Hâkim (yöneten) ve tâbi (yönetilen) toplumsal gruplar arasındaki çatışma süreçlerinde ikinciler, tâbi-yönetilen konumlarının (mazlumluk) doğal biçimde ürettiği bir haklılık duygusu taşır. Ve yine onlar sanırlar ki hâkim konumdaki toplumsal gruplar kendilerinin tam tersine haksızlıklarının farkındadır ve buna rağmen ellerinde tuttukları güçle (şiddet tekeli) pozisyonlarını korurlar. Yani onların şöyle düşündüğü sanılır: ‘Tamam, haksızız ama güçlüyüz ve gücümüzü kullanarak iktidarımızı sürdüreceğiz.’
Oysa gerçek, gerçek duygular böyle değildir… Hiçbir hâkim toplumsal grup haksız olduğunu kabul etmez; onlar da kendi haklılık duygusuna sahiptir ve onların haklılık duygusu bazen ezilen-tâbi toplumsal grupların taşıdığı haklılık duygusundan bile daha yoğun olabilir.
İlişkinin adaletsiz niteliği ‘alttakiler’ gözünden bakıldığında o kadar barizdir ki, ‘üsttekiler’in pozisyonlarında bir adalet ve kendi paylarına bir haklılık bulmasını kavrayabilmeleri çok zordur.
Zaten ‘üsttekiler’in pozisyonlarını gizlemeden, utanmadan açık bir biçimde savunabilmeleri de bu haklılık duygusu sayesinde mümkün olabilmektedir; haklılıklarına samimiyetle inanmasalardı, bu kadar rahat olamazlardı.
Öte yandan yönetilen-tâbi-ezilen konumunda bulunan toplumsal grupların haklılık duygusu da mutlak değildir; içine doğdukları eşitsiz ilişkiler onların bir kısmını öyle bir yoğurur ki ‘üsttekiler’in bariz gibi görünen haksız pozisyonlarını ‘doğal’ kabul ederler.
Hâkim-tâbi toplumsal gruplar için çizdiğim bu genel çerçeve ve grup duyguları, somut olarak kadınlar ve erkekler arasındaki ilişki için de geçerlidir.
Mesele muhafazakârlık mı modernlik mi?
İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması sırasında yaşadık, şimdi de 6284 sayılı kanunun yerin dibine gömülmesi talepleriyle birlikte bir kez daha yaşıyoruz: Türkiye’nin dindar erkekleri, özel olarak kadınları koruyan; yaşadıkları eşitsizliği, maruz kaldıkları şiddeti bir nebze olsun azaltma potansiyeli taşıyan gelişmelerden hiç hazzetmiyor.
Ne var ki gerek İstanbul Sözleşmesi’nin gerek 6284’ün muhafazakâr-dindar çevreler içinde yaşanması sanki erkek baskınlığının ve erkek şiddetinin bu çevrelere münhasır olduğu gibi bir yanılsamaya yol açıyor. Öte yandan -tartışmalı da olsa- erkek şiddetinin ve kadın cinayetlerinin son 10-15 yılda artmış olması yine bu yanılsamayı besleyen bir rol oynuyor.
Bundan sonrası benim için biraz ‘tehlikeli’ olacak, çünkü giderek artan erkek şiddetinin muhafazakârlıktan çok modernlikle (daha somut söylersem; kadınların sosyal hayata ve iş hayatına giderek daha fazla dâhil olmasıyla) bağlantılı olduğunu öne süreceğim. Hatta biraz daha ileri gidip bu gelişmenin kadınların üzerindeki erkek şiddetini tetiklediğini öne süreceğim. O nedenle, lütfen yazının bir yerlerinde sinirlenip okumanızı yarıda kesmeyin; sonunda anlaşacağımızı düşünüyorum.
Mesele muhafazakârlık ya da modernlik değil; ikisini de yatay kesen bir gelişme: Azalan erkek kimliği
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç bundan 12-13 yıl önce dindar-muhafazakâr kadınların tepkisini çeken bir dizi yazı kaleme aldı. Bulaç bu yazılarında kadınların evden çıkıp sosyal hayata karışmasıyla erkek şiddeti arasında bağlantı olduğunu öne sürüyor, çareyi de “fıtrat”larına hitap ettiği kadınları eve geri çağırmakta buluyordu.
Şimdi bunu da hatırlatınca, yukarıda kendim için işaret ettiğim “tehlike” daha da büyümüş oluyor; fakat ben yine de “Kadınların sosyal hayata ve çalışma hayatına giderek daha fazla katılmalarıyla erkek şiddeti arasında doğrudan bir ilişki var” diyeceğim.
Kadın üzerindeki erkek şiddetinin “şehirli ve modern” versiyonunun tam ve gerçek bir tablosuna ulaşmak istiyorsak, tartışmaya meselenin bu boyutunu da dâhil etmeliyiz. Bundan da korkmamak lazım: Çünkü problem bu bağlantıyı kurmakta değil; problem buradan yola çıkarak çareyi erkeğin kadın üzerindeki “doğal” iktidarının devamında görmekte…
İşte Ali Bulaç tam olarak böyle yapmış, şöyle yazmıştı:
“Bence prensip olarak (…) kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Zaruret varsa iş piyasasında öncelikle onun emeğini hak edecek kadar ücretle istihdam edilmesi gerekir. Liberal kapitalist piyasa ise kadını farklı çerçevede evin dışına çıkmaya zorluyor; anneliği ve ev hanımlığını itibarsızlaştırıyor; pozitif ayrımcılıkla kadın yuva kurmuyor; erkekler bu şekilde kışkırtılmış kadınlarla evlenmek istemiyor; sonuçta olan yine kadına oluyor. Birkaç tanesinin iyi durumuna karşılık yüz binlercesi iş-aş peşinde koşturuyor, yalnızlık içinde hayatını sürdürüyor, bir süre sonra saçını başını yoluyor ama iş işten geçiyor. Erkeğin fıtrî rolünü kaybetmesi onu kadına karşı acımasız şiddete, vahşi cinayetlere sürüklüyor, sonunda kadın devlete sığınıp kendini devletleştiriyor.”
Ali Bulaç’ın sözleri, beklenebileceği gibi, “dinî gericilik”in kadınları ikinci sınıf varlıklar olarak görmesinin yeni bir nişanesi olarak görüldü ve bu yönüyle kullanışlı bir argüman olarak değerlendirildi.
Ne var ki, siyasal sonuç devşirmeye dönük bu pragmatik yaklaşım, kadınların çalışma hayatına giderek daha fazla katılmalarının erkek dünyasında yol açtığı “iktidar kaybı”na bağlı yeni ve “modern” bir şiddetin giderek yükselmekte olduğunu görmüyor ya da görmek istemiyor.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 tartışması da benzer bir temelde yürüyor.
Bu yaklaşım sahipleri istiyorlar ki, kadına şiddetteki her artış dinden kaynaklanan “çağdışı” dünya görüşüne fatura edilsin. O nedenle de kadınların üzerindeki erkek şiddetinin farklı izah biçimlerini duymak bile istemiyorlar.
O yıllarda, asıl alanı sosyoloji olan Yeni Şafak gazetesi yazarı (artık değil) Fatma K. Barbarosoğlu’nun kullandığı ‘azalan erkek kimliği’ kavramına referansla bu meseleye birkaç kez değinmiştim. Son tartışmalar vesilesiyle ‘azalan erkek kimliği’ konusuna dönmenin yerinde olacağını düşündüm; bu yazı onun için…
Şöyle diyordu Barbarosoğlu:
“Özellikle şehirlerde yaşanan sıkıntıların, ailedeki çözülmenin sebebi ataerkillik değil, azalan erkek kimliğindeki sorumluluk kaybı. Çünkü ataerkil örüntünün sınırlayan, fakat aynı zamanda koruma maksadı taşıyan yapısı çökmüş, sadece sınırlayan ama sorumluluk almayan ayağı kalmıştır. Aile içi şiddetin temelinde de sorumluluk almayan erkeğin, ‘erkek’ olduğunu hissetmek ve hissettirmek için şiddete başvurduğu bir durum söz konusu.”
Barbarosoğlu, aile içindeki geleneksel “erkek iktidarı” kaybını ise üretimdeki ve işin örgütlenmesindeki değişikliklere bağlıyordu:
“Bunu teknolojinin kullanılış biçiminden ve hizmet sektörünün en geniş sektör olmaya aday olmasından yola çıkarak söylüyorum. Beden gücünün devre dışı kalması, yeni dünya düzeninin beyin gücü ve özellikle ‘tasarım’ merkezli olması, toplumsal örgütlenmeyi kadınlar üzerine bina ediyor.”
Fatmagül Berktay: “Erkek şiddeti güçsüzlüğün simgesi”
Sözünü ettiğim o eski yazılarda sosyolog profesör Nükhet Sirman’ın benzer bir analizini de aktarmıştım… Sirman, kadının iş hayatındaki yeni konumunun son 15-20 yılda bir “erkeklik krizi”ne yol açtığını savunuyordu. Çünkü erkek artık “eve bakan” kişi olmaktan çıkıyor ve “otoritesi sarsılıyor”du.
Nihayet, Türkiye feminizminin önde gelen isimlerinden Prof. Fatmagül Berktay da Akşam gazetesine verdiği bir söyleşide benzer bir görüşü savunmuştu:
“Türkiye’de kentleşmenin, kapitalistleşmenin hızı tabii ki artıyor. Bu, aynı zamanda kadınların mücadelesiyle birlikte belirli hakların kazanılmasına yol açıyor. (…) Eskiden, annelerimizin yaptığı gibi ‘ya bu diyardan gidersin ya bu deveyi güdersin’ demiyorlar. Haklarını kullanmak, örneğin boşanmak istiyorlar.”
Berktay, “Bu da erkeklerde reaksiyona mı neden oluyor?” sorusuna şu cevabı veriyordu:
“Evet, ellerindeki gücü, iktidarlarını kaybetmek istemiyorlar. Ama fark etmeseler de o güç zaten büyük oranda kaybolmuş durumda. O yüzden, bana sorarsanız güçsüzlüğün simgesi şiddete başvuruyorlar.”
Sözünü ettiğim yazılarda son olarak, belki bu teorik yaklaşımlardan daha önemli olmak üzere, uzun yıllardır bu alanda çalışan; eşlerini, sevgililerini öldürmüş erkeklerle hapishanelerde söyleşiler gerçekleştiren Göksel Göksu’nun izlenimlerini aktarmıştım.
Göksu, katıldığı bir televizyon programında, kadın cinayetlerinin, kadınların bağımlılık statülerinin sürdüğü geleneksel ilişkilerden çok, kadınların güçlenmesi sonucu eski tipte egemenlik ilişkilerinin bozulmaya, kaymaya başladığı ilişkilerde ortaya çıktığını söylemişti.
Dipten gelen devasa, devrimsel bir dalga…
Son 50 yılda yoğunlaşarak artan devasa, devrimsel bir dalga bu… Üretici güçlerin (teknolojinin), kadınların fiziksel dezavantajlarını dezavantaj olmaktan çıkarmaya başladığı bu son 50 yılda, kadınlar iş hayatında erkeklerle ciddi bir rekabete girmeye başladı. Rakamlar, erkek cinsinin domine ettiği iş dünyasının hızla ortadan kalkmakta olduğunu gösteriyor.
Olumsuz bir sosyal olguya (burada erkek şiddeti) karşı etkili ve geçerli mücadele yöntemlerinin bulunabilmesi için, her şeyden önce olgunun nedenlerini doğru bir biçimde tespit etmek gerekir.
Ulaştığımız sonuç belki ilk anda rahatsız edici olabilir, fakat gerçek gerçektir. Zaten böyle durumlarda ortaya çıkan rahatsızlık da çoğunlukla varılan sonucun kaba bir yorumuna dayanır.
Örneğimize dönersek: Kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmelerinin erkek şiddetini tetiklediği öne sürüldüğünde, buradan otomatik olarak “demek ki sen kadınların evlerinden dışarı çıkmamasını savunuyorsun” suçlamasına sıçranabiliyor.
Oysa bu popülist-siyasi suçlama tümüyle geçersiz. Mesele, bu sosyolojik olguyu tespit ettikten sonra kime hitap edeceğimizde düğümleniyor.
Ali Bulaç gibi kadınlara hitap edecek, onlara “huzur evde” mi diyeceğiz, yoksa erkeklere hitap edip, “tarihin ve teknolojinin bu aşamasında artık eski egemenlik ilişkilerini sürdüremezsiniz; aklınızı başınıza alın” mı diyeceğiz?
Ben tabii ki erkeklere hitap ediyorum.
Seküler kadınlar, özellikle feministler, 90’lar ve başörtüsü meselesi…
Başta bakan Derya Yanık ve grup başkanvekili, milletvekili Özlem Zengin olmak üzere AK Partili kadınlar 6284 tartışmaları sırasında, bir anlamda partinin iktidarını engelleme suçlamasını dahi göze alarak net bir tutum takındılar. Fakat bir yandan da onlar siyasi kutuplaşmanın öteki tarafında yer alıyor. Bu durumda seküler kadınlar ve bilhassa kadın hareketi onlara karşı nasıl bir tavır almalı, hangi duygular içinde olmalı?
Bu soruya cevap vermeden önce 1990’lardaki başörtüsü mücadelesi karşısında seküler kadınların benimsediği tutumu hatırlamak yararlı olabilir…
Türkiye’de erkek İslamcıların, laik-seküler kesimin dışlayıcı ve yasakçı tutumunun yol açtığı mağduriyet duygusunu tepe tepe kullanarak iktidara yürüdüğü yıllarda, bir numaralı mağduriyet alanının özneleri olan başörtülü kadınlar da ister istemez erkeklerin iktidar mücadelesinin yanında konumlandırdılar kendilerini: 1980’ler, 1990’lar ve 2000’lerin ilk on yılı ‘türbanlı erkekler’in dindar kadınlarla ittifakı şeklinde geçti.
Kendi ideolojik çemberlerinin erkekleriyle “İster istemez” birlikte hareket ettiler diyorum ama, dönemin somut politik koşullarını veri kabul ederek söylüyorum bunu.
Peki, dönemin politik koşulları farklı olsaydı, yani başörtülü kadınlar laik kesimin o dışlayıcı, baskıcı tutumlarına maruz kalmasaydı, yaşayıp gördüğümüz, erkek dindarlarla o ittifakı kurmayabilirler miydi?
Bu soruya gerçekçi bir cevap verebilmek için, dindar kadınların bütün dindarlar gibi başka birikmiş sorunlarının da olduğunu; laik kesimin bu sorunları hiçbir zaman anlamayacağına inandıklarını; bu nedenle, sorunlarının çözümü için ‘kendi’ iktidarlarından başka çare olmadığını düşündüklerini de hesaba katmalıyız.
Bunları hesaba katsak bile, şu soru yine de geçerlidir: 1980’lerde, 1990’larda ve 2000’lerin ilk on yılında laik kesim, hadi olmadı laik kesimin kadınları, o da olmadı erkek egemenliğine karşı kadın hareketi (feministler) dindar kadınların başörtüleriyle okuma hakkını savunsaydı, o ittifak yaşayıp gördüğümüz türden bir ittifak olur muydu?
Nilüfer Göle, feministler ve örtülü kadınlar
Yine yıllar önce Nilüfer Göle, Ayşe Çavdar’ın kendisiyle gerçekleştirdiği nehir söyleşi kitabı Mahremin Göçü’nde, tesettürlü kadınlar ve feminizm ilişkisini şöyle anlatmıştı:
“Örtünen kızlar feministlere büyük bir güç kazandırabilirler. Bence zaten örtünen kızlar feminizmden çok şey öğrendiler. Ama feministler örtünen kızlardan öğrenmeyi reddediyorlar. Bu çok korkunç bir şey. Feministler kendilerini kızların karşısında buldular. Bence feminizm bu yüzden bitti. Tarihle randevusunu Müslüman kızlara karşı geliştirdiği düşmanlık yüzünden iptal etti.” (s. 128)
O günler unutuldu ama geride çok kötü tortular bıraktığı muhakkak. Kadın dayanışmasını esas alan bir hareketin, laikliğin otoriter bir yorumunu benimseyerek hemcinslerinin istedikleri kıyafetle öğrenim görme hakkını savunmaması gerçekten de feci bir tercihti ve bu ne yazık ki gerçekleşti.
Seküler feminist kadınların bu tatsız savruluşunun altında, en temelde, “fıtratları” ve “köktenci inançları” nedeniyle dindar kadınların, erkeklerle kendilerinin yaşadığı sorunlara benzer sorunlar yaşasalar bile bunu bir sorun olarak görmediklerine dair önyargıları yatıyordu. Böylece, en koyu körlükle, görmek istemeyenlerin körlüğüyle malûl hale geldiler ve dindar kadınların da erkeklerle seküler kadınlarınkine benzer sorunlar yaşadıklarını ve buna itiraz ettiklerini yıllar boyunca göremediler.
Bugün, erkek dindarlar İstanbul Sözleşmesi’ne ve 6284 sayılı kanuna sahip çıkan dindar kadınları dehşet içinde izliyorlar; nereden çıktı bu kadınlar diye soruyorlar kendi kendilerine, bazen de kendilerini tutamayıp küfrediyorlar. Benzer bir şaşkınlığı, mahcubiyetlerinden ötürü ifade etmeseler de seküler kadınlar da yaşıyor olmalı.
Türkiyeli kadınların erkek hâkim sınıfına karşı verdiği mücadelede ‘tarihsel yanılgı’nın sonuna gelmiş olabilir miyiz?