[22 Haziran 2024] Bu konuda 1960’larda yazılıp çizilenlere döndüğümde, bir noktada farklı düşündüğümü farkediyorum: Rusya’da 1917 devrimlerinin, özellikle de Ekim Devrimi’nin, Millî Mücadele üzerindeki etkisi konusunda. Evet, bu etki çok önemli. Şimdiye kadar doğru dürüst incelenmediği ve yazılmadığı derecede önemli. Ama direkt Sovyet yardımına indirgenmesi, bunun anlaşılmasını önlüyor. Asıl sorun, Ekim Devrimi sayesinde Türkiye’nin (Anadolu’nun) doğudan da kuşatılamaz ve çembere alınamaz olması. Yani doğru cevap, olağan belgeci tarihçiliğe değil, bir tür what if (ya olsaydı/olmasaydı) yaklaşımına bağlı.
Yakın zamanda “Bizim Raçovlarımız” (17 Haziran 2024) yazımda değindim bu konuya. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Ocak 1921’de Karadeniz’de öldürülmelerini çevreleyen koşulları özetlerken, o sırada Türk milliyetçiliğinin iki farklı projesi vardı dedim: “Mustafa Kemal’in mütevazi-savunmacı çizgisi ile Enver’in hayalci-yayılmacı çizgisi. Anadoluculuk ve Turancılık. Ya, Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından Anadolu merkezli bir ulus-devlet çıkarmak – ve bunun için Sovyetlerin de desteğini, en azından tarafsızlığını kazanmak; hem doğuda hem batıda değil, sadece batıda savaşmak. Ya da, Rusya Türkleri ile Osmanlı Türklerini birleştirme tasavvuru peşinde, İç Asya’da Sovyetlerle çarpışmayı göze almak (doğudan da çembere alınmak pahasına).” Birinci proje, demeye getirdim, hem görece makuldü, yapılabilirdi, hem de Sovyetler karşısında bıçak sırtında yürümeyi gerektiriyordu. Buradan hareketle, 28-29 Ocak 1921 katliamını, Kemalistlerin alan hâkimiyetini (veya devrimde hegemonyayı) kaptırmama endişesine bağladım. Ama bir de, yukarıda italiklediğim yerlerdeki yan fikir var. Onu şimdi açmak istiyorum.
18. yüzyılda Polonya ve Osmanlı İmparatorluğu
Yapısal zaaf ve kriz içindeyseniz (bunun altını çiziyorum), yani içsel direnciniz zayıfsa, her taraftan kuşatılmak çok korkunç olabilir. Bunu somutlamak için, bir karşılaştırmayla başlayacağım. 18. yüzyıl sonlarında nedir Polonya’nın ve Osmanlı devletinin durumu? Doğu Avrupa’nın kuzeyi ve güneyinde iki büyük devlet — 17. yüzyıl sonlarına kadar. Fakat aslında ikisi de inişte. 1683 Viyana bozgunu (Kahlenberg ya da Alaman Dağı Muharebesi), Osmanlının ilk muazzam yenilgisi. Aynı zamanda (benmerkezci tarihçiliğimizde çok farkına varmasak da) Polonya’nın belki son zaferi. Bundan sonra herşey, ikisi için de yokuş aşağı. Ayakta kalabilmek için yukarıdan aşağı modernizasyona, bunun için de (güçlü bir reformatör iradenin yanısıra) zamana ihtiyaçları var.
İki koşulu da Osmanlı bulabiliyor, Polonya bulamıyor. İçsel nedenlerini (Polonya feodalizmi ve aristokrasisinin burada tartışamayacağımız parçalanması ve çöküşünü) bir yana bırakalım. Bir zamanların haşmetli Polonya-Litvanya Cemahiriyesi’nin 1770’lerin başlarındaki konumunu yukarıda görebiliyorsunuz. Eskimiş. Her tarafı yeni, güçlü ve yükselen devletlerle sarılmış: batıda Prusya (kurşunî alan), güneyde Avusturya (yeşil alan), doğuda Rus Çarlığı (kahverengi alan). Bu çemberden kurtulamıyor. Her biri, Polonya soyluları içinde işbirlikçiler buluyor, kendine yakın hizipler kuruyor-kurduruyor. İç savaş patlak veriyor; derme çatma konfederasyonlar kuruluyor ve çözülüyor.
Sonuçta, 1772, 1793 ve 1795’te üç defa paylaşılıyor Polonya (Osmanlı terminolojisinde Lehistan). Bunları da gene yukarıda, ikinci haritada görüyorsunuz. Doğudan Prusya geliyor (sırasıyla koyu kurşunî – açık kurşunî – açık mavi alanlar). Güneyde Avusturya, 1793’ün ikinci paylaşımında yok. 1772’de koyu yeşil, 1795’te açık yeşil alanları kapıyor. Fakat tabii aslan payı Rusya’nın: koyudan açığa kahverengi alanlar, Çarlığın 1772-1793-1795 ilerleyişini yansıtıyor. Paylaşılmadan önce Polonya’nın toplam nüfusu 14 milyon kadar (Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfusu 1700’de 27.5, 1800’de 26 milyon tahmin ediliyor). 1772’deki birinci paylaşımda 14 milyonun 4-5 milyonu, 1793’teki ikinci paylaşımda belki 6 milyonu, 1795’te ise son 4 milyonu gidiyor ve bağımsız Polonya (1918’e kadar) haritadan siliniyor. Polonya-Litvanya Cemahiriyesi’nin 1772’deki toplam nüfusunun yüzde 23’ü Prusya’nın, yüzde 32’si Avusturya’nın, yüzde 45’i Rusya’nın yönetimine geçiyor.
Aynı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu neler yaşıyor? Bir yere kadar, çok farklı değil. Baş düşmanları, kuzeyde Polonya’yı yutanların ikisiyle aynı: Avusturya ve Rusya. İlki, kendi güneydoğusuna doğru Balkanlara iniyor. İkincisi, kendi güneybatısı yönünde gene Balkanlara, güneyinde Kırım’a, (biraz daha sonra) güneydoğusunda Kafkasya’ya yükleniyor. Bu çok-uçlu taarruz karşısında Osmanlı çoğu zaman yeniliyor ve sürekli geri çekiliyor. 1772’de Polonya’nın ilk paylaşımına, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı ve Küçük Kaynarca Antlaşması karşılık geliyor. 1783’de Rusya Kırım’ı ilhak ediyor. 1787’de bir diğer Osmanlı-Rus Savaşı patlak veriyor. 1788’de Avusturya da Rusya’nın müttefiki olarak savaşa katılıyor. 1787-1790 arasında Hotin, Yaş (İaşi), Özi (Oçakov), Belgrad, Kili (Kilia) ve İsmail (Izmail) düşüyor. 1791’de Avusturya ile Ziştovi (Sviştov), 1792’de Rusya ile Yaş Antlaşmaları imzalanıyor. Derken 1798’de Napolyon Mısır’a saldırıyor. Fransa ile, tâ 16. yüzyıldan, I. François (hd 1515-1547) ve Kanunî Süleyman (hd 1520-1566) zamanından beri geleneksel bir dostluk söz konusu. Onun için Osmanlılara ve III. Selim’e çok kötü bir sürpriz oluyor.
Peki, bu kadar baskı ve böyle bir mağlubiyetler zinciri karşısında dahi, neden çökmüyor Osmanlı İmparatorluğu? Tehlikeyi küçümsemeyelim; çöküşün kıyısına geliyor aslında. III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmut (1808-1839) dönemlerinin krizi çok derin. Kendileri görüyor, yaşıyor, kabul ediyor. Yaptıklarına bakalım. Muhafazakârlıkta, statükoculukta ısrar etmiyorlar. Osmanlılığın üstünlüğü iddiasından vazgeçiyorlar. Batı’ya karşı direnebilmek için Batılılaşmayı, en başta da “Avrupa ordusunu ithal etmeyi” kabulleniyorlar (bu kavram için bkz David B. Ralston, Importing the European Army. The Introduction of European Military Techniques and Institutions in the Extra-European World, 1600-1914, Chicago 1996). Önce (tebalarına da, Büyük Devletlere de hiçbir yazılı söz vermedikleri) “belgesiz” reformlar geliyor. Onları, Tanzimat (sonra Islahat, sonra Birinci Meşrutiyet) ile artık “belgeli” (kendini bir tür “ön-anayasa”ya bağlayan) reformlar izliyor.
Önce güneyin, sonra doğunun açık olması
Önemli olan şu ki, bunları yapacak zamanı oluyor Osmanlının. Çünkü coğrafyaları buna elveriyor. Yükseliş dönemlerinde çok büyümüşler. Şimdi (18. yüzyılda) Polonya’ya nasip olmayan bir “savunma derinliği”nden yararlanıyorlar. Mekân (toprak) verip zaman kazanıyorlar (trading space for time). Örneğin 1791-1792’de kaybettikleri (yukarıda soldaki harita), neredeyse bugünkü Romanya, ama Balkan topraklarının küçük bir parçası. Adım adım geri çekilebiliyorlar, zira geri çekilebilecekleri uçsuz bucaksız bir teritoryalite söz konusu (yukarıda sağdaki harita; 1791-92 kayıpları en tepede açık yeşil gözüküyor). Bunun da çoğu zaman farkedilmeyen, adı konmayan koşulu, fazla güneyde olmaları ve dolayısıyla her taraftan kuşatılamamaları. Avusturya ve Rusya, anlatmaya çalıştığım gibi, hep kuzeyden geliyor üzerlerine. Aşağısı ise (henüz) açık. Aşağıda Akdeniz ve Arap eyaletleri var. Batılı, denizci Büyük Devletler (İngiltere, Fransa) henüz Akdeniz’e hâkim değil ve Orta Doğu’ya da sızmamış. Arap milliyetçiliği ufukta belirmemiş. Dahası, Büyük Devletler sırf coğrafyayla değil, çıkar çatışmalarıyla da bölünüyor. Bu da Osmanlılara Polonya’nın yapamadığını yapıp kâh İsveç’le, kâh Prusya’yla, kâh (Rusya’ya karşı) Fransa’yla, kâh (1799’da Napolyon’a karşı) İngiltere ile ittifak yapma olanağı veriyor. Başka bir deyişle, toptan çembere alınmayı hem coğrafya, hem diplomasi önlüyor.
Şimdi buradan gidelim 20. yüzyıl başlarına, Birinci Dünya Savaşı’na ve Millî Mücadele’ye. 19. yüzyılın olanca Tanzimat modernleşmesine rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun göreli konumu ve durumu giderek kötüleşiyor. Bunda, küçülmesi de, kuşatılabilirliği de, özellikle Rusya karşısında Batılı Büyük Devletler tarafından (1877-78’de olduğu gibi) terkedilebilirliği de önemli faktörler. “Şark Meselesi” yeni boyutlara ulaşıyor. Rusya sürekli bastırıyor. İlk defa, Eylül 1833’teki Hünkâr İskelesi Antlaşması’ndan iki ay sonraki Münchengratz buluşmalarında, Çar I. Nikola (hd 1825-1855), Avusturya’nın ünlü Prens Metternich’ine, Osmanlılardan “hasta” veya “hasta adam” diye söz ediyor. 1853’te (emperyalizmden yana olmayanlar arasında zikrettiğim) İngiliz devlet adamı John Russell, Kırım Savaşı’na giden yolda gene I. Nikola’nın Osmanlı İmparatorluğu’nu “hasta adam – çok hasta bir adam – düşkünlük içindeki bir adam – ağır hasta bir adam” diye anlattığını kaydediyor. 9 Haziran 1908’de Reval Mülâkatı gerçekleşiyor. Estonya, Rusya’nın bir parçası. Reval, Estonya’nın başkenti Tallinn’in o zamanki adı. İngiltere kralı VII. Edward ile son Rus çarı, devrimle devrilecek olan II. Nikola (hd 1894-1917), burada, açıkta demirlemiş bir gemide bir araya geliyor (en tepede, İngiliz basınında 15 Haziran’da yayınlanan fotoğraflarını görüyorsunuz). II. Nikola, “Avrupa’nın hasta adamı” davulunu çalmayı sürdürüyor. Birazdan ölecek, mirasını şimdiden bölüşmeliyiz demeye getiriyor. Yükselen Almanya karşısında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Üçlü Itilâf’ının (Entente) oluşması, bu projeye fizibilite kazandırıyor. İtilâf Devletleri arasında 1916’da olgunlaştırılan gizli anlaşmalarla, “Küçük Asya, Mezopotamya vs”nin, İngiliz Dışişleri’nin yukarıdaki (sol üst köşesinde SECRET yazan ve 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sèvres Antlaşması’nın da temelini oluşturan) haritasına göre paylaşılması kararlaştırılıyor.
Ama öyle olmuyor pratikte. Rusya son tahlilde geri bir tarım ülkesi. Sayıca büyük ordularına karşın, doğu cephesinde Almanlara üstünlük sağlayamıyor. Tersine, Tannenberg ve Mazuri Bataklıkları muharebelerinde muazzam kayıplara uğruyor. Yeniliyor ve toprak kaybediyor. Ekonomi de bu yükü taşıyamıyor. Halk yokluğa, yer yer açlığa sürükleniyor. Rejimin en büyük ideolojik dayanağı, Çarın kişisel prestiji, karizması. Fakat hızla aşınıyor. 1917’de önce Şubat, sonra Ekim Devrimleri patlak veriyor. İkincisi Bolşevikleri iktidara getiriyor. Küresel anti-emperyalizm yaklaşımıyla Lenin, Büyük Devletleri gerileten her şeyi ilerici ilân ediyor ve bu çerçevede, 1918 sonrasında Anadolu’da patlak veren Millî Mücadele’ye de arka çıkıyor, destek veriyor.
Şimdi durup aksini düşünelim. Yukarıdaki haritaya tekrar bir bakın. Kuzeybatıda, sağ üst köşede büyük bir sarı alan gözüküyor. Keza İstanbul ve Boğazlar da sarıya boyalı. Bunlar, 1916’da Rusya’ya vâdedilen topraklar. 1919-22’de ise Çarlık Rusyası yok artık. Sèvres masasında da yok, sonrasında da. Bolşevikler (sonra Sovyetler) var ve sırf bu, muazzam bir fark yaratıyor. Doğu sınırı kapanmıyor, açık kalıyor. Maddî-malî yardım da cabası. En mühimi şu ki, oradan kalabalık Rus (veya Rus-Ermeni) orduları yüklenmiyor Türkiye’ye. Kâzım Karabekir’in 9. Kolordu’sunu ezip geçerlerdi muhtemelen. Ama olmuyor bu. Tersine, Bolşevikler 1915 soykırımının intikamını arayan Ermeni milliyetçiliğini kısıtlıyor ve kontrol altına alıyor. Rusya’nın Ankara’ya karşı saf tutabilecek saldırganlar arasından ayrılması, diğer İtilâfçıları de etkiliyor. İngiltere yorgun (kendisi savaşmıyor, Yunan işgalini destekliyor). Fransa yorgun (güneydoğuda fazla direnmiyor, 20 Ekim 1921’de BMM hükümeti ile Ankara Antlaşması’nı imzalayıp tamamen çekiliyor sahneden). Mustafa Kemal ancak ondan sonra sırf batı cephesine konsantre olabiliyor.
Başarılı, yenilmemiş, devrilmemiş ve mütecaviz bir Çarlık rejiminin varlığı, bütün bu denklemleri pekâlâ değiştirebilirdi. Yunan ordusu ile Rus orduları aynı anda hücum etseydi ne olurdu örneğin, doğudan ve batıdan? Tam bir kâbus senaryosu. Millî Mücadele gene kazanılır mıydı? Üç yılda kazanılır mıydı? Daha kaç İnönü, kaç Sakarya, kaç Büyük Taarruz gerekirdi Anadolu’yu kurtarmak için? Tamamı kurtarılır mıydı? Ne kadarı düşman elinde kalırdı? Kemalistler 1921-1922’deki kadar net kazanamasaydı, rejim, yönetim ne olurdu? İktidar gene modernist Türk milliyetçiliğinin “asker-sivil aydın zümre”sinin elinde mi kalırdı? Cumhuriyet mi kurulurdu? Yoksa, Sèvres haritalarına benzer, hayli küçük ve izole, Orta Andolu’dan ibaret kalmış bir Türkiye’de, bambaşka bir iktidar konfigürasyonu mu doğardı?
Asla cevaplandıramayacağımız sorular. Çünkü tarih böyle ilerlemedi. Gene de düşünmeye (ve “olan, biricik olması gerekendir” tarzı bir Hegelci fatalizmden uzak durmaya) yarıyor.