Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerde kaybedilmiş bir yıl daha yaşadık. Aslında ilişkiler artık ne Avrupa’da, ne de Türkiye’de heyecan veya ilgi uyandırıyor. Tam üyelik hedefi tüm inandırıcılığını kaybettiği için unutuldu gitti. Ülkemiz AB için tam anlamıyla bir hasım değilse dahi, ortaklıktan tamamen uzaklaşmış bir üçüncü ülke, o da farklı değer ve önceliklere sahip yabancılaşmış bir komşu muamelesi görmektedir. Bunun belki en bariz tezahürü olarak Türk vatandaşlarına gittikçe artan oranda vize sağlamakta konan engelleri gösterebiliriz. Bu engellere rağmen veya belki bunların neticesi olarak ülkemizden AB ülkelerine kaçak yollardan gitmeye çalışan ve oralarda iltica başvurusunda bulunan vatandaşlarımızın sayısında olağanüstü artışlar meydana gelmiş ve Türkiye Afganistan ile Suriye’den sonra bu kategoride üçüncü sıraya yükselmiştir. İktidar bu durumu görmezden gelerek, ülkemize karşı vize ve birçok başka konuda ayırımcılık yapıldığı iddiasında bulunmaktadır. Tabii burada fasit bir daire olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye’de ekonomik kriz arttıkça ve siyasi baskılar ağırlaştıkça haliyle dışarı kaçmaya çalışanların sayısı artmakta, bu kaçışlar arttıkça meşru yolculuklar için vize almak zorlaşmaktadır. Her Türk vatandaşına AB ülkelerinde potansiyel ilticacı ve kaçak göçmen bakışıyla bakılması iktidarımızı rahatsız etmemekte korkarım. Onları rahatsız etmiyor ancak bu ülkenin bir vatandaşı olarak ben bu durumdan üzüntü, hatta utanç duyuyorum.
Çalışma hayatının önemli bir bölümünü Gümrük Birliğinin müzakere edildiği dönemlerinden itibaren bu ilişkilere harcamış bir kişi olarak hem bu vize sıkıntısından ve daha geniş anlamda ilişkilerin bu kadar bozulmuş olmasından derin bir üzüntü duymamam mümkün değil tabii. Bu noktaya gelmemizin birçok sebebi vardır. Türkiye’de kolaycılığa başvurarak, AB’nin bizi hiçbir zaman istemediğini, dolayısıyla ne yapsak kendimizi beğendiremeyeceğimizi iddia edenlerin sayısı az değil tabii. AB ülkelerinin bazılarında ama hepsinde değil, Müslümanlığımızın bir önyargıya sebep olduğu tartışmasızdır. Ancak bu önyargı eskiden bastırılabiliyordu. Türk halkı Müslümandı ancak ülke laikti ve aslında evrensel boyutlara ulaşmış Batı değerlerine tam olarak sahip değilse de onları benimsemeye ciddi bir şekilde azmediyordu. Daha önemlisi güvenilir bir müttefik olarak birçok eksikliğine göz yumulabiliyordu. En azından bu eksiklikleri inkâr etmiyor, bunları tamamlamaya çalışıyordu. Eski Türkiye’yi yönetenler AB üyelik hedefinde samimi değillerdi belki ancak yine de AB’yi vazgeçilmez bir çıpa olarak gördükleri bir gerçekti.
Oysa son yıllarda her iki alanda da ciddi bir gerileme meydana geldi. Türkiye’de laikliğe darbe üzerine darbe indirildi. Bunları saymakla bitirmek mümkün değildir. Kaldı ki bu yazının konusu da değil. Batı dünyası için en çarpıcı ve gözle görülür örnek Aya Sofya’nın birdenbire ve gerçek bir ihtiyaç yokken camiye çevrilmesi, 1500 yıllık sanat eserlerinin restorasyon iddiasıyla ziyaretçilere kapanması ve böyle bir kültürel cinayetin işlenmesinin kamuoyu, medya ve hatta laikliğe değer verdiğini iddia eden muhalefetin de tepkisine yol açmaması, aksine halkın bunu coşkuyla karşılaması olmuştur. Ülkemizin Batı’daki imajına verdiği zarar onlarca aleyhte propaganda yayınından fazladır. İstanbul’u ziyaret eden milyonlarca Batılı turistin uğrak yeri olan Aya Sofya’nın bugünkü halinin onlar için ne kadar büyük şok teşkil ettiği izahtan varestedir.
Bunun yanında ülkemiz artık genelde Batı’nın, özel olarak da AB’nin gözünde güvenilir bir ortak olmaktan çıkmıştır. Rusya’nın Şubat ayında Ukrayna’ya saldırısından sonra iktidarımızın takındığı denge olarak takdim edilen ancak zamanla gittikçe artan ölçüde Rusya’ya meyil eden politikası da bu izlenimin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Katil ile maktul arasında tarafsızlık nasıl gerçekçi değilse, Rusya ile Ukrayna arasında tarafsız kalmak da gittikçe imkânsız ve göze batan bir hal almaya başlamıştır.
AB ile ilişkiler artık tamamen gündemden düştüğü, iktidar, muhalefet ve medya da iç politikaya, yaklaşan seçimlere ve ardı arkası kesilmeyen skandallara odaklandığı için geçtiğimiz günlerde yapılan AB zirvesinin her yıl Aralık ayında yaptığı şekilde Türkiye ile birlikte diğer adaylar hakkında kabul ettiği bildiri de gözden kaçmıştır. En azından benim takip ettiğim basında bu konuda hiçbir şeye rastlamadım. Bu bile dış dünyadan ve özellikle komşumuz AB’den ne kadar koptuğumuzu gösteren açık bir işarettir.
Yıllardan beri AB’nin başlıca kurumlarının (Konsey, Komisyon ve Parlamento) kabul ettiği tüm bildirilerde yer alan ülkemizle ilgili ifadeler her seferinde bir öncekinden daha kötü olmuştur denebilir. Her okuduğumda, kendi kendime bu kadar kötüsünü görmemiştim diyorum. Ne yazık ki birkaç ay sonra gelecek olan yeni rapor, karar veya bildiri bir öncekinden daha da kötü olma vasfına sahip oluyor.
Zirvenin genişleme ile ilgili onayladığı sonuç bildirisi ilk önce Dışişleri bakanları tarafından 13 Aralık’ta kabul edildi. Bu metinde hala müzakere eden adaylar (Arnavutluk, Karadağ, Kuzey Makedonya, Sırbistan), adaylığa bu toplantıda kabul edilen Bosna-Hersek ve AB üyesi beş ülke tarafından bağımsızlığı henüz tanınmadığı için bu sürece henüz dahil edilemeyen Kosova hakkında beklentilerin ne olduğu teker teker sıralanmaktadır. Genellikle hukuk, demokratik kurumlar, yolsuzlukla mücadele gibi konularda övgü ve eleştiriyle karışık, yapılan reformları takdir eden, tamamlanması gereken işlere de işaret eden ifadeler kullanılıyor. Ayrıca adaylıkları Haziran zirvesinde kabul edilen Ukrayna ile Moldova ve henüz o noktada yer almayan Gürcistan da bu bildiride yer alıyor.
Ülkemiz ile ilgili bölüme geçmeden önce diğer ülkeler hakkında yer alan bölümleri özetlemek uygun olur diye düşündüm. Göze ilk çarpan nokta gerek Batı Balkanlardaki ülkeler gerek Moldova, Ukrayna ve Gürcistan’ın yerlerinin AB olduğu açık bir dille ifade edilmektedir. Böyle bir ifade ülkemiz ile ilgili bölümde yer almıyor.
Diğer taraftan savaş başladıktan sonra Rusya’ya karşı AB tarafından uygulanan yaptırımları uyguladıkları için Sırbistan hariç diğer adaylar ve hatta aday dahi olmayan Kosova övülüyor ve bu yaptırımları uygulamanın adayların AB’nin ortak dış politikasına uyma gereği olduğu hatırlatılıyor. Tabii AB dışında birçok başka ülke tarafından uygulanan yaptırımların Dışişleri Bakanlığı açıklamasında iddia edildiği gibi nasıl tek taraflı olarak tanımlanabileceğini pek anlamış değilim. Maksat BM tarafından onaylanmamış olmasına vurgu yapmak ise, BM Güvenlik Konseyinde veto hakkına sahip Rusya’yı yaptırımlar konusunda aşmak mümkün olmadığına göre öyle bir gerekçenin arkasına saklanmak her halde iyi niyetle bağdaşacak bir şey sayılmamalıdır.
Ülkemiz ile ilgili bölümde ise ilk dikkatimi çeken Türkiye’de büyük bir başarı olarak takdim edilen ülkemizin adının yabancı dillerde de Türkçe adıyla yer alması kuralına AB kurumlarının uymuş olmasıdır. Bu belgede adı geçen hiçbir ülkenin kendi ülke adlarına ilişkin böyle bir istekte bulunmamış olması da ilginçtir. Hatta adı nerede ise bütün dillerde İtalyanca Montenegro olarak geçen Karadağ’ın dahi bizden ilham alarak aynı şeyi istemediğini yeniden görmüş oldum.
Ancak 35 sayfalık bu belgede iktidarımızı memnun edecek başka bir noktaya pek rastlamadım. Belki nadir istisnalardan biri Karadeniz’den ihraç edilecek tahıl anlaşmasının akdedilmesinde oynadığı rol sayılabilir. Hele ve hele bu metni baştan sona okuyanların dikkatinden kaçmayacak noktalara değinecek olursak, ilk önce diğer ülkelerin adaylıkları hatırlatılır ve Batı Balkanların müzakerelerde ilerlemeleri kaydedilirken, aday kelimesinin ülkemiz için sadece bir defa geçmekte olması, buna karşılık katılma müzakerelerinin durma noktasına geldiğinin ve yeni fasıl açılmasının öngörülmediğinin vurgulanmış olmasıdır. Oysa Karadağ ve Sırbistan sırasıyla 33 ve 22 fasıl açmış olmakta, en azından teknik alanda hızlı bir şekilde ilerleyebilmektedir.
Ülkemizle ilgili bölümde alışılmış olduğu üzere iç durum ve Kıbrıs ile Yunanistan’la ilişkiler hakkında yıllardan beri değişmeyen şekilde dile getirilen ifadelere ilaveten, bu defa, Suriye ve Libya ve bu ülkeye silah satışını engellemekle görevli IRINI harekatı konularında AB öncelikleriyle çatışan bir siyaset uyguladığına dikkat çekilmektedir.
Daha önemlisi ve ilk defa olarak Rusya’ya uygulanan yaptırımlara ülkemizin katılmamasının büyük bir üzüntüyle karşılandığı ifade edilmekte, ülkemizin Ortak Dış Siyaset ve Güvenlik Politikasının gereklerine en kısa zamanda uyması çağrısında bulunulmakta ve AB ile mevcut Gümrük Birliğimizin özellikle çift kullanımlı ürünlerin serbest dolaşımından yararlanarak bu yaptırımların delinmesini önlemesinin beklendiği sert bir dille belirtilmektedir. Geçtiğimiz hafta AB Dışişleri Bakanlarının ayrıca yaptırımların saptırılmasıyla mücadele etmek için Komisyonun en deneyimli görevlilerinden David O’Sullivan’ı atamış olması işin ciddiyetinin bir işaretini daha teşkil etmektedir. Adı geçenin görevinin yaptırımların delinmesinde en fazla rolü olan Türkiye, Sırbistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerine yoğunlaşacağı basında dile getirilmektedir. Bu üç ülke arasında AB ile Gümrük Birliğiyle bağlı olan tek ülke Türkiye’dir. Dış ticaret konusunda çok geniş tecrübesi olan ve şahsen de tanıdığım O’Sullivan’a tevdi edilen görevin ciddiye alınması ve AB’den ikincil yaptırımlara maruz kalmamızı önlemek için gerekli tedbirlerin süratle alınması bana göre şarttır. Daha geçen hafta “Financial Times” gazetesinde Rusya’ya doğrudan doğruya satışı yasak olan bazı ürünlerin nasıl ülkemiz üzerinden satıldığına ilişkin haber örnekler verilerek yayınlanmıştı. Ancak içinde bulunduğu sıkıntılı durum ve Rusya’ya artan bağımlılığı nedeniyle iktidarımızın bu ticareti engelleyecek iradeye sahip olduğu şüphelidir.
Görüldüğü üzere tüm Batı ile olduğu üzere AB ile olan mevcut ilişkilerimizde de bozulma baş döndürücü bir süratle devam etmektedir. Mevcut iktidarın bu bozulmayı tersine çevirme iradesine sahip olduğunu sanmıyorum. Umudumuz durumun seçimlerden sonra değişeceği yönünde olmalıdır. İlk aşamada, Altılı Masa’nın önümüzdeki günlerde ilan etmesi beklenen dış politika tutum kağıdında AB ile ilişkileri rayına oturtma konusunda kuvvetli bir iradeyi dile getirmesi kaçırılmayacak bir fırsattır. Ancak, Türkiye’nin yeniden gerçek bir aday olarak görülebilmesini ve üyeliğe doğru ilerlemesini içinde bulunduğumuz ortamda ben doğrusu mümkün görmüyorum. Avrupa ve evrensel değerler ile dünya görüşüne ne ölçüde sahip olduğu her zaman tartışılabilen ülkemizde son yirmi yılda meydana gelen gerilemeler o kadar büyük çapta oldu ki, ülkemiz kapsamlı bir değişimden geçmeden ve bu değişimin kalıcı olacağına muhataplarını inandırmadan tam üyelik bir hayalden ibaret kalmaya mahkumdur. O arada AB ile yapıcı bir komşuluk ilişkisine girerek bu zorunlu değişimin gerçekleşmesine yardımcı olmak sanırım umut edilebileceğin en iyisidir.