç ve ibret verici bir noktaya gidiyor: “Aynen öyle diyorum. Senelerce Osmanlının kaynağını yiyenler bir gün Cumhuriyette bunun vergisini vermeliler değil mi?”
Eminim ‘Türk’ kimliğini gururla taşıyan büyük bir çoğunluk da aynen Saraçoğlu gibi düşünüyordur. Ne var ki kendine benzemeyenlerin, ötekileştirilen kimliklere sahip insanların olabildiğince her şeyine yasal yollardan el koyup bunu milliyetçilikle ve devletin ulvi ihtiyaçlarıyla açıklayanlar, yozlaşmanın yeniden üreticileri, zımni savunucularıdır.
Dolayısıyla kimse şikâyet etmesin… Yozlaşma hep vardı ve ideolojik bir mücadelenin, kimliksel ayrışmanın doğal yan ürünü olarak ortaya çıktı. Bugüne dek süren kendini kandırmanın sorumluluğunu Sedat Peker ve benzerlerine, ya da şu veya bu bakana yıkma kolaycılığına kapılmamakta yarar var. Çünkü Saraçoğlu zamanında da ve öncesinde de durum buydu ve Saraçoğlu gibiler olmasaydı Peker gibiler yaşayamazdı…
Şimdi yozlaşma apaçık hale geldiğine göre durumun değişeceğini umanların, bunun kendiliğinden olmayacağını görmelerinde de yarar var… Çünkü sistem kendisini savunacak ve bu savunmayı ideolojik hale getirerek Türk kimliğinin korunmasına indirgeyecek.
Bahçeli’nin grup toplantısında (8 Haziran) söyledikleri yeterli ipucu veriyor: “Demokrasinin bekası iki ucu keskin bıçak gibi parlayan hassasiyete bağlıdır… Eğer iktidar karşısına geçen muhalefet partileri devleti ve milleti kötüleme pahasına da olsa her şeyi kötülemek yoluna çıkarsa, iktidarla muhalefet arasındaki husumet soysuzlaşırsa demokratik rejimin atisi yoktur.”
Diğer deyişle eğer demokrasi ya da benzeri bir sistemin devam etmesini istiyorsanız, devletin farklılığını, üstünlüğünü, dokunulmazlığını kabul edeceksiniz. Bahçeli bu devletin ‘doğru’ devlet olduğunu düşünüyor… Başkalarına yozlaşma gibi gözüken özelliklerin işin doğası olduğunu ileri sürüyor.
Ancak bunu ısrarla savunup, saldırıları berhava etmenin yolu kendini kandırmayı güçlendiren hikâyelere ağırlık vermeyi gerektirebilir. Nitekim Bahçeli de öyle yapıyor… “HDP’nin eylemleri devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına aykırı bulunmuştur…Türkiye vatan topraklarında ve sınır ötesinde terör örgütlerine karşı kazanmış olduğu muazzam üstünlüğü TBMM’de kaybedemez hiç kimse de bu kayba hizmet edemez.”
Kürtlerin kimliksel ve kültürel hak ve taleplerini HDP ile, ardından bu partiyi de PKK ile özdeşleştirmek, hepsini bir ‘torbaya’ doldurup gayrı milli ilan etmek, Meclisin bile gerektiğinde gayrı milli olabileceğini hatırlatmak ve devlet eliyle yürütülen bir ideolojik tahakkümü tartışılmaz kılmak…
Bahçeli aslında siyaseti ortadan kaldırmak istiyor. Siyaseti aynen Osmanlı’daki gibi devletin içine çekip orada hapsetmek ve böylece sadece devletlilere has bir konum olarak tanımlamak istiyor. Nitekim o zaman ideolojiyi elinde tutan bu ülkeyi yönetir ve kaymağını da yer.
Bahçeli toplumu kendini kandırmaya davet ederken, rejimin dökülen yaldızlarına da sahip çıkıyor. Bilerek ya da bilmeyerek yozlaşmanın sahipliğine soyunuyor. Bu heves Türk kimliğinin inşa edici unsurlarından biri ve son derece tehlikeli… Çünkü sınır tanımıyor. Kendisine sınır koymadığı gibi, ona sınır konulma ihtimalini de gayrı milli olarak tanımlıyor.
Değişim kendiliğinden olmayacak. Yozlaşma ne denli derinleşirse derinleşsin… Çünkü yozlaşma rejimin gelenekleşmiş, yerleşmiş, kurumsallaşmış, ideolojik koruma altına girmiş öğelerinden biri ve devletin aynen böyle devam etmesini isteyenler var. Sadece yozlaşmanın üzerine gidildiğinde, yozlaşma bir süre karanlığa çekilse de görünür olmayan yeni bir mekanizma içinde devletin ideolojik sisteminde yerini alacaktır.
Sadece yozlaşmaya değil, yozlaşmayı asli parçası olarak taşıyan bu devlet mantığına ve onun dayandığı ideolojik kılıfa da itiraz edilmesi gerekiyor. Demokratlaşma yönünde bir değişim, yaldızların cazibesinden kurtulup kendini kandırmaya son veren böyle bir toplumsal itiraz ile mümkün ancak…