[25-26 Mayıs 2024] Charles Tilly, demiştim, modernite öncesi toplumlarda varolan özel şiddet unsurlarından söz eder. Yarı-müstakil bir coğrafyaya otururlar. Ayrı bir yaşamları ve kültürleri vardır. Etraflarında efsaneler türer: yiğitliklerine, savaşçılıklarına, kavgacılıklarına, kendi başlarına buyrukluklarına dair. Hepsi modern sanat ve edebiyata geçer — egemenlikleri modern devlete geçtiği, geçeceği gibi. Yukarıda, İlya Repin’in (1844-1930) bir tablosunu görüyorsunuz. Zaporojye Kazaklarının Cevabı, Zaporojye Kazaklarının Manifestosu veya Zaporojye Kazaklarının Türkiye Sultanına Mektubu gibi başlıklarla biliniyor. Rivayete göre, 1676’da bir Osmanlı ordusuyla savaşıp yenmişler, ama IV. Mehmed gene de kendisine biat etmelerini istemiş. Bunun üzerine oturup çok ağır bir cevap kaleme almışlar. Repin, (mealen) o küfrü de, şu sıfatı da, bu hakareti de ekleyelim sahnesini canlandırıyor. Gogol da Taras Bulba’sında (1835, 1842), gene aynı Zaporojye Kazaklarının Polonya’ya akınlarını anlatıyor.
“(3) Eşkıyadan, kuvayı milliyelere” yazımda söylemiştim; Osmanlı-Türkiye coğrafyasında özel şiddet unsurları deyince, Adriyatik Uskoklarının veya Rusya’nın çeşitli Kazak topluluklarının karşılığı diye, ilk Kürtler, Lâzlar ve Ege eşkıyası akla geliyor.
Ahmed Arif, dâvâ ve hapishane arkadaşıydı babamın (Erdoğan Berktay, 1921-1976). 1951-52 TKP tevkifatı sırasında, Harbiye’de yanyanaymış ranzaları. Ahmed Arif sırtüstü yatar ve (herhalde) şiir düşünürmüş. Bir gün ansızın doğrulmuş, kurşun kalemiyle üstündeki ranzanın tahta kirişine bir şeyler çiziktirmiş. Babam sonradan bakmış: “Gözlerinin, gözlerinin ardına sürgün olsam…” Hasretinden Prangalar Eskittim 1968’de yayınlandı ve yıllarca birkaç kuşağın elinden düşmedi (buna, Solun Kültür Serüveni dizisinde, 60’lı yıllara geldiğimde ayrıca değineceğim). Babam bak, dedi, bulabilecek misin? Aradım, Unutamadığım şiirinde buldum (sayılır): “Gitmek, / Gözlerinde gitmek sürgüne. / Yatmak, / Gözlerinde yatmak zindanı / Gözlerin hani?” İkisi de çoktan göçtü bu dünyadan; şimdi söyleyeceğimi bağışlarlar umarım. Açıkçası babam çok beğenmemişti bu yeni, bitmiş halini. Fazla inceltilmiş, fazla rafine bulmuştu. Şiirin bütünü de biraz affected, abartılı ve yapmacık gelmişti ona. Hapisteki ilk şeklinin sadeliğini, asabî gerginliğini, atılımını, coşkun patlamasını, ranzanın kaba ahşabını andıran yontulmamışlığını tercih ediyordu.
Geçtim. 1960’ların sonu muydu? 70’lerin başları mı? Ankara’daydık. Babam henüz sağlıklıydı. Ben Amerika’dan dönmüş ve henüz hapse girmemiştim. Nisbeten iyi zamanlarmış. Fikret Otyam, Ahmed Arif ve eşi Aynur abla gelirdi bize, akşam yemeğine. Erken bir saatte malzemeleriyle gelir ve mutfağa girerlerdi, çiğ köfte yoğurup sulu fasulye salatası yapmaya (Kürtçe bir adı vardı ama unutmuşum). İki türü olurdu; birine acılı diğerine acısız derlerdi, ama acısızı zor yenirdi yani. Acılısını hiç sormayın. Rakı sofrası kurulur ve saatlerce kalkılmazdı (ben kadeh tokuşturmanın gizli âdâbını Ahmed Arif’ten öğrendim).
Anlatacağım fıkra, o akşamların birinden kalma. Dümdüz anlatabilirim ama Ahmed Arif gibi, onun mimikleriyle, onun jestleriyle, ses tonuyla anlatamam kuşkusuz. — 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (’93 Harbi) patlak vermiş. Rus ve Bulgar orduları Balkan cephesinde, gene Rus orduları Doğu cephesinde yükleniyor. Trabzon’daki Lâzlar öğrenmiş bunları. Kızıp köpürmüşler. Toplanıp bir telgraf metni kaleme almışlar, II. Abdülhamid’e hitaben [Repin’in tablosundaki gibi, her kafadan bir ses çıkmış olabilir mi acaba?]. “Sultanım,” demişler, “işittik ki Moskof sana karşı ayaklanmış. Biz Lâz kullarına kırk bin tüfek ver; varıp Moskofun haddini bildirelim.”
Fıkra bu ya. Abdülhamid telgrafı almış, düşünmüş; durum zaten ümitsiz, daha kötü ne olabilir? Verin Lâz kullarıma kırk bin tüfek, ne yapacaklarmış, bakalım görelim demiş. Lâzlara dağıtılmış tüfekler; kırk bin Lâz Trabzon’dan yola çıkmış, Zigana geçidine dayanmışlar. Lâkin bir bakmışlar, girişin bir yanında, sarp kayaların üzerinde tek başına bir Kürt eşkıya, elinde mavzeri, göğsünde çapraz fişeklikleri; uzaklara bakıyor. [Ahmed ağabey müthiş anlatırdı fıkranın burasını, elini kasket kenarı gibi gözlerine götürerek, dudaklarını büzmüş, küçümseyici bir ses tonuyla:] Aşağıdaki Lâz kalabalığına bakmıyor bile; sadece uzaklara bakıyor… Eyvah! Bir de diğer tarafa dönmüşler ki, o yanda da aynı şey; bir diğer Kürt eşkıya, o da aynı şekilde, aşağıdaki Lâzlara bakmıyor bile, uzaklara bakıyor. [O iki Kürt eşkıyayı gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Yukarıdaki iki resme bakın. Soldaki, Pyotr Sokolov’un, 1861’de Taras Bulba’nın yeni bir edisyonu için yaptığı suluboyalardan. Sağdaki, Ahmet Özcan’ın eşkıya fotoğrafları koleksiyonundan. Diyarbakır’da yakalanan üç Kürt eşkıya. 2 Eylül 1933’te Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış. Zigana geçidini tutanlar da bunlar gibi miydi acaba?]
Fakat şimdi ne olacak? Lâzlar toplanıp aralarında meşveret etmişler, sonra Trabzon’a dönüp Abdülhamit’e ikinci bir telgraf çekmişler: “Padişahım! Biz Lâz kulların Moskofun haddini bildirmek üzere yola çıkmış idik. Fakat gördük ki Zigana’yı iki Kürt eşkıya tutmuştur. Şimdi sen bir bölük jandarma gönder ki bunları defetsin. Sonra biz gene Moskofun üzerine varıp haddini bildirelim.”
Böyle kalmış hatırımda. Bir yönüyle, feodal bir ethos: Lâzlara karşı bir Kürt üstünlük fıkrası. Diğer yönüyle, Tilly’nin perspektifini teyid edecek her şey mevcut: özel şiddet unsurları, devlete yaranma-yamanma çabası (40,000 tüfek talebi), devletin kooptasyon çabası (40,000 tüfeğin verilmesi), düzenli ordunun üstünlüğü (jandarmaya başvuru).
Bazen folklor pek çok şeye ışık tutuyor.