Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI(7) Bizim Raçovlarımız: Çolak, Topal, Yahya, Demirci

(7) Bizim Raçovlarımız: Çolak, Topal, Yahya, Demirci

Bu, akademik bir makale olsa, bilimsel bir dergide yayınlanması için, günümüzün icapları gereği en başa koyacağım anahtar sözcükler: Eşkıya. Özel şiddet unsurları. Terör örgütleri. Kuvayı milliyeler. Vatanî vazifeler. Bidayet infazcıları. İstinaf infazcıları. Yüksek himayeciler. Tapılan kişiler. Meşru şiddet tekeli. Modern devletler.

[17 Haziran 2024] Yukarıda, imparatorluktan cumhuriyete geçişin çalkantıları içinde sivrilen üç milliyetçi, millî kurtuluşçu, kuvayı milliyeci. Solda Topal Osman (1912’de, Balkan Harbine giderken). Ortada, Kayıkçılar Kâhyası Yahya (Mustafa Suphi’lerin katili). Sağda, Denizli Hadisesinin (yani katliamının) sorumlusu Demirci Mehmet Efe. Kurmaca karakterler değil. Gerçek hayattan kişiler.

Ömer Seyfettin’in Bomba hikâyesinde, Makedonya’da alan hâkimiyeti kurmaya çalışan kralcı-milliyetçi IMRO komitacıları, bir Bulgar sosyalistini sırf kendilerinden değil, onlara bulaşmıyor, uzak duruyor, bağış (haraç) vermiyor diye vahşice katleder. Çağdaş tarihçilik açısından, ister şu, ister bu “kendince kutsal dâvâ”da hegemonya iddiasının: farklı ideolojilere hayat hakkı tanımamanın çarpıcı bir örneğidir. Kuşkusuz bu değildir Ömer Seyfettin’in yaklaşımı. O sadece Bulgar milliyetçiliğinin zulmünü teşhir peşindedir. Ama yazar zerrece farkına varmasa bile, benzer bir durumda faraza Türk Raçov-Pançe-Sandre’lerinin, keza kendilerinden olmayan birine, belki dönemin barışçı-pasifist bir Türk Boris’ine nasıl davranacağı sorusu ister istemez gündeme gelir.

Çolak İsmail

Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nâzım Hikmet bir Çolak İsmail’den söz eder. Birkaç kere yazdım, daha ziyade Ermeni soykırımı bağlamında. İsmail’i, seferberlikte, yaşı on altı olduğu halde, / tutup askere gönderdiler. /  Domuzuna yiğitti. / Yozgat taraflarına jandarma gitti. / Ve Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar. / Kaçtı, eşkiyalık etti. / Seferberlik bitti, / döndü köye, / kemeri: küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu. Geçmişte bu satırları, Anadolu tarihinde, halk ağzında “Seferberlik” (yani Birinci Dünya Savaşı) gibi “Ermeniler kesilirken” diye de bilinen bir dönem olduğuna kanıt gösterdim. Nâzım duyup öğrenmiş olmalı, hapishane yıllarında.

Geçtim; şimdi işin başka bir boyutu üzerinde duracağım. Kurmaca, evet. Ama gerçek dışı olmak anlamında uydurma mı, bu Çolak İsmail karakteri? Yoksa, olabilirlik ve dolayısıyla realizm sınırları içinde mi? Yok mu “domuzuna yiğitliğin” böyle iki yüzü? İki yönlü kesemez mi bıçak? Ömer Seyfettin’in Raçov’u ile Nâzım’ın Çolak İsmail’ini yanyana koyunca, nasıl bir tablo çıkıyor karşımıza? Karısı ve oğlunu sürekli dövüyor Çolak İsmail. En ufak bahanede kendi çocuğunun ağzını burnunu dağıtıyor. Böyle bir zorba. Raçov’un yaptığını yapamaz mı, faraza “Yunan dostu” veya “Ermeni dostu” belleyeceği birilerine? Yıldıray Oğur, Kuvayı Milliye’nin değişik çehrelerini hatırlatırken, Demirci Mehmet Efe’nin Denizli halkını toptan boğazlamaya kalktığını anlatmıştı (20 Nisan 2024). Gözünü kan bürümüş, onlarca adamı kesmiş, kenti yakmak istemiş, zor vazgeçirilmiş. Kimsenin gıkı çıkmamış, hesap sorulmamış. Demirci’nin Çolak İsmail’den ne farkı var?

Topal Osman

Yıldıray Oğur, Topal Osman’ı da yazabilirdi, hemen aynı bağlamda. Çolak İsmail fiktif, Topal Osman gerçek. Tam, Charles Tilly’nin sözünü ettiği türden bir “özel şiddet unsuru” (a special element of violence). İmparatorluğun dağılma yıllarında, kanun dairesi ile kanun dışılık arasında sürekli gidip geliyor. Birinden diğerine çok kolay geçiyor (yeni devlet şekilleninceye kadar). Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Giresun’da etrafında topladığı kanun kaçakları ile “Lâz Alayları” olarak bilinen grubu kurarak eşkıyalık yapıyor. Savaş başladıktan sonra da, Giresun’dan topladığı yaklaşık 100 kişilik çeteyle Trabzon hapishanesinin kapısını açtırıyor ve 150 mahkûmu çetesine katıyor. Derken ufukta, tarihî bir fırsat beliriyor. Sonrasında, sırf Vikipedi maddesi yeter, marifetleri hakkında. Millîci yararlılıkları var mı? Var. Balkan Harplerinde, 1914-1918’de Doğu Cephesinde savaşıyor. Aynen Çolak İsmail gibi, domuzuna yiğit – özellikle Rumlara, Ermenilere, Kürtlere karşı. Giresun ve Samsun havalisinde Rum çetelerine karşı savaşan Lâz çetelerinin lideri oluyor. Köy basıyor, ekin yakıyor, adam kesiyor. Türkler için kahraman; Rum kadınları ise çocuklarını “bak Topal Osman geliyor; sus, yoksa seni Topal Osman’a veririm” diye korkutuyor. Böyle her bir eylemi, yerel nüfuz tesisiyle ve oradan çeşitli yolsuzluklarla, dolandırıcılıklarla, sahtekârlıklarla elele gidiyor (1).

İstanbul’un işgalinden sonra, Müttefiklerin himayesinde kurulan Divan-ı Harp mahkemesi, savaşta işlediği suçlar için yakalanması ve İstanbul’a getirilmesine karar veriyor. Saklanıyor ve Rum köylerine baskınlarını sürdürüyor. Bu arada, 8 Mayıs 1919’da bir Yunan Kızılhaç gemisi Giresun iskelesine demirliyor. Giresunlu Rumlar bunu sevinçle karşılıyor ve Yunan uyruklu bir marangoz da Giresun’daki Rum okuluna Yunan bayrağı çekiyor. Topal Osman çağrılıyor, bayrağı indiriyor ve marangozu da öldürüyor. Yıldızı tekrar parlıyor. Tam bu sırada bir dönüm noktası yaşanıyor. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıkıyor. Resmî sıfatı, Dokuzuncu Ordu Müfettişi. Görevlerinden biri, Topal Osman’ı ve çetesini yakalayıp etkisiz hale getirmek. Tersini yapıyor. Gizlice buluşup konuşuyor; Millî Mücadeleye dâvet ve koopte ediyor. Topal Osman, 12 Kasım 1920’de Ankara’ya geliyor.

Başta Mustafa Kemal olmak üzere, Çankaya’yı ve Büyük Millet Meclisi’ni korumakla görevlendiriliyor. Giresun Gönüllü Maiyet Müfrezesi’ni kuruyor; zamanla sayısı 250’ye yükseliyor. Bu muhafız birliğine Meclise silah ve mühimmatlarıyla birlikte girme ve oturumları dinleme ayrıcalığı veriliyor. Düzenli ordu bünyesindeki yararlılıkları da sürüyor. Gene sırf Giresunlulardan, 42. ve 47. Alayları oluşturuyor. İşte bu alaylar, 1921’de Koçgiri İsyanının bastırılmasında görev alıyor. Sakarya Meydan Muharebesi’nde ve sonra Büyük Taarruz’da, 47. Alaya kumanda ediyor. Zaferden yarbay rütbesiyle dönüyor. İstiklâl Madalyası ile onurlandırılıyor.

Bütün bunlardan sonra gene de, bu Topal Osman kendi egemenlik alanındaki herhangi bir muhalife ne yapardı, ne yapabilirdi diye soracak olsak, genel cevabı herhalde âşikâr olmakla birlikte, alabildiğine somut bir özel cevabı da var üstelik: Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi. Ali Şükrü Bey, Trabzon mebusu. Muhalif. Büyük Millet Meclisi’ndeki İkinci Grubun liderlerinden. Mustafa Kemal’e ve hükümete sürekli karşı çıkıyor. O sırada Büyük Taarruz kazanılmış, Anadolu kurtarılmış; bir geçiş dönemi yaşanıyor; yeni rejim arayışı bağlamında, Birinci Gruptaki radikal modernist milliyetçiler (eski İttihatçılar, yeni Kemalistler) ile İkinci Gruptaki ılımlılar ve muhafazakârlar arasındaki gerilim içten içe tırmanıyor. Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923’te ortadan kayboluyor. Topal Osman’ın yardımcısı Mustafa Kaptan, Ali Şükrü Bey’in yemek bahanesiyle Topal Osman’ın Samanpazarı’ndaki evine götürüldüğünü, burada Topal Osman ve sekiz adamı tarafından kementle boğulduğunu itiraf ediyor. Ceset, 1 Nisan’da Çankaya sırtlarında Mühye köyü civarında bulunuyor. Topal Osman hakkında yakalama emri çıkarılıyor. Herhalde, kendini sınırsız himaye altında sanmış ve dokunulmaz farzetmişken, uğrunda cinayet işlediği lider tarafından ihanete uğradığına hükmediyor. 1 Nisan gecesi Çankaya Köşkü’ne saldırıyor. Fakat Mustafa Kemal’i bulamıyor (2). O sırada yeni ve daha düzenli, daha profesyonel bir Muhafız Takımı (sonra Taburu, sonra Alayı) kurulmuş. Komutanı İsmail Hakkı Tekçe. Yetişiyor ve Topal Osman ile adamlarını Papazın Bağı’nda kıstırıyorlar. Çatışma bütün gece sürüyor. Topal Osman yaralı olarak ele geçiriliyor. İsmail Hakkı Tekçe geliyor ve başını kesiyor. Çankaya yakınlarına gömülüyor. Meclis oybirliğiyle, Ali Şükrü Bey’in katilinin Ulus Meydanı’nda idam edilmesine karar veriyor. Başı olmayan ceset mezardan çıkarılıp Meclis kapısında ayağından asılabiliyor.

İnfazcılar hiyerarşisi

Bu İsmail Hakkı Tekçe’ye bir mim koyalım. Âşikâr ki burada bir infazlar ve infazcılar hiyerarşisi söz konusu. Modern devletin doğuşu, karmaşık bir türbülans ortamı. Avrupa’da, 17. – 19. yüzyıllarda da böyle. 20. yüzyıl başlarında Orta Doğu’da, Ön Asya’da, Balkanlarda ve Anadolu’da, keza böyle. Üstelik 1917-1923 arasında Sovyet modern devletinin doğuşu ile Kemalist devletin doğuşu çakışıyor, örtüşüyor, üstüste biniyor. Kâh Rusya kâh Osmanlı Türklerinin yaşadığı, İstanbul’dan İç Asya’ya kadar uzanan geniş bir alanda, Komünistler ve gerek Enveristleri, gerek Kemalistleri ile modernist Türk milliyetçileri, hem ittifak arıyor, hem “devrimde hegemonya”  mücadelesi veriyor.

Biz bugün sonucu görüyoruz ve bu, bir kaçınılmazlık yanılsaması yaratıyor. Oysa uzun süre, kimin kazanacağı belli değil. Dolayısıyla alt kademelerde yüzer gezerlik yaygın. Tepede, önder kadrolar ideolojik ve örgütsel bakımdan kendi çizgilerine angaje. Fakat aşağılarda, yerellikten fışkıran “özel şiddet unsurları” bir oraya bir buraya kayabiliyor. Dahası, nerede duracaklarını bilemiyorlar. Yamandıkları büyük dâvânın yukarıdaki asıl sahiplerince kullanılıyorlar. Bunlara belki “bidayet infazcıları” diyebiliriz (bidayet mahkemeleri misali). Etnik temizlik de daha çok onlara yaptırılıyor, rakipler de onlara imha ettiriliyor. Sonrasında, düzenli ordu içinde eritilip modern devlete asimile ediliyorlar. Edilemezlerse… ya Çerkes Ethem gibi kaçıyor, ya da üzerlerine (bu sefer istinaf mahkemelerinden mülhem) “istinaf infazcıları” gönderiliyor. Onların da üstünde, önderliğin yargıtayı, yüksek mahkemesi yer alıyor. “Bidayet infazcıları”nı değilse de “istinaf infazcıları”nı korumaya yarıyor.

İsmail Hakkı Tekçe, işte böyle bir “ikinci kademe infazcısı.” O da bu karmakarışık şiddet yıllarından çıkma. Farkı, Harbiye’den yetişmesi, düzenli orduya ve bürokrasiye mensubiyeti. Dar anlamıyla İttihatçıların Teşkilât-ı Mahsusası’ndan (Bahattin Şakir’lerden, Kuşçubaşı Eşref’lerden) değil. Daha geniş anlamda, İttihatçılıktan Kemalizme uzanan informel bir teşkilât-ı mahsusa derin devletinin adamı. Hakkında “son komitacı” da deniyor. Bir bakıma doğru. Fakat bu, artık başıboş bir komitacı değil. Yakup Cemil’den çok daha sadık bir devlet tetikçisi. Teşkilât-ı Mahsusa içinde Yakup Cemil (1883-1916), yerel eşkıyadan olmamakla birlikte, neredeyse Topal Osman kadar başıbozuk. İTC önderliğine, Enver-Talât-Cemal triumvirine dahi meydan okuyabiliyor. İsmail Hakkı Tekçe bütün kirli işlerinde yüzde yüz sadık. Talât Paşa, Enver’in yokluğundan da yararlanarak, Yakup Cemil’i idam ettiriyor (1916). Gerekçesi, Enver’e karşı darbe girişimi. Mustafa Kemal Topal Osman’ı gözden çıkardığında, Osman da Mustafa Kemal’a karşı ayaklanıyor (bir bakıma, darbe girişiminde bulunuyor). İsmail Hakkı Tekçe tarafından, bir bakıma idam ediliyor. 

Kayıkçılar Kâhyası Yahya

Bu genişçe parantezi bir bakıma şundan açtım: İsmail Hakkı Tekçe’nin “ikinci kademe infazcılığı,” bir yerde bir diğer “bidayet infazcısı”yla da kesişiyor: Topal Osman’ın kafasını kesmesinden birkaç ay önce, Mustafa Suphilerin katili, Trabzon’un Kayıkçılar Kahyâsı Yahya’yı “konuşmasın diye” (üstelik Topal Osman’ın birkaç adamıyla birlikte) pusu kurup öldürüyor. Fakat ben “Bizim Raçovlarımız” (ya da, kuvayı milliyeciliğin gündüz, alacakaranlık ve gece yüzleri) bağlamında, tabii İsmail Hakkı Tekçe’den çok, asıl Yahya Kâhya üzerinde durmak istiyorum. O da yerellikten, “özel şiddet unsurları” içinden çıkıyor. Koopte ediliyor. Kullanılıyor. Derin devletin emirlerini yerine getiriyor. Sonrasında, yararını yitiriyor. Herhangi bir sınırı aştığından değil, ileride belki aşabileceğinden, yokediliyor.

Bu noktada, İttihatçılar – Kemalistler ilişkisine tekrar değinmemek mümkün değil. 1919-1922 yılları itibariyle, Mustafa Kemal’in yüzbaşıları, binbaşıları, albay ve yarbayları, ya da vali ve kaymakamları kimdir diye sorsak, hemen hepsi İttihatçı. Kemalizm henüz ayrışmamış İttihatçılıktan. Mustafa Kemal’in kendisi Anadolu’ya, İttihatçılığa muhalifliği bilindiği halde, gene İttihatçı enfrastrüktürü tarafından, A Takımından kimse kalmadığı için, Millî Mücadele’yi yönetebilecek en iyi B Takımı oyuncusu diye gönderilmiş. Belki, işimize yarasın da sonra kurtuluruz diye düşünmüşlerdir; ne kadar yanıldıklarını 1925-27’de görecekler. Fakat henüz oralarda değiliz. Gerçi iki farklı proje var ortada: Mustafa Kemal’in mütevazi-savunmacı çizgisi ile Enver’in hayalci-yayılmacı çizgisi. Anadoluculuk ve Turancılık. Ya, Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından Anadolu merkezli bir ulus-devlet çıkarmak – ve bunun için Sovyetlerin de desteğini, en azından tarafsızlığını kazanmak; hem doğuda hem batıda değil, sadece batıda savaşmak. Ya da, Rusya Türkleri ile Osmanlı Türklerini birleştirme tasavvuru peşinde, İç Asya’da Sovyetlerle çarpışmayı göze almak (doğudan da çembere alınmak pahasına).

Sovyetler, Komintern, THİF, TKP

Bu iki alternatif 1919-22’de de mevcut, fakat iki ayrı paradigmaya evrilmiş değil, olanca ideo-politik temelleriyle birlikte. İlk bir iki yıl, Mustafa Kemal henüz Sakarya’yı ve Büyük Taarruzu kazanmamış; hem asker-sivil aydın zümrenin (sınıfın) itibarını restore etmemiş, hem kendi karizmatik önderliğini henüz tartışılmaz biçimde yerleştirmemiş. Türk modernist-milliyetçiliğinin ikinci nesli olarak Kemalizmi, İttihatçılıktan biraz farklı bir konuma yerleştirmemiş. İdeolojik dönüşümün ipuçları Ankara’dan taşraya sirayet etmemiş. Nitekim 1921 başlarında Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinde genellikle İttihatçılar hakim. Mustafa Suphi ve arkadaşları, Kars-Erzurum-Trabzon güzergâhı üzerinden geliyor. Erzurum valisi (iki ay öncesine kadar Trabzon valisi), eski bir Teşkilât-ı Mahsusacı. Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanı Barutçuzade Ahmet, keza Teşkilât-ı Mahsusa’nın Trabzon sorumlusu. İlginçtir; Kayıkçılar Kâhyası Yahya da yerelden gelen bir Enverci, eski bir Teşkilât-ı Mahsusa’cı. Önce İttihatçılığın koopte ettiği bir “özel şiddet unsuru”nu simgeliyor.

Peki, yukarısı masum mu? O sırada Ankara hem “bizi yutmak isteyen emperyalizme ve bizi mahvetmek isteyen kapitalizme karşı” (Mustafa Kemal’in kendi sözleri) Sovyetlerle ittifak peşinde. Hem de ülke içinde üstünlüğü kaptırmamaya bakıyor. Sempati – antipati bir yana; realpolitik çerçevesinde, kendi açısından yanlış da değil (3). 1917 Ekim Devrimi ve 1918’de Alman ordularının yenilgisinin ardından, özellikle Orta Avrupa ihtilâl denemeleriyle sarsılıyor. 1919 başlarında Berlin’de Spartakist ayaklanma eziliyor; Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht öldürülüyor. Aynı yıl Bela Kun’un başarılı darbe girişimi Macar Sovyet Cumhuriyeti’ni beraberinde getiriyor (dört ay yaşayacak ve Romen ordularının ilerleyişi karşısında devrilecek; Bela Kun Sovyetlere kaçacak ve 1938’de, Stalin terörünün Yagoda aşamasında Troçkistlikle suçlanıp idam edilecek). Tam aynı sıralarda, Mart 1919’da Komünist Enternasyonal kuruluyor ve 1920’deki ikinci kongresiyle kendini kayıtsız şartsız “dünya devrimi”ne adıyor. Lenin, sonra Stalin, bir bütün olarak SBKP ve onun kontrolündeki Komintern, tâ 1930’ların ortalarına kadar, Faşizmin ve Nazizmin yükselişi karşısında bile, bu “dünya devrimi”nin eli kulağında olduğuna inanmaya devam edecek.

Feci bir hatâ. Geçtim. Türkiye Komünist Partisi de bu çerçevede, Eylül 1920’de kuruluyor. Sırf İttihatçılarıyla değil, embryonik Kemalistleriyle de Türk milliyetçiliği, ciddî bir tehdit olarak algılıyor bu gelişmeleri. Muvazaalı – muvazaasız bütün radikal sol örgütlere karşı harekete geçiyor. Mayıs 1920’de ortaya çıkan Yeşil Ordu Cemiyeti, Mart-Mayıs 1921’de kapatılıyor. 7 Aralık 1920’de kurulan Türk Halk İştirakiyun Fırkası (THİF), 2 Şubat 1921’de kendi kendini kapatmaya zorlanıyor. Sovyetlerin bastırmasıyla 1922 Mart’ında tekrar açılıyor. Alenen Komintern vesayetinde faaliyet gösteriyor. Büyük Taarruz zaferinin ardından, 12 Eylül 1922’de son defa kapatılması, Kemalist rejimin artık kendini ne kadar güvende hissettiğini yansıtıyor.

Yahya Kâhya ve İsmail Hakkı Tekçe: “Konuşmaması için”

Fakat tabii arada, THİF’in nihaî kapatılışının 19-20 ay öncesinde, bir de Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının katli yer alıyor. TKP kurucuları, kendi söylem ve paradigmaları çerçevesinde, emperyalizme karşı evrensel savaşın bir parçası olarak gördükleri Millî Mücadele’ye katılmak için geliyor. Ankara hükümeti ise Sovyet nüfuzunu yayma, belki Komintern’e bağlı, alternatif bir önderlik oluşturma niyetlerinden şüpheleniyor. Ankara’dan Mustafa Kemal, Kars’ta Kâzım Karabekir’den, Ankara’ya sokulmamalarını istiyor. Kâzım Karabekir ile Erzurum valisi arasında mesajlar gidip geliyor. Sonunda, örgütlü protestolar içinde Trabzon’dan geri gönderilmelerinde karar kılınıyor. Fakat pek öyle olmuyor. Anlaşılan, perde arkasında başka bir karar var. İpuçlarından sadce biri: Mahmut Goloğlu’nun anlattığına göre, “heyette bulunanlardan Trabzonlu Veteriner Yüzbaşı Abdülkadir, Kars’tan çektiği bir telgrafla, Trabzon’a gelmekte olduklarını (…) kardeşi Mehmet Efendi’ye bildir”ince, Kayıkçılar Kâhyası Yahya’nın arkadaşı olan Mehmet Efendi de bunu Yahya Kâhya’ya söyleyince, Yahya’dan “kardeşini kurtarmak istiyorsa, şehre girmesine engel olması, yola çıkıp bir yerde kardeşini heyetten ayırıp kaçırması” talimatını alıyor (4). Abdülkadir, kardeşinin uyarısıyla heyetten ayrılıyor. Sonrasında, 28-29 Ocak 1921 gecesi 15 kişi Trabzon’dan bir motora bindiriliyor. Açılıyorlar. Peşlerinden Yahya Kâhya ve adamları daha hızlı bir motorla yetişiyor. Öldürüyor ve denize atıyorlar. Bindikleri motoru da batırıyorlar. Hiçbirinin cansız bedeni bulunamıyor.

Yani tekrar edeyim: Türk Raçov’larının Türk Boris’lerine neler yapabileceğinin en açık, tartışma götürmez berraklıkta cevabı, Mustafa Suphilerin katli zaten. Fakat sanırım “münferit” bir olay değil. Üstelik, daha önce de söylediğim gibi, devamı var. Yahya Kâhya hakkında, yerel zorbalık ve yolsuzlukları nedeniyle bazı dâvâlar açılıyor. Sivas’ta görülüyor. Her nasılsa beraat ediyor. Arabasıyla Trabzon’ dönerken, 3 Temmuz 1922 akşamı yolun tenha bir noktasında kurulan pusuya düşüyor. Meçhul bir kişi tarafından atılan kurşunlarla katlediliyor. Açılan soruşturmada tanıkların ifadeleri, katillerin şivesi ile kıyafetlerinden Giresun taraflarından geldikleri kanaatini uyandırıyor.

Topal Osman’ın adamları mı? Ama niçin? Ne münasebet? İsmail Hakkı Tekçe’ye dönelim. Devletin tetikçisi demiştim. Orduda düzenli terfilerle yükseliyor. 1942’de tuğgeneral, 1943’te tümgeneral, 1951’de emekli oluyor. Anılarını yazıyor. Önce Günaydın gazetesinde yayınlanıyor. Daha sonra Hasan Pulur tarafından kitaplaştırılıyor.  Kayıkçılar Kâhyası Yahya’yı “konuşmaması için” bizzat kendisinin öldürdüğünü itiraf ediyor. Mete Tunçay, olaya şöyle bir not düşüyor:

“Kitabımızın [Türkiye’de Sol Akımlar] yayımlanmasından kısa bir süre sonra, Yahya Kâhya Bey’in oğlu Sayın Osman Kâhya’dan 15/12/1967 tarihli bir mektup aldık. Bu mektupta ‘Yahya Bey’in o zamanki faktörlere göre vatani vazifesini’ yaptığını belirtiyor ve ‘asıl katilin bugün tapılan biri olduğunu zaman gösterecektir’ deniliyordu…” (5)

Daha ne diyeyim? Bu akademik bir makale olsa, en başa koyacağım anahtar sözcükler: Eşkıya. Özel şiddet unsurları. Terör örgütleri. Kuvayı milliyeler. Vatanî vazifeler. Bidayet infazcıları. İstinaf infazcıları. Yüksek himayeciler. Tapılan kişiler. Meşru şiddet tekeli. Modern devletler.

İronik olan: Kimi, sırf iyi yanından alıp benzetir. Kimi alınır, kükrer; asla benzemez, bizimkisi tabii iyi, onlarınki kötü der.

——————————-

(1) Giresun Reji Müdürü Nakiyüddün Efendi, 15 Ocak 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı bir mektupta, Topal Osman’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında Ayvasıl köyü ihtiyar heyetinden elde ettiği sahte mazbatayla, ordudan aldığı buğdayları Panço adındaki bir Rum ile birlikte 100 bin liralık sahte bir mazbatayla Giresun Nokta Kumandanlığı’na satarak halkı ve devleti dolandırdığını; Rum ve Müslümanların arazilerini gasp ederek kısmen kndine aldığını, kısmen de akrabalarına dağıttığını; 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesinin imzalanmsının ardından, Giresun Belediye Reisi Dizdarzâde Eşref Bey’in sağlık gerekçesiyle görevi iâde etmesi üzerine, yasal bir yetkisi olmadan ve kimseye danışmadan kendisini belediye reisi ilân ettiğini; sonra Müdafaa-i Hukuk Riyaseti’ni de ele geçirerek sırf kendi menfaatlerini korumak için Millî Mücadeleye katıldığını; 1921’de Koçgiri isyanının bastırılmasında yer aldıktan sonra, oradan ganimet olarak [zamanın parasıyla] 60 bin lira değerindeki sığır ve koyunu gasp edip Giresun’a getirdiğini; başkasının kente kasaplık hayvan sokmasını da engelleyerek fahiş fiyattan para kazandığını; kardeşiyle birlikte hükûmetin kentte banka kurmasını engellediğini, 30 bin liraya mal olan bir kereste fabrikasını 1500 liraya aldığını… anlatıyor.

(2) Olayın şahitlerinden biri, Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe İlmen. o gün yaşanılanları (kendinden üçüncü şahısla söz ederek) şöyle anlatıyor:

“Milli Mücadele’nin lideri tehdit altındaydı. Kısa bir tartışma yaşandı. Önemli olan Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamıydı. Ona bir şey olursa zaten hiçbiri hayatta kalamazdı. Dışarıdakilerle pazarlık başladı. Adet olduğu üzere, ’Kadınlar ve çocuklar önden çıksın’ dediler. Plan şuydu: Mustafa Kemal Paşa kılık değiştirerek kadınlar ve çocuklarla birlikte dışarı çıkacaktı. Fakat evin içinde de birilerinin kalması gerekiyordu. Latife muhafızlarla birlikte evde kalmaktan yanaydı. ’Ben onları oyalarım’ diyordu. Mustafa Kemal Paşa önce şiddetle itiraz etti. Ancak Latife’nin inadını bilirdi. Vecihe bir çarşaf buldu getirdi. Mustafa Kemal çarşafı giydi, baldızı Vecihe ve hizmetkár kadınlarla birlikte dışarı çıktı. Latife de bu arada onun kalpağını kafasına takmıştı. Erlerden birine, ‘Mutfaktaki portakal sandıklarını getir’ dedi. Sandıkları pencerelerin önüne dizdiler. Evde ışıklar yanıyor ve bahçeden bakıldığında içerdekiler fark ediliyordu. Boyunun kısalığı dışarıdan fark edilmemeliydi. Latife, portakal sandıkları üzerinde bir ileri bir geri yürüyor, dışarıdan gelen habercilerle iletilen mesajları evde Mustafa Kemal varmış gibi alıp cevap veriyordu. Ölüm tehdidi altında çeteyi oyalamayı sürdürüyordu. O sırada Mustafa Kemal, Topal Osman’a karşı yürütülecek harekátı planlıyordu. Sonunda Topal Osman’ın adamları eve kurşun yağdırmaya başladılar. Ardından eve girdiler. Mustafa Kemal’in gittiğini anlayınca çılgına dönüp ne buldularsa parçaladılar. Onların aradığı Mustafa Kemal’di. Ama ellerinden kaçırmışlardı. O sırada Topal Osman çetesi muhafız taburu tarafından sarıldı. Latife’ye zarar vermeye zamanları kalmamıştı.”

(3) Bu resmî, Atatürkçü bakışın bir örneği için, bkz. Hikmet Bayur, “Mustafa Suphi ve Millî Mücadeleye El Koymaya Çalışan Başı Dışarda Akımlar”; Belleten, cilt 35, sayı 140 (Ekim 1971), 587-654.

(4) Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru – Millî Mücadele Tarihi IV, 1921-1922 (İş Bankası Yayınları, 2010), 45-46.

(5) Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925 (1967; İletişim Yayınları 2009), s. 240.

,

- Advertisment -