Geçen haftanın en ilginç olaylarından biri DEM Parti’nin X hesabından yaptığı bir paylaşımı tepkiler üzerine silmesiydi.
DEM Parti’nin X hesabından “#RojavaDevrimi” etiketiyle yapılan açıklamada 19 Temmuz 2012’de Suriye’nin kuzeyinde Rojava adı verilen Kürt şehirlerin özerklik ilanlarının yıldönümü kutlanmıştı:
“19 Temmuz 2012’de Esad diktatörlüğüne karşı Kobani’den başlayan ve kısa sürede tüm Kuzey ve Doğu Suriye’ye yayılan Rojava Devrimi, Ortadoğu halklarına umut, özgürlük ve eşitlik perspektifi sundu.”
Böyle başlayan açıklamada tepki çeken yer inanması zor ama “Esad diktatörlüğü” ifadesi oldu.
Neye kızdıklarını DEM açıklamasını eleştiren bazı sol, Kemalist sitelerdeki haberlerden okuyalım:
“Partinin bu açıklamasında, Kürt hareketinin Suriye konusunda söylem değişikliğine gittiği görüldü. Daha önceki açıklamaların aksine hedefe Kobani’de savaşılan cihatçı örgüt IŞİD değil, Suriye’nin devrilen Cumhurbaşkanı Beşşar Esad konuldu”
“DEM Parti Kobanê’de YPG’nin hakimiyeti ele geçirdiği tarih olan ve “Rojava devriminin başlangıcı” olarak anılan 19 Temmuz’da bir açıklama yayımladı. Açıklamada Suriye’deki AKP destekli IŞİD ve diğer cihatçı gruplara hiç değinilmemiş dahi olması ve neredeyse hiç çatışmaya girilmeyen Esad yönetiminin açıklamanın başına yazılması sosyal medyada tepkiyle karşılandı.”
“Rojava Devrimi” etiketiyle yaptığı paylaşımda cihatçı örgüt IŞİD’den söz etmeden “Esad diktatörlüğe karşı…” diyen DEM Parti, kamuoyunda yükselen tepkilerin ardından açıklamasını sildi.”
Türkiye’de seçimle gelmiş iktidara diktatör demeyene “yandaş” diyenler, komşuda 60 yıllık babadan oğula geçmiş ve devrilince ağlayanı olmamış kanlı bir azınlık diktatörlüğüne diktatörlük denmesinden rahatsız olmuşlardı.
Ama tepkilerde ilk dikkat çeken; 13 yıllık iç savaşta kendi şehirlerini Ruslar ve İranlılarla birlikte bombalayan Esad’ın yaptığı katliamları inkar eden, kimyasal saldırılara bile tiyatro diyenlerin Suriye meselesi konusundaki cehaletinin düzeyiydi.
Esad’a hala “Cumhurbaşkanı Beşşar Esad” diyecek kadar duyarlı bu çevreler mesela 2012’de Rojava’nın ilanını, 2014’de Kobani’nin YPG’ye geçtiği tarihle karıştırmıştı.
Ama daha büyük cehalet şuydu; 2012 tarihindeki Rojava’nın ilanının yıldönümü için yapılan bir açıklamada 2013 Nisan’ında kurulan IŞİD’in kınanmasını bekliyorlardı.
DEM Parti’den kimse de eleştirilere karşı “2012’de ne IŞİD’inden bahsediyorsunuz” diye kendini savunmadı ve tweeti sildi.
Çünkü onlar da 2024 ve 2018’deki “Rojava Devrimi” yıldönümü anmalarında “IŞİD barbarlığına ve karanlığına karşı…” ifadelerini kullanmışlardı.
Herhalde henüz o tarihlerde Esad iktidarda olduğu için onu kızdırmak istememişlerdi.
Halbuki, tarihsel olarak “19 Temmuz 2012’de Esad diktatörlüğüne karşı Kobanî’den başlayan..” ifadesi doğruydu.
Hatta bu özerklik ilanının 19 Temmuz 2012 günü yapılmasının sebebi bile bir gün önce Şam’da patlayan bir bombaydı.
18 Temmuz 2012 Şam’da Esad’ın sarayının 100 metre ilerisindeki bir binada yapılan Ulusal Güvenlik Toplantısı’nda bomba patlamış, aralarında Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Esad’ın eniştesi, özel temsilcisi ve üst düzey bir istihbarat yetkilisinin de olduğu üst düzey kurmay kadrosu ölmüştü.
Rejimin çökmekte olduğuna dair güçlü bir işaret olarak yorumlanan saldırıdan bir gün sonra Kobani’de halk valilik binasını ele geçirmiş, ertesi gün isyan Afrin, Derik’e yayılmış, PYD’nin verdiği ültimatomdan sonra Esad güçleri de Kürt şehirlerden direnmeden çekilmişlerdi.

Bu çekilmenin taktiksel bir çekilme olduğu, Şam’daki en üst düzey güvenlik toplantısı vurulan Esad’ın Kürt bölgelerinden anlaşmayla çekilip, kuvvetlerini başka yerlere aktardığı iddia edilir.
Böylece Kürtler Suriye muhalefetinden koparılmış, zor durumdaki Esad için de en azından bir cephe kapanmıştı.
Ama o günlerde PYD lideri Salih Müslim, uzatılan bütün mikrofonlarda bunu reddedip, Baas’a karşı Suriye Devrimi’ne bağlı olduklarını tekrarlamıştı:
“Biz başından beri Suriye devriminin içindeyiz, sürecin bir aktörüyüz. Dediğiniz doğru, bize göre barışçıl yöntemlerle, sivil itaatsizlik eylemleriyle, kitlesel gösterilerle mücadeleye girişilmeliydi, ama böyle olmadı. Bunda Baas rejiminin baskıcı yöntemleri de etkili oldu. Rejim zaten kendisine silahla karşılık verecek bir muhalefeti arzuluyordu, çünkü büyük silahlar onların elindeydi ve karşıdakileri terörist ilan etmesi kolaydı. Böyle de yaptı. Biz Kürt bölgesi olarak bu oyuna gelmedik ve barışçıl yollarla, gösterilerle, yürüyüşlerle mücadelemizi sürdürdük. Fakat son zamanlarda, çatışmalar bizim bölgemize yaklaştı. Gerek Kobani’de, gerek Afrin ve başka yerlerdeki çatışmalar halkımızın güvenliğini tehdit eder hale geldi. Başından beri, halkımızı çatışmalardan korumaya çalışıyoruz ve bunun için tedbirler alıyorduk. Bu çerçevede 19 Temmuz’dan itibaren Kobani, Afrin, Derik başta olmak üzere pek çok yerde Kürt halkı bütün kurum ve kuruluşlara el koydu. Bu aniden gelişen bir süreç değildi. Halkımız buna hazırlıklıydı; iki seneden beridir bununla uğraşıyoruz. Biz 2003’te kurulduğumuzdan beri parti olarak mücadele içindeyiz. 2004, 2005 ve 2006’da şehitlerimiz oldu. Suriye devrimi ya da Arap baharı ya da halkların baharı diyelim başladığında rejimin hapishanelerinde bizden 1550 kişi vardı. O yüzden Esad’ın yanında yer almamız mümkün değildir. Savaşıyorduk da ama biraz kendimizce tabi.”
Yani Rojava’daki özerklik ilanı ne o günlerde kurulmamış olan IŞİD’e ne de PYD’nin henüz karşısına almadığı ÖSO’ya karşı alınmış bir karardı.
Zaten Salih Müslim’in kendisi bile Suriye’ye ancak 2011’de ayaklanma çıkınca geri dönebilmiş bir siyasi mülteciydi. 2003’de kurulan partisi PYD de Esad rejimine göre illegal bir partiydi.
Türkiye’deki Esadçılara bunu anlatmak kolay değil ama Kürtlerin Suriye’de Esadçı olması imkansızdı.
1950’lerden itibaren Türkiye’den Suriye’ye göç etmiş 300 binden fazla Kürt’e yabancı muamelesi yapılmış, 2009’a kadar vatandaşlık dahi verilmemişti.
Baas rejimi Kürtçenin konuşulmasını ve yayınları yasaklamış, bölgedeki yer isimleri Arapçayla değiştirmiş, iskan politikalarıyla Kürt bölgeleri Araplaştırılmaya çalışılmıştı.
1960’da Amude’de 280 çocuğun yanarak öldüğü sinema katliamı, 90’larda Haseke’de Kürt siyasetçilerin cezaevinde yakılması, Kamışlı’da stadyum katliamı gibi kötü hatıralar, 2011’de Suriye’de Esad karşıtı ayaklanmanın merkezlerinden birinin Kürt şehirleri olmasını sağlamıştı.
Ama 2013’den sonra Kürtler üçüncü yol stratejisini benimsemiş, kendi bölgelerinde yönetimi almış ve Esad karşıtı devrimden çekilmişti.
Fakat, 2024 Kasımı’nda Esad’ın devrilmesi Kürt şehirlerinde de kutlandı, SDG de o günden beri yeni rejimle müzakereler yürütüyor, bağımsızlıktan savaştan değil entegrasyondan, özerklikten bahsediyor ve tabii sık sık Esad rejimine diktatör diyor.
Çünkü Suriye’de kimse, hatta Aleviler bile “Esad diktatörlüğü” dediği için kimseyi linçlemiyor ve mesaj sildirmiyor.
Arkasına bakmadan, kardeşine bile haber vermeden Moskova’ya kaçan Esad’ın arkasından ağlayan, ona haksızlık yapıldığını düşünen kimse de yok.
İşte işin tuhaf tarafı tam da burada başlıyor.
Bu tespit bir abartı değil; Gerçekten de şu anda Türkiye’deki Esad hassasiyeti ve Esadçı sayısı, Suriye’dekinden fazla.
Türkiye’deki bazı çevrelerin bu Esadçılığının mezhepsel ya da ideolojik bir dayanışma olduğuna şüphe yok.
Üstelik, Suriye’de Esad’ın devrilmesinden memnun olan herkese “mezhepçi” diyenler yapıyor bunu.
Türkiye’de Kaddafi’nin, Saddam’ın, Mübarek’in devrilmesinden kimse mezhepleri yüzünden rahatsız olmamış, marjinal gruplar dışında kimse onların arkasından ağlamamış, katliamlarını aklamaya çalışmamıştı.
Esad’a kendini ideolojik olarak yakın hissedenler için Esad; laik, karısının başı açık olan çağdaş bir lider. Alternatifi de İslamcılar olduğu için Esad iyi.
Bu kadar basit bir akıl yürütmeyle, Suriyeliler adına onların ne düşündüğüyle de zerre ilgilenmeden karar veriyorlar.
Suriye’nin yüzde 65’inden fazlasını oluşturan Sünni Arapları ise İslamcı, İŞİD’çi çeteler olarak görüyorlar.
Hele de ellerinde silah varsa.
Halbuki Suriye’de silahsız bir grup yok. Aleviler, Dürziler, Kürtler ve sünni Araplar herkes silahlı.
Ama Türkiye’den bakan birilerine göre “İşidçi” HTŞ, diğer silahsız azınlıkları öldürüyorlar.
En son Süveyde’de olan bitenler de Türkiye’ye bu filtreden yansıtıldı.
Halbuki olaylar; Dürzilerin şehri Süveyde’de Şam yönetimiyle bazı silahlı Dürzi gruplar arasında varılan anlaşmayı, İsrail’e yakın silahlı Dürzi grubunun dini ve siyasi lideri olan Hicri’ye bağlı milislerin bozmasıyla başladı.
Şehrin diğer sakini Bedevi Arap aşiretlerin silahlı gruplarıyla, Dürzi silahlı milisler arasında çıkan çatışmalar sivillerin arada kaldığı karşılıklı kanlı bir rövanşa döndü.
Müdahale etmek için şehre gelen Şam’a bağlı askeri birlikleri Hicri’ye bağlı güçler pusuya düşürüp, bir de esir alınan askerler çıplak olarak yürütülünce işler çığırından çıktı.
Hicri’nin çağrılarıyla İsrail, Dürzilerin hamisi olarak önce Süveyde’deki Şam birlikleri ve aşiret güçlerini, sonra da Şam’da Genelkurmay Başkanlığı ve Şara’nın Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın yakınlarını vurdu.
Sonra Suriye’nin her yerinden şehre akan Bedevi milislerle ile havadan İsrail’in desteklediği Hicri’ye bağlı sivil milisler arasındaki çatışmalar başladı.
Hicri’ye bağlı milislerin Bedevi köylerinde yaptığı sivil katliamlar bütün dünya medyasında haber oldu. Sonra araya giren ABD’nin arabuluculuğu, İsrail’in tehditleriyle bulunan ateşkes formülü ve şehrin Hicri’ye bağlı Dürzi milislere teslimi ve Bedevi aşiretlerinin otobüslerle şehirden zorunlu göçü…
Hikayeye sadık kalmak bir yana, daha düne kadar Şara’yı İsrail ile işbirliğiyle suçlayanlar, açıktan İsrail ile işbirliği yapan, İsrail’in onlar için Şam’da Genelkurmay’ı ve Cumhurbaşkanlığını vurduğu Dürzilerin yanında saf tuttu.
Çünkü Esad diktatörlüğünün devrilmesine rağmen Türkiye’deki pek çok kesim içerideki kavgalarını Suriye üzerinden sürdürmekte ısrar ediyor ve Suriye’ye iç savaştaki gibi bakmaya devam ediyor. Suriye ile ilgili yürüttükleri tartışmalar komşu bir ülkede olanlarla ilgili değil, sanki kendi ülkelerinde olanlarla ilgiliymiş gibi hararetli.
Trump’ın, Putin’in, Macron’un bütün Arap dünyası liderlerinin meşru Suriye Cumhurbaşkanı kabul ettiği, İsrail’in bile meşruiyetini reddetmediği Ahmet eş-Şara’dan hala “IŞİDçi”, “çete lideri”, “terörist” diye bahsediyorlar.
Üstelik bunu Türkiye’deki “terörist”, “bölücü” gibi sıfatlardan rahatsız olanlar yapıyor.
Artık yanlış bilgiden değil, çarpık bir ideolojik bakıştan, derin bir önyargıdan bahsediyoruz.
Ve bu bakış, çözüm sürecini yürüten DEM üzerinde tweet sildirecek kadar etkili.
Suriye’nin yüzde 65’i Sünni Arap. Sünni Araplar 60 yıllık kanlı bir azınlık diktatörlüğünden, 13 yıllık bir iç savaştan sonra iktidarı ele geçirdiler. Bu saatten sonra da hakim güç olmaktan vazgeçmeyeceklerdir.
Ama Türkiye’de bazıları bu demografik gerçekle kavga ediyor.
Esad’a diktatör denmesinden bile rahatsız olacak kadar mezhepçi ve önyargılılar ama bu demografik gerçeği hatırlatanlara mezhepçi diyorlar.
Halbuki bu gerçekle kavga ederek Türkiye’de itibar görmek belki mümkün ama Suriye’de var olmak mümkün değil.
Her ne kadar Süveyde’de İsrail destekli Hicri milisleri Şam yönetimine karşı, arkasına İsrail’in tehdidini de alarak bir mevzi kazanmış olsa da orta ve uzun vadede İsrail’e ya da İran’a sırtını dayayarak Suriye’de var olunamaz. Nüfus olarak azınlık, dış güçle takviye edilemez. Bu sadece düşmanlıkları artırır.
Şam’ı yöneten sünni Araplara düşen de ülkedeki çeşitliliği yeni yönetime katmayı başarmak, çeşitli grupların endişelerini gidermek.
Bunu yapmak için çok çaba sarfediyorlar, beklenenden daha pragmatikler, uluslararası destek de buldular, onlara açılan kredi çok yüksek ama henüz bunu başarmış değiller.
En büyük iki engelleri İsrail ve İran’ın baskıları ve kendi fikri ve yapısal kısıtları.
Ama şu anda Suriye’de iki yol var; Ya Şam yönetimiyle savaşıp bağımsızlığını kazanmak ya da özerklik ya da yönetime katılım için Şam’daki Şara iktidarıyla müzakere etmek.
Şara iktidarı amatör, HTŞ savaşta tecrübeli yönetimde tecrübesiz bir grup. Selefilik Suriye’deki sünni nüfus için bile sert bir mezhep.
Ordu dağınık, disiplinsiz. Yönetim modeli belirsiz.
Bunların hepsi gerçek. Bütün grupların bunlara karşı kendi tedbirlerini alması, sert pazarlık yapması, hemen teslim olmaması doğal.
Ama eğer savaşmayı düşünmüyorsanız bu sert pazarlığı HTŞ yönetimine, Şara’ya çete, IŞİD’çi diyerek yapamazsın.
Yıkıldı, yıkılacak bekleyerek de yapamazsın. Yıkılsa yerine ırklar ve mezhepler ittifakı gelmeyecek, başka bir Esad olmayacak, başka bir Sünni Arap ağırlıklı iktidar gelecek.
Bu yüzden Kürtlerin bugün en az ihtiyacı olan şey, Suriye’ye mezhepçi ideolojik bir gözle bakan, hala Esad’a toz kondurmayan marjinal çevrelerin basıncına kulak asmak.
Suriye’de Kürtler DEM Parti bileşenleri gibi diğer gruplarla ittifak yapabilir ama insan hakları örgütü gibi davranamaz.
Çözüm istiyorsa iktidarla, en kalabalık güçle görüşmek ve anlaşmaya çalışmak zorundalar.
Tıpkı Türkiye’de yaptığı gibi…
Bunun alternatifi ne Şam’ın ne de Kürtlerin istemediği yeni bir savaş demek. Ve sadece Şam ile değil, Türkiye ile de karşı karşıya gelmek demek bu. Ayrıca Kürtler Dürziler gibi İsrail ile komşu değil, İsrail Dürzilere yaptığını Kürtlere de yaparsa karşısında Türkiye’yi bulacağını biliyor.
Ve artık ABD’nin sınırsız desteği de yok.
Yani müzakere ve anlaşma hem Şam yönetimi hem de Kürtler için en rasyonel çözüm.
Kürtlerin desteğini sağlamak Şam yönetimini güçlendirir, en iyimser tahminle Suriye nüfusunun yüzde 10’u olan Kürtler de Şam’da ikinci etkili grup haline gelebilir, Şara yönetimi üzerinde etkisini artırabilir.
Şam yönetiminin bu Kürt desteğine ihtiyacı var. Hem uluslararası meşruiyeti için hem de ülkeyi tek parça yapabilmek için.
Bunu Kürtlere hiçbirşey vermeden, onları teslim alarak yapamaz. Dürzilere bile taviz vermişken bunu artık hiç yapamaz.
Bu noktada Şam’ın ve Ankara’nın da kırmızı çizgilerini esnetmeleri gerekir.
Ama Suriyeli Kürtler ve Türkiye’deki DEM çevresi; Suriye’deki bütün sünni Arapları IŞİD’çi, çete gibi görerek, Esad’a diktatör denmesinden bile rahatsız bir marjinalliğin peşine takılarak somut bir sonuç alamaz.
O marjinallik Türkiye’ye özgü bir mezhepçiliğin ve İslamofobinin eseri. Suriye’de bile kimsenin savunmadığı bir pozisyon bu. Kürtleri kendi kavgaları için seferber etmek istiyorlar ama Kürtlerin bu kavgadan kazanacağı hiç birşey yok.
Hatta, Esad Moskova’da kendisine yeni bir hayat kurmuşken hala onun için kavga yürütenlere de bir faydası yok.
O tweeti silmek kötü bir sinyaldi.
Esad diktatördü, bunu Türkiye’dekiler bilmese de en iyi Suriyeli Kürtler biliyor.