[15 Ağustos 2024] Tam bir stereotip, bir klişe, kalıpyargı. “Bütün Yahudiler böyledir: zengin, hilekâr, açgözlü ve gaddar.” Gaddarlıkları, masanın üzerine çıkardıkları çocuğa yaptıklarında somutlanıyor. Kollarına ve göğsüne uzun şişler saplayıp, karnını ve cinsel organını bıçakla kesip kanını bir çanakta topluyorlar. Neden? Çünkü Pesah’ta, Hamursuz Bayramı’nda pişirip yiyecekleri matsa (matzoh) ekmeğinin, güya Hıristiyan çocuklarının kanıyla yapılması şartı varmış. Güya bu, Yahudi inancı ve ibadetinin vazgeçilmez bir unsuruymuş. Ortaçağ ve Yeniçağda Hıristiyanlar bu “Kan İftirası”na ciddî ciddî inanıyor ve bu yüzden her fırsatta Yahudilere yapmadıklarını bırakmıyor.
Mart 1475’te İtalya’nın Trento kentinde Simon adında iki yaşında bir çocuk kayboluyor. Tam nerede bulunduğu, kaynaklarda açık değil, ama Samuel adında bir Yahudinin kilerinde bulunduğu rivayeti yayılıyor. Tam da Paskalya yortusu sırasında (yani Hz İsa’nın çarmıhta ölmesini ve indirilip defnedilmesini izleyen üçüncü günde dirilmesi kutlanırken), Trento halkı “Kan İftirası”yla suçladıkları kasabalarının Yahudi topluluğuna karşı saldırıya geçiyor. Bu insanlar günlük hayattan tanıdıkları, komşuları. Hemen hepsini işkenceyle itirafa zorlayıp, 15 yetişkin Yahudi erkeği diri diri yakarak idam ediyorlar. İş orada bitmiyor; anti-semitik şiddet dalgası (şuursuz bir isteri nöbeti gibi) bütün bölgeye yayılıyor. Yahudiler birçok kentten kovalanıyor. Daha bir yıl geçmeden, Trento’nun yerel kilise adamları Simon’un aziz ilân edilmesi için Vatikan’a başvuruyor. Martyr’liğine, yani güya Hıristiyan dini uğruna canını vermiş olmasına ilâveten (bu meseleye bir dipnotta tekrar döneceğim), iki yaşındaki çocuğun yüzü aşkın mucize gerçekleştirmiş olmasını da gerekçe gösteriyorlar. Papa IV. Sixtus reddediyor. Buna ragmen “Trentolu Simon” kültü başını alıp gidiyor. O kadar ki 1755’te Papa XIV. Benedict resmî bir mektupla Simon’un hiçbir zaman azizliğe
kabul edilmediğini tekrarlamak zorunda kalıyor. Tabii popüler kültür başka bir olay. Sanat da daha çok halk inanışlarını izliyor. Efsane, Hıristiyan ikonografisine yerleşiyor. Yukarıda, 1493 ağaç baskısından neredeyse iki yüzyıl sonra, bu sefer İtalyan Barok ressamı Giuseppe Alberti’nin aynı konudaki yağlıboya tablosu (1677). Gene stereotipik Yahudiler, zavallı bir çocuğun etrafını almış; korkusu ve acısı yüzüne vuruyor; kadının biri onu elmayla oyalarken iki kişi karnı ve apış arasına herhalde korkunç şeyler yapıyor. Kan İftirası, bu gibi daha nice eser ve hikâyeyle günümüze kadar (evet, günümüze kadar!) yaşamaya devam ediyor.
Nedir bu mesele? Nereden geliyor? Yahudiler İlkçağ boyunca bizatihî Yahudilikleri nedeniyle sistematik bir baskı ve zulme maruz kalmadı. Spesifik olaylarda ve şu ya da bu devletin elinde, diğer kavimlere benzer şeyler yaşadılar. Çünkü onları topluca ötekileştiren ve düşmanlaştıran, kollektif kimlik ve aidiyetlerini hedef alan bir ideoloji mevcut değildi.
Hıristiyanlığın yükselişi her şeyi değiştirdi. Yahudilik ile Hıristiyanlık arasında, bugünkü gibi yumuşak ve toleranslı bir ilişki yoktu. Devamlılık değil kopuş ve karşıtlık esastı. Yahudilik içinde başgösteren küçük bir reform mezhebi, tam da mevcut Yahudi rahip sınıfınca dışlandıkları ve koğuşturuldukları için, zamanla Hıristiyanlık diye ayrı bir dine dönüşmüştü. Hıristiyanların adını, daha doğrusu Hristos (yani mesih, kurtarıcı) sıfatını aldıkları kurucuları ve peygamberleri Hz İsa, İkinci Tapınak rahiplerinin baskıları sonucu Roma valiliğince tutuklanmış, yargılanmış ve herhangi bir suçu görülmediği halde Yahudileri tatmin etmek uğruna (tekrar isyan etmesinler diye) çarmıha gerilmek suretiyle idam edilmişti. Tarihçilerin “olduysa İS 1. yüzyılda oldu” dediği bu olay — yani İsa’nın hayatının son üç gününü kapsayan ve insanlığın bütün günahlarının kefaretini kendi hayatıyla ödemesiyle noktalanan passio’su (çilesi) — Hıristiyanlık inancının herhangi bir parçası değildi; temeli ve köşetaşıydı. Dolayısıyla bu, iki tektanrıcılık arasındaki rekabetten çok fazla bir şeydi. Hıristiyanlar Yahudiliği sadece Hz İsa’nın peygamberliğini — ve dolayısıyla Tanrının Eski Ahit (Ahd-ı Atik) yerine insanlığa gönderdiği Yeni Ahit’i (Ahd-ı Cedid) — reddetmekle suçlamıyorlardı. Bunun çok ötesinde, (sırf baş rahip Jozef Ben Kayafa’yı değil) bir bütün olarak Yahudiliği, İsa Mesih’in gördüğü zulümden, uğratıldığı işkencelerden, başına tâc diye sarılan dikenlerden ve sonuçta çarmıha gerilip korkunç acılarla öldürülmesinden sorumlu tutuyorlardı.
Bu, çok derin bir nefret demekti ve inanca/ibadete kazınmış olduğu için, hele İlkçağın sonu ve Ortaçağ koşullarında akılla, mantıkla, iz’an ve insafla değiştirilmesi olanaksızdı. Yahudilikten farklı olarak Hıristiyanlık, kapısı herkese açık olan evrensel bir dindi ve İS 1-4. yüzyıllar arasında bütün Akdeniz havzasının yoksullarına, ezilmişlerine, köleleri ve azatlıklarına seslenerek hızla yaygınlaştı. Aşağıdan yukarı gelişti; önce alt sınıflarca kucaklandı ve sonra üst sınıflara sıçradı. Nitekim Büyük Konstantin’in şahsında imparatorluk katında da benimsenmesinde, Roma’nın artık geleneksel çoktanrılılığı sürdürenlerdense Hıristiyan kitlelere yaslanmadan yönetilemeyeceği hissi tâyin edici oldu.
Bu doğrultuda 4. yüzyılda peşpeşe gelen adımlar malûm. Batı imparatoru Konstantin İS 312’de Milvian Köprüsü Muharebesi (ve gördüğü, daha doğrusu gördüğünü iddia ettiği bir rüya) vesilesiyle, Hıristiyanlığa geçtiğini açıkladı. Ertesi yıl rakibi ve geçici iktidar ortağı (eşbaşkanı mı demeli) Licinius’la buluşup anlaşarak yayınladığı İS 313 Milano Fermanı’yla, Hıristiyan inanç ve ibadetinin yasallığı tanındı; Hıristiyanlar bundan böyle her türlü baskı ve kovuşturmadan muaf tutuldu. Sonrasında Konstantin, (Licinius dahil) bütün rakipleri bertaraf edip Batı ve Doğu imparatorluklarını birleştirdiğinde, 324’te kendine yeni bir payitaht aradı ve buldu; Bizans denilen eski ve küçük bir Megara kolonisini Nova Roma’ya (Yeni Roma) dönüştürdü. Hemen ertesi yıl İznik Konsili’ni topladı ve bu ilk Kilise sinod’unun 325 Mayıs-Temmuz arasında Hıristiyanlık öğretisini toparlamasına — Ariusçuluk karşısında İznik Doktrinini (Nicene Creed) tanımlamasına başkanlık etti. 330’da başkentinin adını değiştirdi; Yeni Roma’yı kendi şehri (Konstantinopolis) yaptı ve inşa ettirdiği anıtlarla Hıristiyan bir karaktere büründürdü. Elli yıl daha geçti. Kilise devleti tamamen ele geçirdi. 27 Şubat 380’de I. Theodosius bu sefer Thessalonika [Selânik] Fermanı’yla İznik Hıristiyanlığını Roma İmparatorluğu’nun devlet kilisesi mertebesine yükseltti. Bu, yeni bir ortodoksi tanımı ve aynı zamanda, Selânik Fermanı’nın metninde de açıkça belirtildiği gibi, İznik Doktrini dışındaki bütün diğer Hıristiyan yorum ve mezheplerinin “sapkın” (heretical) ilân edilip Doğu Roma (Bizans) devletinin bütün gücüyle koğuşturulması ve cezalandırılmasının önünün açılması demekti.
Kendilerini halis Hıristiyan sayan, ama Kilisenin pek öyle görmediği heterodoks ve heretiklerin bundan sonra maruz bırakılacağı baskılar, Hıristiyan olmayanlar için fazlasıyla geçerliydi. Bu da hep sözünü ettiğim nice mazlum-zalim değişikliğinden biriydi. İlkçağın son üç yüzyılı boyunca mazlum konumundaki; (pagan dedikleri) politeistlerden, çoktanrılılardan zulüm gören ve inançları uğruna nice martyr (***) verip saint (aziz) mertebesine yükselten Hıristiyanlar, artık muktedir ve dolayısıyla zalim konumuna geçmiş, bütün o infidel’leri (inançsızları; Müslümanlıktaki popüler karşılıklarıyla kâfir ve gâvur’ları) derece derece şiddet yoluyla “düzeltme”ye, “doğru”ya getirmeye çalışıyordu.
Yahudiler içinse bu, Hıristiyanların üzerinde değil altında kalmak, İS 1. yüzyılın (Hıristiyanların gözündeki) o zalimlik ânından yüzyıllar sürecek bir mazlumluğa düşmek demekti. Hemen yukarıdaki şu haritaya bir bakın. İS 600 dolaylarındaki Yahudi diasporasının genel görünümü. Mor lekeler, önemli Yahudi toplulukları. Büyük siyah noktalar Yahudi kültür merkezleri. Küçük siyah noktalar ve üçgenler, derece derece aşağı inen Yahudi nüfus grupları. Kahverengi alan Roma olarak kaldığı sürece, sorun başlamış ama henüz o kadar vahim değil. Hıristiyan âlemin dönüştüğünde ise bu, bütün o Yahudi diasporasının artık daimî bir düşmanlık deniziyle kuşatılması anlamına geliyor. Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupa anti-semitizmi, çok yoğun ve kitlesel bir ötekileştiricilik. Yahudiler vebalı veya cüzamlı gibi. İstenmiyor, dışlanıyor, tepelerine biniliyor, binbir eziyete maruz bırakılıyorlar. Haklarında Kan İftirası gibi olmadık dehşet hikâyeleri üretiliyor. Hıristiyanlaştırılmaya çalışılıyor, ama tamam, tanassur ettik dediklerinde bile inanılmıyor; acaba “kripto” olabilirler mi (evlerinde gizli gizli Yahudi inancı ve ibadetini mi sürdürüyorlar) diye sürekli takip ediliyorlar; bu konuda yakıştırılabilecek en küçük suçlama, onları Engizisyon (özellikle İspanyol Engizisyonu) tarafından diri diri yakılmaya götürüyor.
Bu genel zulüm ortamında, iki sorun büsbütün öne çıkıyor ve iki sözcük, ghetto ve pogrom, Yahudilik tarihinin bu aşamasına damgasını vuruyor. Birinci sorun, Yahudilerin nerede ikamet edebileceği. Öyle her yerde oturmaları söz konusu değil. Birçok bölge ve şehre hiç kabul edilmiyor, geçmişte alınmışlarsa sürülüp atılabiliyorlar. 18. yüzyıl sonlarında Çarlık Rusyası Yahudiler için “Pale Yerleşimi” diye özel bir alan ihdas ediyor. “Pale” özel ve kapalı bir alan anlamında kullanılan eski bir terim. Modernize edilip Rusya ve Doğu Avrupa Yahudilerine uygulanıyor. Aşağıdaki haritadan görebileceğiniz gibi, günümüzün Belarus ve Moldova’sını, Ukrayna’yı, Polonya’nın orta ve doğu kesimlerini, Litvanya’nın büyük kısmını, Letonya’nın ve şimdiki Rusya Federasyonu’nun batı arazisinin ise daha küçük bölümlerini kapsıyor. Resmen 1791-1917, fiilen 1791-1915 arasında, Yahudilere sadece bu alanda daimî ikamet izni veriliyor. Bunun dışında, ister geçici ister kalıcı olarak
yerleşmeleri yasak. Herhangi bir yanlış anlama olmasın; bu, sırf Yahudilere tahsis edilmiş bir yurt değil. Başka herkes de var ve Yahudiler (Ortodoks Hıristiyanların yanında) gene küçük bir azınlık. Ayrıca, Pale içindeki birçok kentten dahi dışlanıyorlar. Sadece hasbelkader bir soyluluk ünvanı edinmiş olanlar, üniversite mezunları, en zengin tüccar loncalarının önde gelenleri ve çok seçkin bazı zanaatkârlar gibi bir avuç Yahudinin Pale dışında oturmasına müsaade ediliyor. Pale’de yaşayan Yahudilerin büyük çoğunluğunun küçük hizmet veya zanaat işletmeleri, nüfusu geçindirmeye yetmiyor. Bu da 19. yüzyıl sonlarında göçe, özellikle Amerika’ya denizaşırı göçe yol açıyor.
Çarlık Rusyası dışındaki Avrupa kentlerinde ise, Yahudiler ancak kendilerine ayrılan özel mahallelerde barınabiliyor. Ghetto deniyor. Aslında realite çoktan mevcut, ama terimin kendisi ilk defa 1516’da Venedik’in Yahudi mahallesi için kullanılıyor. (1) Zamanla çok çeşitli etnik, dinî ve kültürel grupların yarı-ayrı yaşadığı mahalleler için de kullanılacak, ama karıştırmamak lâzım. (2) Nazilerin Holokost (1942-1945) sırasında bütün Avrupa Yahudilerini toplama ve ölüm kamplarına yollamanın ara konağı olarak kurduğu 1000 kadar tamamen kapalı, etrafı dikenli tellerle çevrili ghetto ile de karıştırmamak lâzım. Ortaçağ ve Yeniçağın Yahudi ghetto’ları ikisi arasında bir yerde. Gene de bir tür ön-apartheid, enikonu bir segregasyon söz konusu. Nüfusun kalanından (büyük kısmından) ayrılıyor ve mümkün olduğu kadar az iletişim-etkileşim içinde olmaya zorlanıyorlar.
Burada, ikinci büyük sorundan da söz etmeliyiz: Hangi işlerde çalışabildikleri ve çalışamadıkları. Birinci sorun, yani evsiz barksızlıkları ve her an her yerden kovulabilirlikleri, tamamen kendilerine mahsus, ayrı ve güvenli bir vatan arayışına dönüşecek. İkinci sorun ise en baştaki Kan İftirası resimlerinde karşılaştığımız, (çocukların değilse de mecazî anlamda yoksulların kanını emen) “para babası” Yahudi stereotipini yaratıp, anti-semitizme yeni ve çok güçlü bir boyut (bir sınıf nefreti, class hatred boyutu) kazandıracak. Bir, o çağlarda (hele Protestan Reformasyonu, Din Savaşları, Augsburg-Nantes-Westphalia ve göreli tolerans öncesinde), hanedan devletleri ve hükümdarlarına sadakat ve merbutiyet, din ve mezhep üzerinden belirleniyor. Fransa’nın Katolik majestelerinin güvenilir tebası, ancak Katolikler olabilir. Yahudiler ise Hıristiyan olmadıkları gibi, zaten kollektif suçlu. Dolayısıyla devlet hizmetine girmeleri, ordu ve bürokrasiye katılıp yükselmeleri olanaksız.
İki, Hıristiyanlık daha ilk baştan itibaren faize ve faizle borç vermeye çok karşı. İsa’nın bu yüzden Tapınağı basıp orada tezgâh kurmuş tefecileri kovduğu rivayet ediliyor. Çünkü Yahudilik daha toleranslı bu konuda. Kutsal Kitapların (İbrani İncili’nin, Hıristiyanlara göre Ahd-i Atik’in) Tesniye (Deuteronomy) bölümü, Yahudilerin “yabancılara” borç verirken faiz almasını Tzedakah veya Ṣedaqah (Arapça karşılığı Sadaka) olarak tanımlıyor ve buna izin veriyor. Ortaçağ Hıristiyanlığı ise İlkçağ varyantından da katı, faiz konusunda. İS 1179’dan itibaren, faizle borç verenler aforoz ediliyor (Hıristiyan topluluğundan dışlanıyor). Çok ağır bir yaptırım. Dolayısıyla Yahudiliğin önünde yepyeni bir alan ve olanak açılıyor. Ne demek, “yabancılar”? Zaten Yahudiler açısından dört bir yanları “yabancı.” Paranın ve pazar için üretimin, meta dolaşımının ortaya çıkışından beri, toplumların ticaret, yatırım, sermaye, borç, kredi… ve dolayısıyla faiz olmadan yaşaması imkânsız. Büyük tektanrıcı dinler (İslâmiyet dahil) ve hattâ bazı Doğu dinleri bunu ne kadar yasaklamaya ve kısıtlamaya çalışırsa çalışsın, im-kân-sız. Orada bir ihtiyaç var ve kendini (icabında kılıfını da hazırlayarak) er ya da geç kabul ettiriyor (Türkiye’nin son birkaç yıllık yanlış faiz ve kur politikaları macerasının sonunda kabul edildiği gibi). Ortaçağda ise Kilisenin Hıristiyanlara getirdiği faiz yasağından Yahudiler yararlanıyor. Kendilerine getirilen meslekî kısıtlar karşısında, hangi kapılar açıksa oradan giriyorlar. Bu, öncelikle ticaret ve bankacılık demek (burjuvalaştıkça bunlara 19. yüzyılda sanat, müzik, edebiyat eklenecek). Yahudilerin efsanevî finans yetenekleri buradan başlıyor. Altını çiziyorum: fıtraten böyle değiller, Yahudiliğin böyle bir “öz”ü yok. Zamanla oluşan becerileri, sosyo-ekonomik tarihin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Ama evet, tefeci-tüccar sermayesi sektöründe ciddî bir üstünlük sağlıyorlar. Yahudilik tefecilikle özdeşleşiyor. Bu da dönüp dolaşıp onlara duyulan nefreti büsbütün körüklüyor. Genellikle Yahudiler alacaklı, Hıristiyanlar borçlu konumda. Dinî-ideolojik düşmanlık sınıfsal bir boyut kazanıyor. Bu, İslâm âlemi ve Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli. Bir yandan, 1492’de İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açıyor; diğer yandan hilekârlık, düzenbazlık stereotipini en basiti “çıfıt” sözcüğüyle paylaşıyor ve sürdürüyorlar. Malî hiyerarşinin en tepesindeki Galata bankerleri dahi faraza hanedan mensuplarına kelle koltukta borç veriyor; devlet karşısında yarınından emin olmayan kırılgan bir yaşam sürüyor. Ama pogrom yok, görülmüyor. Avrupa’da ise pogrom’dan geçilmiyor (bu kavrama aşağıda döneceğim). Üçüncü Haçlı Seferinin (1189-1192) üç liderinden biri, İngiltere kralı Aslan Yürekli Richard (Richard Lionheart, Richard Coeur de Lion). İngiltere’den yola çıkmaya hazırlanan Haçlılar, Yahudi tefecilere borçlu kalabalıklarla birleşip, 1189-1190 Londra ve York Yahudi katliamlarını gerçekleştiriyor. 1275’te Kral I. Edward bir Yahudiler Yasası (Statute of the Jewry) çıkartıyor. Tefeciliği (sırf Kilise değil) devlet açısından da kanun dışı ilân ediyor ve (Tanrıya) küfür ile ilişkilendiriyor (blasphemy). Amacı, suçlu bulunanların servetine el koymak. Yığınla İngiliz Yahudisi tutuklanıyor, 300’ü asılıyor ve bütün varlıkları Hazineye gidiyor. 1290’da ise Yahudiler toptan İngiltere’den atılıyor. Sadece taşıyabilecekleri eşyalarını almalarına izin veriliyor; gerisi gene Hazinenin oluyor (1915 Ermeni tehcirinin İttihatçılarca formül edilen başlangıç şartlarını andırıyor).
Pogrom dedim. Rusça bir sözcük. Şu veya bu etnik-dinî grubu (spesifik olarak Yahudileri) yerel ölçekte katletmeyi ya da sürüp atmayı amaçlayan kitlesel şiddet eylemleri anlamına geliyor. 19. ve 20. yüzyıllarda Rusya’da, genellikle Pale Yerleşimi içinde çok sayıda pogrom yaşanıyor. Başlıcaları Odessa pogrom’ları (1821, 1859, 1871, 1881 ve 1905), Varşova pogrom’u (1881), Kişinev pogrom’u (1903), Kiev pogrom’u (1905) ve Bialystok pogrom’u (1906). Bu facialar yaşanırken İngilizceye geçiyor ve geçmişte başka yerlerde Yahudilere karşı yapılmış benzer saldırılar için de kullanılmaya başlıyor. Biraz geri gidelim. Batı ve Orta Avrupa’da, ghetto ayırımcılığı ile Yahudi tefeci-tüccar sermayesinin bir araya gelmesi, pogrom potansiyelini arttırıyor. Zengin Yahudi tefeciler hem sınıf düşmanı, hem de ghetto’larda ayrı bir yaşam sürüyor. Bu görünmezlik, gizemi ve nefreti büsbütün tırmandırıyor. Bilinmezlik cehalete, cehalet fanatizme dönüşür. Shakespeare’in 1596-1598’de yazdığı The Merchant of Venice (Venedik Taciri) piyesindeki Shylock tipi, ghetto’da yaşıyor, yüksek faizle borç veriyor ve alacağını tahsil etmede son derece amansız, tâvizsiz davranıyor. Ghetto’larda ne muazzam servetlerin biriktiğine dair şayialar yağma heveslerini arttırıyor. Yukarıdaki resim, 22 Ağustos 1614 Frankfurt pogrom’unu; o zamanki adıyla Judengasse’nin (Yahudi mahallesinin) kapılar kırılarak, merdivenlere çıkılarak işgal edilmesi ve yağmalanmasını yansıtıyor.
Bütün bunlar da bizi 19. yüzyıla, Siyonizm dediğimiz Yahudi milliyetçiliğinin doğumuna ve oradan İsrail’e getiriyor.
———————————–
(*) Bana Üçüncü Dünya Savaşı için “başladı bile” dedirten krizdeki son durum: Ukrayna’nın Rusya içlerine huruç harekâtı 10. gününde. 1000 km2’lik bir alana hakim oldukları belirtiliyor. Kursk ve Belgorod bölgelerinin sivil nüfusu alelacele tahliye edilmekte. Zelensky Kursk kentinde bir sahra komutanlığı kurmaktan söz ediyor. Putin hep çok genel lâflarla yukarıdan atıp tutuyor. Fakat Rusya, mevcudu 6000-18,000 arasında tahmin edilen bu kuvvete henüz hiçbir şey yapamıyor. Bazı Batılı askerî yorumcular, Rusya’nın Donetsk cephesinde aylardır sürdürdüğü “insan dalgası” hücumlarında belki 70,000 kayıp verdiğini, dolayısıyla stratejik rezervinin çok zayıflamış olabilceğini düşünüyor.
(**) O çağda İslâm âleminde de Yahudiler ve diğer gayrimüslimler (zımmîler) ayırdedici bazı kıyafetler giymek ve/ya özel işaretler taşımakla yükümlü. Bu uygulamayı ilk 8. yüzyıl başlarında Emevî halifesi II. Ömer’in getirdiği düşünülüyor. Abbasî halifesi El Mütevekkil’in (847-861) canlandırdığı ve pekiştirdiği kurallar sonraki yüzyıllar boyunca geçerliliğini koruyor.
(***) Burada kavramsal bir sorunla karşı karşıyayız. Şehit sözcüğünün genel anlamıyla özel anlamı arasında bir çelişki oluşuyor. Genel anlamıyla şehit, aslında İngilizce martyr’in tam karşılığı: dinî veya sair inançları için öldürülen, hayatını feda eden kimse. Bu din ne olursa olsun veya sair inançları ne olursa olsun. Yani lingüistik ve sosyolojik açıdan, Müslümanlığın martyr’leri kadar Hıristiyanlığın (ya da başka dinî ve siyasî mücadelelerin) martyr’lerine de Türkçede şehit diyebilmek lâzım (= kendi dâvâsının şehidi). Ama bu, Türkiye’deki cârî kullanıma aykırı. Türkiye dahil Müslümanlığın kültür dairesinde şehit, hemen sırf İslâm veya Türk-İslâm veya Türklük dâvâsı uğrunda ölenler için kullanılıyor. Şimdi paradoksa bakın: şu yazdıklarımı İngilizce bir derste anlatsam problem yok; hepsine martyr der geçerim. Aynı dersi Türkçe versem, şehit/lik noktasında takılıp kalacağım.
Ki bu da bir çok-perspektiflilik (multi-perspectivity) meselesi. Charles Maier, The Unmasterable Past (1988) kitabında, tarihçinin herhangi bir konuyu incelerken istisnasız bütün özne ve tarafların sesini duyup duyurabilmesi gerektiğine dikkat çekmişti. Ben de yakın zamanda özellikle kuvayı milliyeler konusunda benzer bir şey yapmaya çalıştım. Gene aynı yere çıktık. Ne ki, popüler tarih kültürümüzde sıfır mesabesinde, onu besleyen yerli ve millî tarihçiliğimizde ise çok zayıf, bu çok-perspektiflilik anlayışı ve duyarlılığı. Zaten o yüzden, yerli ve millî olmayı aşamıyor.