Bu yıl “4 Aralık Dünya Madenciler Günü” iktidarın zirvesinde mesajlarla kutlanmadı. Muhalefet partilerinin çoğu da “X” hesabında birkaç cümleyle savdı sırasını. Sadece Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan mesaj yayınlamadı. Ama o gün TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK genel merkezlerini ziyaret etti. Ki “asgari ücret” gündemiyle de olsa bence daha anlamlı.
Cumhurbaşkanı’nın-Cumhurbaşkanlığı’nın, AK Parti Genel Merkezi’nin resmi hesaplarında o günün adı bile anılmadı. Oysa o hesapların temel işlevlerinden birisi “Önemli, Belirli Günler Takvimi”ni -sektirmeden- takip etmek. İlgilisine oradan bildik şablonuyla temenniler, tebrikler iletmek. Misal, “10 Aralık İnsan Hakları Günü”nü kendi pencerelerinden mesajlarla kutladılar, bir güzel.
Resmen var ama…
Madenciler Günü “unutulduysa”, özrü kabahatinden daha büyük mü demeli… Mâlûmun îlâmı mı? Belki bazı ülkelerde o günün “madenciliğin koruyucu azizi olarak kabul edilen Aziz Barbara’nın anısı” vesilesiyle seçilmesinin etkisi. Yani bir “azizlik” var ama bilemiyorum.
Oysa “Dünya Madenciler Günü” Resmi Gazete’de yayınlanan “Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği”nde de resmen yer alıyor. Geçen yıl da yayınlanmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nın matbu “Belirli Gün ve Haftalar Çizelgesi”nde de var. O yönetmeliğe uyarak çocuklar o günü biliyor, hatta anıyor belki de. Zonguldak İlkokulu’nda çocuklar parmağını kaldırıyor: “Benim babam madenci… Benim de, benim de…” Büyükler yine talkın-salkım meselesi.
“Önemli günler” yaralı
Madencilerin önceki iki yazımda değindiğim hâline bakınca, kutlamaya yüzü de pek yoktu iktidarın. İstese 6 Aralık’ta “Dünya Özür Dileme Günü” ile birlikte anabilirdi pekâlâ. Zira “Madenciler Günü” de halka, işçilere, kadınlara, cumartesisi türlü eziyetin simgesi olan annelere, çocuklara, gençlere, “insan”a ithaf edilen tüm günler gibi yaralı Türkiye’de. Altı gün sonra, 10 Aralık’ta da “İnsan Hakları Günü”nü öyle “kutladık” mesela. Keşke eski deyimiyle, lafın gelişiyle de olsa “idrak etseydik” biraz.
“Bakın 1862’de İngiltere’ye”
Ama olmadı, edemedik… Maden de, madenci de tarihiyle hep karanlık. Üstelik bu durum “mevzuatı”mıza, “hâl ve gidişat”ımıza, “fıtrat”ımıza da uygun maalesef. Felâketlerin ardından mesajlar, açıklamalar bile öyle. 2014’de Soma’da, “21. Yüzyıl’da dünyada gerçekleşen en büyük maden felâketi”nde mesela… Başbakan Erdoğan 301 madencinin hayatına mal olan facianın ardından Soma’da konuşuyor:
“Sadece madenlerde değil, başka işlerde de olur iş kazası. Yapısında, fıtratında bunlar var. Madenlerde hiç kaza olmayacak diye bir şey yok.” Konuşmasına madenlerdeki kazalarının başka ülkelerde de yaşandığını belirterek devam ediyor. Ve dünyadan verdiği “daha büyük” örneklere iki yüzyıl öncesinden başlıyor, 1862’den. Velâkin İngiltere’de o tarihte olan kazada ölenler bile Soma’dan az: 204 madenci.Dünyadaki örnekleri tek tek sayıyor, sayabiliyor, çünkü sayılmayacak kadar çok da değil.
Yakın dönemlerden örnekler!
Ardından “Daha yakın dönemlere geleyim diyorum” diyerek devam ediyor: Japonya 1914’de 687. Çin, 1942… Yine Çin 1960… Japonya 1963… Hindistan 1975…” En yakın tarih de o, 1975. Yarım asır önce… Ardından önündeki sayfayı çeviriyor, metni okumaya devam ediyor: “Bu ocakların bu noktada bu tür kazaları sürekli olan şeyler. Bakın Amerika teknolojisiyle her şeyiyle… 1907’de iki ayrı madende 361 kişi.” O yıl John Wayne doğmuş, zamane kovboylarının yukarıdaki fotoğrafı (1907) müzede.
Sonra gözlüğünü çıkarıyor; “Arkadaşlar yani biz bir defa bu tür ocaklarında, kömür ocaklarında bu olanları, lütfen buralarda bu olaylar hiç olmaz diye yorumlamayalım. Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var.”
Tarihsel kıyas zaten hüsran
Örnek verdiği 1862’lerden başlayan kronolojiye gelince… Oralardan, o günlerdeki dünyadan bize gelmek de netameli. Sonu hüsran. Böyle kıyaslarda “Tüccar züğürtleyince geçmiş defterleri yoklar” atasözünün bile faydası yok. Konu madenci olunca tarihimiz yine kapkara.
Misal… Zonguldak Ereğli Havzası için 1867’de “Dilaver Paşa Nizamnamesi” yayınlanıyor. Nam-ı diğer “Zorunlu çalıştırma”. Maden işçilerini zorla/zorbalıkla çalıştırmayı yasaya bağlayan o dönem tarihte “1. Mükellefiyet Devri” olarak anılıyor:
Amacı net: “13-50 yaş arası erkekler kömür ocaklarında kazmacı, küfeci ve direkçi olarak çalışmakla mükelleftir”. “Erkekler” denilse de belgelerde ocaklarda çalıştırılan kadınlar da var. Mazeret de yok. Ocağa gelmeyen ya da ocaktan kaçana dayak, zindan. Kayıtlarda vurulanlardan bile söz ediliyor.
Madenlerdekiler “diri ölüler”
Türkiye’de 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreği de pek farklı değil. Ereğli Kaymakamı Tunalı Hilmi 2 Nisan 1910’da madencilerle ilgili hazırladığı ayrıntılı raporunda onlardan “diri ölüler” olarak söz ediyor. Zehir zemberek bir rapor.
Madenlerin-madencilerin manzarası, çalışma şartları korkunç: “Türkler 80 kişilik barakalarda, yabancılar özel evlerde kalıyor. Fransız mühendislerden hakaret görüyor, dayak yiyor. Çalışma saatleri çok uzun. Madenlerde çocukların çalıştırılması da yasaklanmalı.
Yüz ve elli işçi yaralanmak, bayılmak, hatta kan kusmak, ölmek tehlikesine uğruyor da bir doktor bulamıyor. Hatta geçende bir zavallı Laz kardeşimiz delirmiş de hükümete kadar getirilmiş. Memleketine gönderilecek oldu, madenciden yol masrafı istendi. Anlaşılan Dilaver Paşa Nizamnamesi’nden kalan kurallar geçerliliğini koruyor.”
“Arnavut, Kürt, Laz çalışsın”
Rapor her yönüyle ilginç. Zonguldak halkından şöyle söz ediyor mesela: “Türk çiftçidir, çobandır amele olamaz. Ameleliği beceremez. Saf açık havada yaşar olan Türk, tabiatıyla kayıtsızdır. Ameleliğin istediği takyidatta (kayıt ve şarta bağlama, sınırlama) bulunamaz.”
Tunalı Hilmi raporunda Türklere madende çalışmanın yasaklanmasını da istiyor. “Peki kim çalışacak?” sorusuna bulduğu yanıt da hazin: “Osmanlı vatandaşı Arnavut, Kürt ve Lazlar teşvik edilmeli.” Madenlerde çalışan Ermeniler de var zaten.
“Sözlü tarih”in tanıkları…
Mükellefiyet, zorunlu çalıştırma 1921’de 151 sayılı kanunla kaldırılıyor. Lâkin 20. Yüzyıl’ın ikinci çeyreğinde, 1940’da çıkarılanı ondan beter. “İkinci Mükellefiyet” kanunuyla dönüşümlü olarak ocaklarda çalışma süresi 45 güne çıkarılıyor. Çalışma saatleri de uzun, hatta iş bitene kadar sınırsız bazen.
Murat Karak’ın İkinci Mükellefiyet Dönemi’yle ilgili “sözlü tarih” çalışması da feci manzarayı ortaya koyuyor. (¹) Karako dönemkömür ocaklarında çalışanlarla yaptığı görüşmeleri isimleri soyadlarıyla aktarıyor.
Asker ocağından maden ocağına
Bizzat tanıklarından özetlersek… Toplanıp götürülen işçiler verilen işi istenilen yer ve zamanda yapmak zorunda. O yöreden askere alınanlar da bir süre sonra (genellikle 6 ay acemilikten sonra) zorunlu olarak madenlere yollanıyor. Asker ocağında zaten 40 ay olan bu süre bile maden ocağında -ihtiyaca göre- uzatılabiliyor.
Kabul edilen bir mazereti olmadan ocağı terk etmeleri yasak. Orada çalışanların ifadesiyle “annen-baban ölse bile” mazeret değil, izin yok. Hafta tatili filan da… Olur da gider, kaçarsan zaptiye marifetiyle, dayakla yine ocağa. Firar edenlere para ve hapis cezası da var.
Çalışma süresi yasayla 11 saate çıkarılmış ama fiilen 12 saat. Karak’ın ayrı yerlerde, köylerde görüştüğü işçiler ise iş bitmeyince 16 saat çalıştıklarını, ocakta kaldıklarını söylemiş.
Zonguldak’ta madenlerde çalışan çocuk-genç işçi sayısı 1937’de 371. Bu sayı 1943’de 6 bin 118’e çıkıyor.
“Yemek yerine dayak yiyor”
Yemek de mesele. Tanıkların ifadelerine göre işçiler ocaktan çoğu kez geç çıktıkları için yemek kalmıyor ya da geç kaldıkları bahanesiyle yemek verilmiyor, üstüne dayak yiyorlar. O nedenle yemeklerini de aşağıda kendileri hazırlıyor çoğu. O da mısır unundan yapılan “Malay”. Su, bir gıdım yağ ve mısır unuyla yapılan bulamaç.
Aldıkları ücretler emsallerinden, diğer işçilerden çok düşük. Ötesi 1940’da verilen ücret, 1920’den bile az. Yevmiye 60-70 kuruş, ortalama işçi ücretlerinin yarısı. Çoğu meslek hastalıkları dışında salgın hastalıklarla da boğuşuyor. Bitlenme zaten kesin, akciğer, “meslek” hastalıkları sıradan… Karak’ın görüştüğü işçilerin hepsi ocaklara “hiçbir eğitim almadan” indirildiklerini söylüyor. Yerin dibinde kendileri öğreniyorlar.
“Bir düdükte şehir ayakta”
Şair İlhan Berk de 1944’de Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Zonguldak’ta Fransızca öğretmeni. Gördüğü mükellefiyet manzaraları ona “Bu şiir kömür kokar”ı yazdırıyor:
“öyle insanlar gördüm ki /ölüm peşlerine düşmeye korkardı /(…) ya kuyulara iniyorlar /ya kuyulardan çıkıyorlardı /kazmaları kürekleri lambalarıyla /ya insanlar gibi toprağın üstünde /ya köstebekler gibi toprağın altındaydılar /bir düdük sesinde bütün şehir ayaktaydı /dağlara tepelere doğru bir ayaklanmadır başlıyordu /ikinci düdüğe kadar bütün şehirde tıs yoktu /uyudum uyandım hep aynı seslerdi /anladım insanlar bir vardiyaya giriyorlar /bir vardiya çıkıyorlardı /anladım en kısa ömür insan oğlunundu /sonra kurtlar böcekler ve tarla farelerinindi”.
“Üç çocukla mecburduk”
“İkinci Mükellefiyet” 1948’de kaldırılıyor. Kaldırılıyor da yöre insanı ocaklarda çalışmaya yine mahkûm, yine mecbur, “yerin dibindeki” hayat, koşullar yine kapkara. O kanundan 66 yıl, Soma’daki faciadan bir yıl sonra, 13 Nisan 2015… Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Soma davası”nın ilk duruşması.
O “kaza”da eşini kaybeden Leyla Cambal “eşinin vardiya dönüşünde eve geldiğinde yerinden kalkamadığını” anlatıyor: “Ocakta gaz ve zehir varmış. Kaç kere, ‘Bu şirketin tadı tuzu kalmadı, işi bırakacağım’ dedi. Kömür hakkımız vardı, onu alıp bırakmayı düşünüyordu ama o almadan, kömür onu götürdü.
Vardiya dönüşü 01.15’de işten gelip 06.00’da işe gidiyordu. Gitmeyince bizi parayla tehdit ediyorlardı; eşim ‘Gaz var’ diyor, ‘Al torbanı, git’ diyorlardı. Üç çocukla mecburduk. Benim eşimi maden öldürmedi, yetkililer öldürdü, büyükler öldürdü.”
“Tek suçlu ölen 301 madenci”
Mecbur, çaresiz, savunmasız, hakkı-hukuku sonuçsuz… Serbestiyet 10 Şubat 2021’de Soma faciasıyla ilgili haberini “Soma davasında tek suçlu kaldı: ölen 301 madenci!” başlığıyla veriyor: “Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin maden kazasına ilişkin (kendi) kararını değiştirmesinin ardından, dava kapsamında tutuklu kimse kalmadı. 2020 yılının Ekim ayında madenin patronu Can Gürkan’ın da aralarında olduğu dört sanığa olası kasıtla 301 kez öldürme ve 162 kez yaralama suçundan ceza verilmesine hükmeden Yargıtay, itiraz üzerine kararını değiştirdi.”
Sesini çıkarmak istese yine devlet-iktidar-işveren karşısında. Maden felâketinin ardından Soma’da her türlü protesto, gösteri vb. yasaklanıyor, tüm girişlerine polis kontrol noktaları kuruluyor, herkesin girişine izin verilmiyor. Tanıdık bildik manzaralar… İlçeye gelen ÇHD’li avukatlar bile gerekçe gösterilmeden “ters” kelepçelenip doğru “Linyit Spor Salonu”na… Gözaltına alınanlar başka nereye sığacak? Adı konmasa da Soma’da OHAL.
Öyle ki bir yıl sonra İnsan Hakları Derneği’nin 2015 İnsan Hakları İhlalleri Raporu’nda sadece Soma’da ve o facia üzerine başka yerlerde yapılan anmalarda, gösterilerdeki hak ihlalleri, açılan-süren davalarla ilgili 16 ayrı başlık var.
“Bunun için kullanıyoruz OHAL’i”
Yani felâketler olağan, normal ama değindiğim “o mevzuat”a, “hâl ve gidişat”a karşı çıkarsan, direnir, grev-oturma eylemi-yürüyüş filan yaparsan, hatta bir araya gelirsen o Olağanüstü Hâl. OHAL de “o mevzuat” a uygun, o hâliyle bir bakıma “olağan”. Çünkü kullanışlı… Üç yıl sonra en yetkili ağızdan geliyor itirafı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 13 Temmuz 2017’de “Yabancı Sermayeli Yatırımcılar ile İstişare Toplantısı’nda konuşuyor: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde 15 sene önce Türkiye’de OHAL vardı ama bütün fabrikalar hep grev tehdidi altındaydı. Ama şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine…
Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki, hayır! Burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Ya bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i. (İş dünyasından alkışlar.)”
Aynı toplantıda basın da unutulmuyor: “Basında sınırsız bir özgürlük olamaz. Medya kalkıp da ülkeyi karıştırmak için her türlü özgürlük alanlarını istismar ediyorsa yargı onlar için de çalışır.”
“Grevsiz bir toplum” gururu
Belgesinden okuyorum: “15 Temmuz 2016’daki hain darbe girişiminin ardından, 21 Temmuz’da ilan edilen ve üç ay aralıklarla yedi kez uzatılan Olağanüstü Hal, iki yıl sürüyor”. Gösteri, grev vb. ne varsa karşısında OHAL. 2018 Temmuz’unda sona eriyor.
Beş ay sonra, Yılbaşı arifesinde, 31 Aralık 2018’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti İstanbul İl Teşkilatı toplantısında yaptığı konuşmada gururlu: “Bizimle birlikte grev denilen olaylar ortadan kalktı. Grev olmuyorsa demek ki işçinin hakkını veriyorsun, hukukunu gözetiyorsun, öyleyse de toplumun genelinde grevler minimize oluyor. Grevsiz bir toplum meydana getirdik.”
“Sız”lığın sızısı her gün artıyor
Aklıma Melih Gökçek döneminde başkentteki irili-ufaklı meydanların tek tek yol edilmesi üzerine Hürriyet Ankara’da attığımız manşet geliyor. Çeyrek asır önce: “Meydansız tek başkent!” Patlağı ise “Meydan korkusu”… Bugün de haberlere-iddialara yansıyan haksız, hukuksuz, adaletsiz, demokrasisiz, eşitliksiz, mutsuz, güvensiz, refahsız, eğitimsiz, asgari gelirsiz vb. Türkiye’nin “…sız” mertebesini, yerini, derecesini uluslararası endekslerden okuyor, orada gerilediğimiz sıralardan (da) takip ediyoruz. “Sız”sızlığın sızısı artıyor her gün.
Olağanüstü ama normal, olağan bir yandan. Elde var yine fıtrat… Fıtratı geç öğrendik belki çabuk unutmuşuzdur. İlk anlamı “Yaratılış, hilkat, halk, tekvin”. Yani “fıtrat-ı ilahiyye”. Sözlükte örnek cümlesi de var: “Yoktan bizi var eden bu fıtrat /Vardan da yok etse haktır elbet (Abdülhak Hâmit).” İkinci anlamı ise “insanın yaratılışında var olan hususlar, huy, tıynet, mizaç, maya”. Sorun felâketlerde “insan”ın payı, parmağı, günahı büyük olunca çıkıyor galiba. (¹) “Ereğli Kömür Havzası’nda II. Mükellefiyet (Zorunlu Çalıştırma, 1940-1947)”, Murat Karak, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2011.
FOTOĞRAF: İlk karenin tarihine ulaşamadım. Ama “İkinci Mükellefiyet” dönemine dair haberlerde kullanılmış. Maden ocağının girişinde “Lüzumsuz kullanacağın direk memlekete ve müesseye zarar verir. Direği israf etmemen en mühim vazifelerinden birisidir” yazılı. İkincisi ise 1954’de Ara Güler’den.