[18 Ağustos 2024] Espri bir yönüyle çok güncel. Siyonizmin İsrail için ne kadar güçlü bir ideolojik birleştirici olmaya devam ettiğini; ister dindar ister seküler hemen bütün İsraillilerin, bıçak kemiğe dayandığında “vâdedilmiş topraklar” efsanesine sarılmaya ne kadar hazır olduğunu yansıtıyor. Bu açıdan, özellikle seküler ve dolayısıyla barışçı muhalifliğe daha yatkın olabilecek İsraillileri iğneliyor. İkiyüzlülük ve oportünizmle eleştirmekten geri durmuyor.
Ama aynı zamanda bize, Siyonizmin içinde doğduğu tarihsel ortam hakkında da çok önemli bir şey söylüyor. Siyonizm, Yahudi milliyetçiliği. Milliyetçilikler içinde bir milliyetçilik. 19. yüzyılda milliyetçilik, büyük ölçüde Avrupa-içi milliyetçilik. İmparatorluklara karşı, imparatorluklardan bağımsızlık arıyor. Ama bu imparatorluklar henüz Avrupa-dışı (İngiliz, Fransız, Hollanda vb) sömürge imparatorlukları değil. Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlılar gibi Avrupa-içi imparatorluklar. Hepsi çok-etnili, çok dinli ve mezhepli hanedan devletleri. Bu geleneksel tarım ve köylü toplumlarında modernite geliştikçe milliyetçilik ideolojisi ve akımları zuhur ediyor. Başlarını küçük aydın grupları çekiyor. Zamanla kitleselleşiyorlar. Hepsinin benzer amaçları var: ayrılmak, bağımsızlıklarını kazanmak, kendi ulus-devletlerine kavuşmak. Bu ise toprak demek. Her milliyetçilik açısından “sırf bize ait bir toprak” demek. Ama nasıl olacak? Birbirlerinden yüzde yüz ayrışmış kompartımanlarda yaşamıyorlar ki. Örneğin Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bazı bölgelerinde Çekler, Slovaklar, Macarlar, Hırvatlar, Sırplar, Slovenler (ve daha niceleri), yanyana ve içiçe yaşıyor. Keza Osmanlı Balkanlarında Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar, Yunanlılar vb yanyana ve içiçe yaşıyor. Ege’de Müslüman Türklerle yoğun bir Yunanlı (Rum) nüfus yanyana ve içiçe yaşıyor; Doğu Karadeniz (Pontus) bölgesinde ve Doğu Anadolu’da, gene Müslüman Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Kürtler yanyana ve içiçe yaşıyor. Daha doğrusu, yaşıyorlar ve bir noktadan sonra savaşıyorlar. Teritoryalite uğruna, sadece dikey olarak, tebası oldukları imparatorluğa karşı değil, aynı zamanda yatay olarak, birbirlerine karşı “yerel ölçekte, düşük yoğunluklu etnik savaş” (low-intensity ethnic warfare on a local scale) vermeye koyuluyorlar.
Bu koşullarda, hangi toprak kimin olacak? Ve buna kim karar verecek? Kim, (A) bölgesini (X)’ten alıp (Y)’ye, alın size verdim diyecek? İkincisi sorunun cevabı Büyük Devletler. Great Powers. Osmanlıların dilinde Düvel-i Muazzama. Kim bunlar? Nasıl tanımlanıyor? İlk başta dört: İngiltere (Büyük Britanya), Fransa, Rusya ve Avusturya-Macaristan. 1870’te Almanya ve İtalya’nın katılmasıyla altı; 20. yüzyıl başlarında (1898 İspanyol-Amerikan Savaşı sonrası) ABD ve (1904-1905 Rus-Japon Savaşı sonrası) Japonya dahil sekiz oluyorlar. Özetle: nüfus, yüzölçümü, ekonomik ve teknolojik gelişme, modernleşme, kapitalistleşme, sanayileşme… faktörlerinin bileşimi sonucu, dönemin en güçlü ülkeleri. Orduları ve donanmaları (zırhlıları, drednotları, denizaltıları) itibariyle modern ve uzun menzilli, kıtalararası savaş kapasitesi bunlarda yoğunlaşıyor. Yeni Emperyalizm (1870-1914) çağının büyük denizaşırı sömürge imparatorluklarını kurma, genişletme ve sürdürme kapasitesi bunlarda yoğunlaşıyor. Uluslararası müdahale kapasitesi bunlarda yoğunlaşıyor. Özellikle Avrupa’nın doğu ve güneydoğusunda meydana gelen etnik-dinî çatışmalar (milliyetçi mücadeleler) üzerinden, (Osmanlılar gibi) beğenmedikleri, geri, köhne, keyfî ve yoz buldukları (bu açıdan çok da haksız olmadıkları) rejimlere “reform” ültimatomları dayatma kapasitesi, keza bunlarda yoğunlaşıyor.
Tersten söyleyecek olursak, görece resmî bir “Dünya Yönetişimi”nin, yani ne Cemiyet-i Akvam’ın ne de Birleşmiş Milletlerin mevcut olmadığı koşullarda, şu veya bu nedenle kendini mağdur hisseden bir kesim nereye başvurabilir? Aralarındaki bütün çıkar çelişmeleriyle birlikte, Büyük Devletler dışında bir şikâyet mercii yok ortada. Dolayısıyla bu yeni milliyetçilikler ile Büyük Devletlerin bazıları arasında karmaşık koruyan-korunulan, ya da patron-müşteri (patronage-and-clientelage) ilişkileri oluşuyor. İngiliz ve Fransız kamuoyunda güçlü bir philhellenism (Yunan-severlik) cereyanı başgösteriyor. Avrupa’nın diğer ucunda Rusya, Pan-Slavizm şampiyonu kesiliyor. İster Avusturya-Macaristan, ister Osmanlı egemenliğindeki Slav topluluklarının talep ve isyanlarına topluca sahip çıkıyor. Karşılığında “kurtarıcı”ları sıfatıyla bağlılık ve itaat istiyor.
Peki, ne istiyor yeni Balkan (ve Kafkas) milliyetçilikleri, kendilerine yakın gördükleri Büyük Devletlerden? Londra’ya, Paris’e, Berlin’e (ve tabii bütün Avrupa kamuoyuna) taşıdıkları, bu topraklar bizim olmalı tarzı hak iddialarını, hangi gerekçelere dayandırıyorlar? Başlıca iki argüman söz konusu. Birincisi, etno-lingüistik bazlı demografik bir yaklaşım. “Burada biz çoğunluktayız.” Peki “biz” kimiz? Şu veya bu dili konuşanlar ve dolayısıyla o dilin tanımladığı etnik gruba (milliyete) mensup olanlar. Nereden biliniyor, kimin çoğunluk kimin azınlık olduğu? Nüfus sayımlarından. Tabii kimin, nasıl organize ettiğine bağlı. Hepsi sürekli manipüle ediliyor. (Bu yüzden, konunun uzmanı Balkan tarihçileri arasında, 19. yüzyılda tek bir dürüst, namuslu nüfus sayımı bulunamayacağı kanısı yaygın.) Dahası, bu sayımlar öncesi ve sırasında, daha önce sözünü ettiğim yerel, düşük yoğunluklu etnik savaşlar da devreye giriyor. Çeşitli tarafların paramiliter güçleri köy basıyor, ekinleri yakıyor, belki erkekleri öldürüyor, kadınların ırzına geçiyor. Mevcut nüfus bileşimini şiddet yoluyla kendi lehlerine çevirmeye çalışıyor. Önce biri sonra diğeri olmuyor. Hepsi birden yaşanıyor.
İkincisi, bunun yanında bir de tarihe başvuruluyor. Doğru bilim veya sahte bilim, milliyetçilik açısından farketmez; tarihten ve tarihçilerden, (a) arzulanan topraklarda “bizim” en eski olduğumuzu çünkü herkesten önce gelip yerleştiğimizi; olmazsa (b) geç bile gelmiş olsak bu diyarın altın çağını, gelmiş geçmiş en parlak dönemini “bizimle” yaşadığını ispatlamaları isteniyor. İlkinden, kökencilik ve otoktonluk efsaneleri (myths of originism and autocthonism) türüyor. Buna iyi bir örnek, 1930’ların Kemalist Kültür Devrimi sırasında uydurulan Türk Tarih Tezi. Birkaç gerekçesi var (geçmişte çok yazdım), ama en önemli çıkış noktası, Türk ve Yunan milliyetçilikleri arasında Anadolu üzerindeki reel ve zihinsel temellük (appropriation) mücadelesi. Küçük Asya kime ait (olmalı)? Bilinen tarih, ilk Yunan yerleşimlerinin İÖ 13. yüzyılda başladığı, Türkmen aşiretlerinin ise Malazgirt’in az öncesi ve sonrasından itibaren, yani 11. yüzyılda göçüp geldiği şeklinde. Mustafa Kemal’e yetmiyor bu. Bin yıl yetmiyor. “Türk çocuğu 1071’de gelmekle bu vatanın hakikî sahibi olamaz” diyor. Çok daha gerilere, Yunan kolonizasyon hareketinden öncesine gitmek lâzım. Böylece ortaya, Türklerin (atalarının) Orta Asya’da insanlığın en eski uygarlığını kurmuş olduğu, sonra oradan dünyaya yayıldığı, dolayısıyla tarih kitaplarının yazdığı pek çok kadim kavmin aslında Türk olduğu şeklinde bir kurmaca çıkıyor. Bu çerçevede Sümerler, Etrüskler, Hiksoslar ve Amerika kızılderilileri gibi Hititler de Türk sayılıyor; “Eti Türkleri” deniyor (Etibank ve Eti bisküvileri gibi) ve İÖ 2. binyılın başlarında bugünkü Türkiye topraklarında yerleştiklerinden, Yunanlılardan önce “gelmişliğimiz” güya halledilmiş oluyor. Ama hayır, olmuyor, tutmuyor; o kadar palavra ve bütün tarihsel, kronolojik, arkeolojik, lingüistik vb verilere o kadar aykırı ki, bir Tek Parti devletinin olanca gücü ve baskısı dahi yetmiyor tutturmaya. O zaman buradan ayağı biraz daha yere basan tartışmalara, Bizans-Osmanlı karşılaştırmalarına dönülüyor. Asıl büyük medeniyet Bizans mı ve Osmanlı, Bizans’ın bir taklidinden mi ibaret? Yunan milliyetçiliğinin bu yaklaşımına, bu sefer Fuat Köprülü cevap veriyor; (başka hiçbir etki içermeksizin) münhasıran Türk-İslâm ve Selçuklu geleneklerinden türettiği Osmanlı devleti ve medeniyetinin orijinalitesini savunuyor. Tabii o da ideolojik bir tek-yanlılığa cevap vereyim derken bir başka ideolojik tek-yanlılığa savruluyor. (Bu da, Eti bisküvileri kadar olmasa bile, bu sefer Cüneyt Arkın filmlerine ve “Kahpe Bizans” kültürüne yansıyor.)
Türk tarihi ve tarihçiliğinden iki örnek seçtim, ama yanlış anlaşılmasın; tarihin milliyetçi istismarı, pek çok Avrupa ülkesinin geçmişinde mevcut. Genel olarak “Romacılar” ve karşılarında genel olarak “Germenciler.” Ya da emperyal medeniyeti ve zıddında barbarlığı savunanlar. Fransız tarihçileri ve Alman tarihçileri (bırakın konuşmayı, birbirlerini okumaya dahi belki ancak 1930’larda ve Annales ekolünün etkisiyle başlayacaklar). Macarlar ve Slavlar. Macarlar ve Romenler. Fransa’da Galyacılar ve Frankçılar. İngiltere’de (görece solcu) Anglo-Saksoncular ve (görece muhafazakâr) Tudorcular. Bu tür kutuplaşmalar her yerde var. Siyasetin gerisinden gidebiliyor. En azından Avrupa ve Kuzey Amerika’da, siyaset değişiyor, ama popüler kültür inanışları, hattâ akademik ve yarı-akademik kalıplar daha yavaş değişebiliyor. Düşünce hayatının üzerinde bir kambur, ölü bir ağırlık oluşturuyor. Gene de, zamanla miadını dolduruyor. 19. yüzyıl tarzı “millî tarih” giderek aşılıyor. Yerini çağdaş yaklaşımlara bırakıyor.
Şimdi bütün bunlardan, dönelim Siyonizm meselesine. Siyonizm, en başta da söylediğim gibi, ana mecra Yahudi milliyetçiliği. 19. yüzyıl milliyetçiliklerinin genel yükselişi, tartışmaları ve dalaşmaları, giderek boğazlaşmaları ortamında vücut buluyor. Üzüm üzüm baka baka kararırmış. Yahudi milliyetçiliği de hem kendi paralel evrimini yaşıyor. Hem etrafındaki diğer milliyetçiliklerden etkileniyor ve öğrenerek, taklit ederek benzer zihinsel yapılar peydahlıyor. Ortaklıklar düzeyinde, birçok başka milliyetçilik gibi o da, zulme ve mağduriyete tepkiden kaynaklanıyor. Son “Ortaçağ ve Yeniçağda anti-semitizm” (15 Ağustos) yazımda değindiğim gibi, Yahudiler habire itilip kakılıyor, oradan oraya tekmeleniyor, şehirlerden ve hattâ ülkelerden sürülüyor. Gene orada belirttiğim gibi, 19. ve 20. yüzyıllarda özellikle Rusya’da çok sayıda pogrom yaşanıyor. Odessa pogrom’ları (1821, 1859, 1871, 1881 ve 1905), Varşova pogrom’u (1881), Kişinev pogrom’u (1903), Kiev pogrom’u (1905), Bialystok pogrom’u (1906) birbirini izliyor. Siyonizm en son bu faciaların gölgesinde vücut buluyor. Theodor Herzl’in Der Judenstaat (1896) kitabının ardından, (en tepede fotoğrafını gördüğünüz) 1897 Basel Kongresi’nde, Yahudilere “Kutsal Diyarlarda bir vatan ve ulus-devlet” programı etrafında bir araya geliyor.
Tabii bu, Siyonizm ile diğer milliyetçiliklerle arasında önemli bir farkı da belirliyor. Yukarıda sözünü ettiğim bütün diğer etnik-dinî grupların temel aldığı, çoğunluk olduğu, üs edindiği bir yurt parçacığı var. “Ötekileri” kovup orayı “temizlemeye” ve sonra “daha büyük” yapmaya bakıyorlar. Yahudilerin ise böyle hiçbir teritoryal çekirdeği yok. Boyunduruğunda yaşadıkları imparatorluklara karşı kitlesel bir mücadele verecek halleri de yok (çünkü çok küçük ve dağınık nüfus grupları söz konusu). Yüzyıllar süren evsiz barksızlıkları ve her an her yerden kovulabilirlikleri, ilk ağızda olmayan ve sığınacak bir yer arayışına dönüşüyor. Tamamen kendilerine mahsus, ayrı ve güvenli bir yurt olmalı. Ama nerede? Adresi ve gerekçesi Kutsal Kitaplardan sağlanıyor. Özel bir etnik dine aidiyetle hayatta kalabilen Yahudilik, (mutlak bir epistemolojik özgüvenle) çözümü gene kendi inancında arıyor. İbrani İncili’nde (Ahd-ı Atik’de) Siyon, eski Yeruşalayim’in iki tepesinden doğuda olanı. Yahudi milliyetçiliği bu sembole kilitleniyor ve Siyonizm adını alıyor. Tanrının İsrailoğullarına “vâdettiği” toprakların, (iki bin küsur yıl sonra) çağdaş Yahudilere ve onları temsilen Siyonist harekete verilmesini istiyor.
Bu, milliyetçilik adına tarihe başvurma (ya da tarihin istismarı) örneklerinin olabilecek en absürdü, en ekstremi, en mantıksızı, en fondamentalisti. İlk başta anlattığım fıkrada olduğu gibi, tanrısal bir hak iddiasında. İki problem var. Bir, İsrail diyarını terketmelerinin üzerinden 2400-2500 yıl geçmiş. Ve şimdi oralarda başkaları (Müslüman ve Müslüman olmayan Araplar) yaşıyor. İki, kendileri orada değil. O zaman bu vatanı onlara kim verecek? Filistinli Araplara ne olacak, Eretz İsrael kurulurken? Hemen bütün “gecikmiş” ulus-devletler, irili ufaklı etnik temizliklerle, bazen soykırımlarla kurulmuş. Siyon’da böyle bir şey yaşanmayacak mı? Ya da yaşanacağı, ama faturası Avrupalı olmayanlara çıkacağı için önemsenmeyeceği, gözardı edilebileceği mi düşünülüyor?
Sonraki aşamada bu soruların cevabı emperyalizmden geçiyor. Ve tarihte “öngörülmeyen sonuçlar yasası”nın korkunç bir örneği olarak çıkageliyor.