Türkiye, merkez sağ partilerin uzun süreli iktidarlarına alışkındır. Demokrat Parti (DP) 1950-1960 arasında on yıl ve Anavatan Partisi (ANAP) 1983-1991 arasında sekiz yıl iktidar koltuğunda oturdu. Aynı geleneğin takipçisi olduğunu belirten AK Parti’nin iktidar süresi ise her iki partiyi aştı. 2001’de kurulan AK Parti, kuruluşundan kısa bir süre 2002’de girdiği ilk seçimde tek başına iktidar oldu ve bu konumunu yirmi yıldır aralıksız bir şekilde korudu.
21 yıllık ömründe AK Parti; altısı genel, ikisi yerel, üçü halk oylaması ve ikisi cumhurbaşkanlığı olmak üzere toplamda onbeş seçimde sandıktan zaferle çıktı ve Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vurdu. AK Parti’ye bir daha tekrarlanması son derece güç olan bu başarıyı getiren başlıca dört dinamikten bahsedilebilir:
İlki, AK Parti’nin bir toplumsal değişim dalgasının üzerine oturmasıydı. 1990’lı yıllardaki bölünmüş, sınırlı, icazetli ve durağan siyaset anlayışı, halkta bir bıkkınlık yaratmıştı. Bunun yerine birleştirici, kapsayıcı ve reformist bir siyaset arayışı ve isteği kendini her şekilde belli ediyordu. AK Parti, bu değişim isteğine bir cevap oluşturdu. Farklı toplumsal kesimlerin hassasiyetlerini ve taleplerini üstlendi; özgürlükçü ve demokratik bir siyasi dille halkın huzuruna çıktı.
Halk, bu dile karşılık verdi; artık istemlerini karşılama ve sorunlarını çözme becerisini kaybetmiş olan merkez sağdaki ve merkez soldaki siyasi partileri birer siyasi mevta haline getirirken AK Parti’nin de önünü açtı. İlk seçim tecrübesinde % 36 oy alan AK Parti, giderek oy havuzunu genişletti ve ülkenin her bölgesinden oy alabilen tek parti oldu.
Milli Görüş gömleği
İkincisi, AK Parti’nin kendi geleneksel tabanındaki değişimi de doğru okumasıydı. Milli Görüş geleneği, 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını kazanarak gayet büyük bir adım atmıştı. Ancak Refah Partisi gerek vitrini ve gerek yönetim tarzıyla dar bir kesime hitap edebiliyordu. Mevcut siyasi yapısıyla Refah Partisi’nin kendi tabanının haricindeki toplumsal gruplarla ilişkiye girmede ve onları kendi yanına çekmede ciddi sıkıntıları vardı.
Bu sıkıntı bir yarılmaya neden oldu. “Gelenekçiler” ve “Yenilikçiler” olarak ikiye ayrılan Milli Görüş’te parti içi mücadeleden az bir farkla Gelenekçiler galip çıktı ve yollar ayrıldı. Tabandaki değişim arzusunu siyasi alana taşımaya soyunan Yenilikçiler, Milli Görüş gömleğini üzerlerinden çıkardılar ve AK Parti’yi kurdular. Değişimi yakalayamayan ve eski tarz siyasette ısrar eden Gelenekçilerin –ve kurdukları partilerin- etki alanı her geçen gün daraldı. Buna mukabil AK Parti, kapsayıcı politik söylemi ve temsil gücü yüksek kadro yapısıyla, Türkiye’nin çok partili hayatının en güçlü siyasi hareketine dönüştü.
“Reis bir yolunu bulur”
Üçüncüsü, Erdoğan’ın karizmatik liderliğiydi. 1990’larda siyasi arenada çok güçlü politik aktörler vardı. Özal, Demirel, Erbakan, Ecevit ve Türkeş arasında çetin bir mücadele yaşanıyordu. Toplumda karşılıkları olan ve her biri belli kimliklerle özdeşleştirilen bu liderler arasındaki rekabet, siyasete bir denge getiriyor; birinin lehine diğerlerinin aleyhine bir uçurumun oluşmasına mani oluyordu.
Bahsedilen liderlerin ya doğal ya da siyasi ömürlerinin son bulmasıyla birlikte büyük bir boşluk meydana geldi. Erdoğan da bu boşluğu tek başına doldurdu. Hitabeti güçlüydü. Kitlelerle arasında muazzam bir bağ kuruyordu. Müesses nizamın dışladığı ve mağdur ettiği insanlara, onlardan biri olduğu hissini veriyordu. Siyasetin inceliklerine vakıftı; gerektiğinde meydan koyuyor, gerektiğinde uzlaşıyordu. Elini masaya vurmasını da tokalaşmasını da biliyordu. Çekirdekten yetişmişti; halkın nabzını yakalamakta mahirdi.
Uzunca bir süre siyaset sahnesine, ona rakip olabilecek veya onun gücünü dengeleyebilecek bir kişi çıkmadı. Erdoğan’ın şahsına verilen destek, çoğu zaman partisine verilen desteğin üzerine çıktı. Seçmenlerin hatırı sayılır bir kısmı, partinin bazı tercihlerinden rahatsızlık duysa bile, sırf Erdoğan’ın varlığından ötürü AK Parti’nin yanında durmaya devam etti. Seçimlerin üst üste kazanılması, Erdoğan’ın karizmasını perçinledi. Şartlar ne denli kötü olursa olsun Erdoğan’ın mutlaka bir çıkış yolu bulacağına duyulan inanç, AK Parti’nin iktidarını tahkim etti.
Değişen müttefikler
Dördüncüsü de, AK Parti’nin farklı güç odaklarıyla ittifak kurabilmesiydi. 21 yılık serencama bakıldığında AK Parti’nin farklı dönemlerde farklı aktörlerle işbirliği yaptığı görülür. İktidarının ilk dönemlerinde AK Parti, AB taraftarı liberal ve demokrat çevrelerle sıkı fıkıydı. 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren Fettullahçıları arkasına aldı. 2009’dan ama bilhassa 2013’ten sonra HDP ve Kürtlerle yol yürüdü. Çözüm sürecinin sonlamasının ve darbe teşebbüsünün ardından ise, bir vakitler “karanlık” olarak nitelediği ve kendisini düşman belleyen milliyetçi, ulusalcı ve derin devletçi unsurla kol kola girdi.
Yalnızca içte değil dışta da AK Parti yol arkadaşlarını değiştirdi. Başlangıçta AK Parti’nin hedefi AB idi. Bu dönemde AK Parti yelkenlerini, AB ve ABD’nin verdiği rüzgârla şişirdi. Ancak sonradan yönünü Batı’dan Doğu’ya döndürdü ve tabanına müthiş bir Batı karşıtlığı pompalayarak Rusya ve Çin ile yakınlaştı.
Reform çizgisinden çıkış
AK Parti iktidarın ilk yarısında Türkiye büyük bir dönüşümden geçti. Ekonomi kalkındı, orta sınıf büyüdü ve güçlendi. Hak ve özgürlük alanları genişledi. Demokratikleşmede ciddi bir mesafe alındı. Alt yapı hizmetlerinde, sağlıkta, ulaşımda, eğitimde ciddi iyileşmeler sağlandı. Avrupa Birliği yolunda kritik eşikler aşıldı.
Ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin kadim sorunlarına el atıldı ve burada siyasetin söz sahibi olmasının önü açıldı. Kürt, Alevi, başörtüsü ve Kıbrıs meselesi gibi salt devlet iktidarının alakadar olması gerektiği düşünülen bu konular, siyasi tartışma alanına çekildi. Halktan yetki alan ve halka karşı sorumlu olan siyasi iktidar, bu sorunları kendi perspektifi ile çözme iradesi gösterdi ve bunun için de askeri-sivil bürokrasi ile kıyasıyla bir kavga verdi. Siyaseti belirleyici kılmaya dönük bu hamleler, Türkiye’deki vesayet sistemin kırılmasında önemli bir işlev gördü.
Fakat tarihi bir kavşağı dönmüş olmasına rağmen AK Parti de, kendinden önceki merkez sağ iktidarların düştüğü hatayı tekrar etti. Demokratikleşme ve kalkınma şiarıyla çıktığı ve bir süre takip ettiği yoldan saptı, direksiyonu otoriterliğe kırdı. Herkes için özgürlük savunusunu, birleştirici-bütünleştirici siyasi dili bıraktı. Problemleri çözme kabiliyetini kaybetti; iktidarının devamını -çözüm değil- kriz üretmekte aradı. Korkuları abarttı, kişi kültüne sığındı ve vadesi dolan her iktidar gibi gelip beka siyasetine demir attı.
AK Parti’nin reform çizgisinden ne zaman çıktığına dair rivayetler muhtelif; kimi 2010 halk oylamasını, kimi 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerini, 2015 genel seçimlerini ve kimi de 2016 darbe teşebbüsünü bu menfi dönüşün başlangıç tarihi olarak işaretliyorlar. Sanırım, tek bir tarihe odaklanmaktansa bunu bir süreç olarak düşünmek daha doğru olur. Elbette Arap Baharı, çözüm süreci, Gezi eylemleri ve darbe teşebbüsü gibi olayların da bu duraklama ve gerilemedeki tesirini akılda tutmak gerekir.
Fabrika ayarlarına dönmek
Fakat tarihler ve gerekçeler farklı olsa da, ortada elle tutulur bir gerçek var: O da, AK Parti’yi yenilmez kılan hemen her dinamikte büyük çaplı bir erimenin olmasıdır. AK Parti’nin gerek toplumdaki ve gerek kendi tabanındaki eğilimleri görme yeteneği zayıflıyor. Ortaya çıkmasında pay sahibi olduğu sosyoloji ile ortak bir dil geliştirmede zorlanıyor. Erdoğan’ın karizması yıpranıyor; onun şapkadan tavşan çıkartacağına inananların sayısı her geçen gün düşüyor. Keza var olan ittifakı genişletme ya da yeni ittifaklar kurma imkânı da giderek daralıyor.
Bugün gelinen noktada AK Parti derin ve yapısal bir kriz yaşıyor. Çünkü parti, başlangıçtaki iddialarından tamamen ters bir noktada duruyor ve kitle desteğini kaybediyor. Çoktan bir kadro hareketi olmaktan çıkan AK Parti, gitgide artan bir hızla tek bir kişiye bağlanıyor. AK Parti’yi sadece Erdoğan temsil ediyor; öyle ki artık kimse Erdoğan’ın adını anmadan ne söze başlayabiliyor ne de iki kelam edebiliyor. Böyle bir yapının varlığını sürdürmesi zor; çünkü Erdoğan’ı çıkardığınızda AK Parti’nin ayakta kalma ihtimali çok düşük.
AK Parti açısından 21 yılın en hazin yanı, bir dönemler CHP’de en çok eleştirdiği şeye dönüşmesi, yani bir devlet-partisi olmasıdır. Evet, AK Parti bugün dört dörtlük bir devlet partisidir. Devlet partilerinin ise ideolojik katılıkları yoğunlaşır ve toplumsal refleksleri zayıflar. AK Parti’nin de yaşadığı bu; devlet katında güçlendikçe toplum nezdinde güç kaybediyor. O nedenle o çok sözü edilen “fabrika ayarlarına dönmek” AK Parti için o kadar kolay bir iş değil. Zira ne fabrika eski fabrika ne de ayarlar eski ayarlar…