6-9 Haziran tarihlerinde AB üyesi 27 ülkede yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin neticeleri ülkemizde çok fazla bir ilgi ve heyecan uyandırmamışsa da, özellikle iktidar medyasında “AB çatladı, AB patladı” diye ağızlarından sular akan yorumcular tarafından hevesle karşılandığı dikkatimi çekti. Aynı yorumcuların haftanın nerede ise her akşamı aynı kanallara çıkıp dünya meseleleri hakkında konu ve bölge ayırımı yapmaksızın iddialı şekillerde fikir beyanında bulunmaları bana ülkemizde çok geçerli olan fikir sahibi olmak için bilgi sahibi olmaya gerek yok söylemini hatırlattı. O nedenledir ki yıllardan beri televizyonlarda artık açık oturum izlemiyorum, en fazla 10-15 dakikadan sonra zapping düğmesine basıyorum.
Tabii bu yorumcuların kapıları bize kapalı olan AB’nin yakında infilak etmesini arzu etmeleri normal sayılmalıdır. Bu arada varsa izleyicilerini yanıltmaları onlar için önemli sayılmamalı. Zaten kamuoyunun medyaya bir hayli az olan güveninin bir parça daha azalmasını önemsemeyecekleri de kesin. Gerçi o izleyicilerin de en az bir kısmının duymak istedikleri mesaj da muhakkak odur. Bize üyelik ve hatta vize kapılarını açmayan AB’nin yaşama hakkı kalmamıştır birçok vatandaşımızın gözünde. Reyting peşinde koşan kanalların da nabza göre şerbet dökmeleri belki de eşyanın tabiatındandır.
Ne yazık ki AB’nin çatlayacağı filan yok. Yaşadığı krizler ne olursa olsun AB üyelerinin hiçbiri, Brexit tecrübesinin Birleşik Krallık için yol açtığı ekonomik ve diğer kayıpları gördükten sonra birlikten ayrılmayı düşünmüyor. Bundan birkaç yıl önce Euro bölgesinden, hatta AB’nin kendisinden çekilmeyi öngördüklerini iddia eden İtalya, Hollanda, Fransa ve başka ülkelerdeki aşırı sağcı partiler artık bu söylemi terk etmişler, onun yerine iktidara gelmeleri halinde AB’yi içeriden değiştirme iddiasını öne çıkarmaya başlamışlardır. Kaldı ki başta Fransa ile Almanya’daki radikal sağ partiler olmak üzere aralarındaki görüş farklılıkları o kadar büyük ki bir blok halinde hareket etmeleri epey güç görünmektedir. Radikal sağ Alman AfD partisinin seçimlerdeki liderinin Nazi SS’lerinin hepsinin suçlu olmadığını iddia etmesi üzerine kopan infial neticesinde liste başından ayrılmış, Fransız RN partisinin lideri Marine Le Pen tarafından aforoz edilmiştir. Tabii Bayan Le Pen zamanında parti lideri olan babasının Nazi sempatizanlığı ve söylemi nedeniyle birkaç kez yargılandığını unutmayı tercih ettiği anlaşılıyor.
Bu demek değil ki AP seçimlerinin bir önemi yoktur. Tam tersine 1979 yılında direkt seçimlere geçildiğinden bu yana AP’nin yetkileri her yeni antlaşma ile arttırılmıştır. Başlangıçta daha çok istişari bir organ iken şimdi AB kurumları arasında Konsey ve Komisyon ile karar alma mekanizmasının vazgeçilmez ortağı oldu. Örneğin Brüksel’deki ilk tayinim sırasında AB ile Gümrük Birliğimizin 1995 sonunda tamamlanma şartlarını içeren Ortaklık Konseyi Kararının kabulü gündemdeydi. Bizim anayasamıza göre mevcut ortaklığımızın öngördüğü bir süreç olduğu için Ortaklık Konseyi Kararının TBMM’ne sunulmasına gerek görülmemişti. Daha önce olduğu gibi Resmî Gazetemizde yayınlandı. Oysa AB Komisyonu Ortaklık Konseyi Kararını AP’ye götürmek istedi. Muhatabım olan Türkiye Masası sorumlusuna bazı endişeler dile getirdiğimde “merak etme görüşlerini istediğimize o kadar çok sevinecekler ki olumlu oy verecekler” demişti. Nitekim öyle oldu ve AP 2/3 çoğunlukla Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinin en önemli unsuru ve hala yürürlükte olan Gümrük Birliği’ni onaylamıştı.
AP’nin bir özelliği siyasi partilerden oluşmasına karşılık parti gruplarında disiplinin bir hayli eksik olmasıdır. Demokratik bir ülkede milletvekilleri adaylarının belirlenmesinde genel merkez ile partilerin yerel teşkilatları arasında bir denge oluşur. Terazi bazı ülkelerde genel merkez tarafına, başkalarında ise yerel parti örgütleri tarafına sarkar. AP’de böyle bir şey yoktur. Partilerin Brüksel’de bir alt yapıları vardır. Ancak Brüksel’deki teşkilatların aday belirlemede hiçbir etkinliği yoktur. Adayları ülkelerdeki milli teşkilatlar belirler. Bunlar da doğruyu söylemek gerekirse milli parlamentolardaki siyasi ömürleri tükenmiş veya istikballeri olmayan ancak ilişkileri iyi olan kişilerden oluşur. Grup kararlarına ve grup disiplinine uyma ihtiyacını duymazlar. Nitekim yeni AP içinde mevcut Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in beş yıllığına seçilmesi için gerekli 361 oya fazlasıyla ulaşıyor. Kâğıt üzerinde 403 oyu var ancak firenin çok fazla olabileceği ihtimaline karşı oylamada 361’e ulaşmasına garanti gözüyle bakılmıyor.
Nitekim Brüksel’de bu sefer büyükelçi olarak görev yaptığımda ilişkilerimizin de şimdikinden çok daha yoğun olması nedeniyle vaktimin önemli bir bölümünü AP’nin ayda bir hafta toplandığı Strazburg’da çadır kurarak ve milletvekillerini teker teker lobi ederek geçirirdim. Odalarında veya Parlamento’nun kafesinde baş başa yaptığımız görüşmeler netice almak için tek yöntemdi.
O sıralarda. ABD terörün finansmanına karşı iş birliğini içeren bir anlaşmayı AB ile müzakere etmişti. Ancak AP kişisel verileri korumadığı gerekçesiyle anlaşmayı reddetmişti. Meslekten diplomat olmayan ve iş hayatından gelen ABD Büyükelçisi bana öfkesini gizlememiş, “bütün grup başkanlarını ziyaret ettim, hepsinin desteğini aldım” diye yakınmıştı. Ben de bunun yeterli olmadığını kendi tecrübelerime dayanarak anlatmıştım. ABD havluyu atmamış, birkaç aylık lobiden sonra anlaşmayı geçirmeyi başarmıştı.
Demek oluyor ki AP yetkileri epey fazla ancak disiplini hayli sınırlı kendine mahsus ve benzeri olmayan bir oluşum. NATO ile Avrupa Konseyi başta olmak üzere bizim de üye olduğumuz birçok uluslararası örgütün parlamenter meclisleri var. Ancak bu ikisi de dahil hiçbiri AB’ye benzeyen bir yapıya ve işleve sahip olmadığı gibi seçim sistemi farklıdır. Diğer bütün meclislerde üyeler direkt seçilmemekte, milli parlamentolar tarafından belirlenmektedir. Bu da doğal olarak etkinliklerini epey sınırlamaktadır.
Gelelim son seçimlere; doğrusu netice endişe edildiği kadar “kötü” olmamıştır. Haklı olarak Fransa’da aşırı veya radikal sağın en fazla oyu alması, Almanya’da ikinci sırada olması ve başka ülkelerde de kayda değer ilerlemeler kaydetmesi endişe edildiği kadar vahim neticeler doğurmamıştır. Hatta aşırı veya radikal sağ partilerin iktidarda oldukları veya iktidara destek oldukları Macaristan veya İsveç gibi ülkelerde performanslarının çok parlak olmadığı görülüyor. Sağa kayma olmuştur ama bu kayma ortanın sağındaki partilere olmuş ve onların grubu Avrupa Halkları Partisi (EPP) birinciliğini korumuştur. İkinci sırada yine eskisi gibi sosyal demokrat partilerin oluşturduğu grup yer almaktadır. Üçüncü sırada da yine liberal grup yer almaktadır. Dolayısıyla bu üç partinin Komisyon ile Konsey Başkanlıkları ile Dış İlişkiler Yüksek Temsilciliğini paylaşmaları beklenmektedir. Hatta isimler şimdiden bellidir. Komisyon başkanlığına Alman Hıristiyan Demokrat ve mevcut başkan Von der Leyen, Konsey başkanlığına eski Portekiz Başbakanı Sosyalist Antonio Costa, Yüksek Temsilciliğe de Liberallerden müstafi Belçika Başbakanı Alexander de Croo veya Estonya Başbakanı Kallas’ın getirilmesi bekleniyor. Von der Leyen’in partisi Almanya’da AP seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen iktidarda değil. Ancak işin ilginç tarafı kendisine Alman iç siyasetinde muhalif olan koalisyonun onu aday göstermemesi diye bir şey söz konusu değil.
Beklenen başlıca değişiklik kaçak göç aleyhindeki akımın yeni Parlamento’da güçlenmesi, ayrıca otomobil kullanma alışkanlıkları değişmesi gereken başta orta sınıfların çok fazla sevmediği Yeşil Dönüşümün sulandırılmasıdır. 2050’de net sıfır salınım hedefinden geri dönülmekte olduğunu başta Almanya’da zaten görmekteyiz. Seçimler bunu teyit etmektedir.
Bu seçimlerin bizim için bir sonucu olabilir mi? Ben sanmıyorum. Ülkemiz uzunca bir süreden beri tam üyelik hedefini askıya almış, Kopenhag kriterlerinden vazgeçtiği gibi ne oldukları belirsiz Ankara kriterlerini yerine koyması bile hemen polemiklere yol açmış ve kısa zamanda hasır altı edilmiştir. AP’nin ülkemizle ilişkilerin normalleştirilmesi ve örneğin Gümrük Birliği’nin modernleştirilmesi ve derinleştirilmesi için başta Kıbrıs, demokrasi, hukuk, AİHM kararlarının uygulanması gibi en az 2018 yılından beri dile getirdiği şartların değişmesi beklenmemektedir. Kaldı ki Parlamento’dan başka üye devletlerin oluşturduğu Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesi de nerede ise bir yıl önce kaleme alınan ve Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için bir yol haritası içeren raporu tabiri caizse komisyona yani Daimî Temsilcilere havale etmiştir. Onlara da bir talimat verilmediği için bu rapor üzerinde herhangi bir işlem yapmayacakları kesindir. Zaten önümüzdeki dönemde yukarıda da belirttiğim gibi yeni bir Komisyon, yeni bir Konsey Başkanı, yeni bir Dış ilişkiler Yüksek Temsilcisi belirlenmesi gerekecektir. Taşların oturması Aralık ayını bulacaktır. Bu süre zarfında ilişkilerimizde sessizlik hâkim olacak, bu sessizliği bozacak tek şey ise Ankara’dan AB’ni kızdıracak adımlar atılmasıdır. Umarım ilişkileri daha da kötü bir mecraya itecek bir şeyler yapılmasından kaçınılır.
Tabii herhangi bir ilerleme beklentisinin bulunmadığı ancak vatandaşlarımız için çok büyük bir önemi haiz vize meselesini de unutmak mümkün değildir. Burada ilginç olanın vize kolaylığı diyalogunu başlatmak için birkaç ay önce yapılan beyanlara rağmen hiçbir adımın atılmamış olmasıdır. Oysa sorunun gün geçtikçe daha vahimleştiğine şahit oluyoruz. Kim bilir, belki de tasarruf ve döviz kaybını önleme döneminde vatandaşlarımızın seyahat imkanlarının sınırlandırılması iktidarın işine geliyordur. Ancak vizedeki tıkanmanın bir nedeninin AB ile yaptığımız ve 2014 yılında yürürlüğe giren Geri Kabul Anlaşması’nın gereklerinin makamlarımız tarafından tam olarak yerine getirilmediği ve özellikle ülkemizden AB ülkelerine kaçak olarak giden vatandaşlarımız ile üçüncü ülke vatandaşlarının geri alınmasındaki isteksizlik olduğu da iddia edilmektedir.
Okuyucularımın bayramını içtenlikle kutlarım. Bayramdan sonra buluşmak dileğiyle!