- Diyarbakır’a falan götürmeyeler…
- Yok laa, belki de asarlar! Dert etme o kadar. Neticede anarşist değiller. Biraz döver bırakırlar…
“Beynelmilel” filmi. 1982 yılında Adıyaman’dayız. Gevendeler, yani çalgıcılar, ekmek peşinde koşarken, başka bir yer mümkün olmadığından bir kamyonun kapalı kasasını kullanarak seyyar eğlence düzenliyorlar. Mesleği ispiyonculuk olan bir vatandaşın ihbarı ile askerlerin büyük ve neredeyse gizemli bir operasyonu sonucunda yakalanıyorlar… Devlet olanca gücüyle orada beliriyor, bu kanunsuzluğa müdahalede bulunuyor anlayacağınız.
Kamyonda izinsiz eğlence düzenlemek. Suç çok büyük… O dönemde her suç çok büyük tabii. Çünkü devlet “çok büyük” ya da vatandaş “çok küçük.”
Ertesi gün, operasyondan tesadüfen kurtulan bir gevende ile fotografçı başka biri yukarıdaki konuşmayı yapıyor.
Bize de, “12 Eylül tam olarak böyleydi” demek düşüyor. Belki en “ihtilâl” darbemizde, sadece ihtilâlin “anarşist” diye kodladıkları için değil, neredeyse hepimiz için iyi ihtimal dayak yiyip salıverilmekti.
Kötü ihtimalleri biraz hatırlatayım mı?
Tutuklanmak, Diyarbakır Cezaevine gönderilmek, işkence, ölüm ya da her şeyi bırakıp yurtdışına kaçmak…
Bütün bu ihtimallere cevap olarak, memleketin her yerinde afişler asılıydı:
“Huzurumuzu size borçluyuz.”
“Beşiniz de paşasınız, zorluklara koşarsınız.”
“Atamızın Paşamızın izindeyiz.”
12 Eylül deyince, benim aklıma gelen ilk film Sırrı Süreyya Önder’in senaryosunu yazdığı ve Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelmilel”dir. 2006 yapımı, 1 saat 38 dakika. Özgü Namal, Cezmi Baskın, Sırrı Süreyya Önder, Nazmi Kırık, Umut Kurt, Meral Okay, Dilber Ay… Çok iyi bir oyuncu kadrosu var. Sırrı Süreyya Önder’i gördüğümüzde bile sarmalandığımız samimiyet hissinden bolca nasibini almış. 12 Eylül’ü gevendeler üzerinden anlatmak zaten kendi başına bir içtenlik katıyor filme.
Bana göre filmin tamamı, devletten nasıl çok korktuğumuzu, en ufak bir boşlukta bu korkunun ne kadar haklı olduğunu anlamamızı ve hayatlarımızın üstündeki büyük 12 Eylül gölgesinin bizi en iyi ihtimalle nasıl darladığını anlatır. Muhteşem detaylarla…
Mesela düğün sahnesi… “Düğünümüzde oynamayan ölümümüzde ağlasın” derlermiş oralarda. Hangi koşulda olursa olsun, o düğünde mutlaka oynanacak yani. Düğüncüler kadın erkek bölümleri bir perdeyle ayrılmış olarak oynarlar. Ama, Adıyaman’da “Lorke”siz düğün olmaz, illâki “Lorke” ile halay tutulacaktır fakat “Lorke” de 12 Eylül’den nasibini almıştır, yasaklıdır. Gevendeler sessizce çalmaya kalkarlar bu Kürt türküsünü. Fakat, uzaktan askerler görünür, hızla düğün bölgesine gelmektedirler. Gevendeler ise daha büyük hızla türküyü sonlandırıp 12 Eylül’ün simge şarkısına geçiverirler: “Türkiyem Türkiyem cennetim, benim eşsiz milletim.” Askerlerin diyecek hiçbir sözü olamaz bu durumda tabii. “Düşmanlarım mert değil, hepsi de namert, Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet” üzerine söz söylemek mümkün mü?
“Devrimci” gençler çay bahçesinde oturur, devrimin gelişinin ne kadar yakın olduğu, o zamana kadar hayatı ertelemenin ne kadar da elzem olduğu vs üzerine konuşurlarken, askerler kimlik kontrolüne gelirler. “Bütün kenti kışlaya çevirmişler” der biri.
12 Eylül’ü yaşayan kuşaklar bilir, hepimiz, o zamanlar çocuk olan bizler bile “kimliksiz yakalanmak”tan korkardık. Sokağa çıkarken paradan önce yanımıza almamız gereken şey kimlikti. Devlet kimlik sorar da, yanımızda olmazsa başımıza neyin geleceği belli olmazdı. Hâlâ kimliksiz çıkmayız biz sokağa, “cennet memleketimiz”den ohal’ler vs eksik olmadı tabii, ne zaman cehenneme dönüşeceği de belli değil memleketimizin, kimliksiz çıkmak olmaz. 12 Eylül hep içimizde ayrıca, hiç uzaklaşmadı bizden.
Sokağa çıkma yasakları ise, darbe günü 12 Eylül 1980’de başlayıp 1982 Ağustos’una kadar sürmüş. Neredeyse 2 yıl… Filmin başında Siyasal öğrencisi Haydar, trenle memleketine döner, sonra bir tren dolusu insan istasyona girerler ve hep birlikte anonsu beklerler. Öyle gece vakti ya da sabaha karşı sokaklarda dolaşmak ne demek ki? Hava bir aydınlansın, ev baskınları, gözaltılar vs tamamlansın, o zamana kadar bekleyin demektedir devlet. Boynumuz kıldan incedir, bekleriz anonsu: “Dikkat dikkat, sokağa çıkma yasağı sona ermiştir.”
12 Eylül’den sonra kapanan halk evinin gevendelerin azmiyle bu sefer gazino olarak açılması hadisesi var bir de. Haftanın birkaç günü sadece askerlere hizmet verilmesi şartıyla izin alınır. Ama ne çalarlarsa askerlerin hoşuna gider acaba? Gevendeler 12 Eylül’ün bir başka popüler şarkısı, bir kesim için popülerliğini hâlâ koruyan “Memleketim” ile başlarlar.
“Havasına, suyuna, taşına, toprağına, bin can feda benim yurduma…”
Şarkıyı söyleyen pavyon sanatçısı rolündeki Meral Okay ve gevendeler bir yanda, dinleyen askerler başka yanda sıkılırlar. Neyse ki, komutanın belli belirsiz uyarısıyla, mesaj alınır ve Dilber Ay devreye girer:
“Tavukları pişirmişem, hacıyı da çarşıya göndermişem.”
Askerler bile, bir nebze de olsa kendilerini eğlenmeye bırakırlar. Devletin hoşuna gitmek için biraz modern, biraz çağdaş olmak gerekmektedir ama bu da çok sıkıcıdır. Komutan ve eşinin başlattığı dansa iştirak etmeleri dahi “arz edilen” askerlerin de bir sınırı vardır.
Filmin iki muhteşem detayı daha var: Yine ekmek derdinde Adana’dan Adıyaman’a gelen yaşı geçkince “pavyon sanatçıları” rolündeki Meral Okay ve Dilber Ay. Leopar desenleri, parlak taytları, pırıl pırıl renkleri ve neredeyse elle tutulur şefkatleri ile gelirler şehre bu iki şahane kadın. 12 Eylül de, genel olarak hayat da, onları yıldırmaya çalışmış epey ama ayaklarını sağlam basıyorlar, hayat sürüyor, yaşama sevinci desteklenmeyi bekliyor, dayanışma iyi bir şey…
Film “Beynelmilel” adını ise, baharın gelişinin, kuşların, çiçeklerin marşı olduğu sanılarak Enternasyonal Marşının “Konsey paşalarının teşrifi” esnasında, muhayyerkürdî makamında çalınmasından alıyor.
Şimdi dönüp bakınca, 12 Eylül’le birlikte bütün bir ülkenin hatta evlerimizin nasıl kışlaya dönüştüğünü, devletin kadın, erkek, çocuk demeden tüm vatandaşları nasıl asker kabul ettiğini ve itaat beklediğini daha iyi görüyoruz. “İhtilâl”den önce büyük özgürlük alanları olduğunu iddia etmiyorum tabii ki. Ama günlük hayatımızı çok değiştirdi 12 Eylül. Üstelik bu bireysel olarak başımıza gelen “en az kötü” şeydi 12 Eylül’de.
28 Şubat’ın bin yıl süreceği söylenmişti. Öyle olmadı. 12 Eylül’ün ne kadar süreceği konusunda ise benim bildiğim bir tahmin yoktu. Ama aradan tam 42 yıl geçti ve 12 Eylül tam gaz devam ediyor. Türkiye, adını nasıl koyarsak koyalım, hâlâ 12 Eylül atmosferinde. Belki en çok anayasasıyla ya da anayasayı bile takmayan ceberrut devlet anlayışını daha da büyüterek kucağımıza bırakmasıyla. Devletin kendisini sorgusuz sualsiz dayatma gücünü içselleştirmemizin, daha açık ifadeyle devletten korkmamızın en belirgin başlangıcı. Yakın tarihimizde hafızamıza en çok kazınmış, hayatlarımızı en çok etkilemiş milat…
“Devlet istediğini istediği şekilde yapar, en iyisi mi, iyi geçinmeye çalışalım.” Nispeten avantajlı olan kimlikler için bile, 12 Eylül’ün en baskın ruh hâli Türkiye’de bu gibi bir cümleye dönüşmüş olan baskıdır muhtemelen.
Devletin sorgusuz sualsiz gücünün meşru hâle gelmesinin altında yatan çok sayıda neden vardır kuşkusuz. Bu nedenlerin bir kısmı 12 Eylül’le ilgili sorularımızda gizlidir. Ortalığın her daim toz duman olduğu ülkemizde, bu sorular da her daim başka acil soruların izinde geri plana itilir. Malum, her zaman, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyizdir. Bu ihtiyacımız hiçbir zaman azalmıyor, buna istinaden devletimiz büyüdükçe büyüyor, tek tek ne kadar küçük olduğumuzu bize hatırlatmayı da bırakmıyor tabii ki..
12 Eylül darbecilik tarihimize adını istemediğimiz kadar parlak altın harflerle yazdırdı, kendisini hep hatırlattı, hiç unutturmadı. 42 yıl sonra 12 Eylül’ü bir daha düşünmek, darbe günlerindeki hayatla günümüz arasında bağ kurmak isteyenlere sade, sevecen ama sert bir film olan “Beynelmilel”i izlemelerini öneririm; bir içli uzun hava dinlemiş gibi olacaksınız.