Alfa yayınları, yakın zamanda Abbas Kiyarüstemi İle Söyleşiler adıyla heyecan verici bir kitap yayımladı. Mehdi Muzaffer Sâveci’nin yaptığı söyleşileri Mehmet Akif Koç Farsça’dan tercüme etmiş. Bu benim ona dair okuduğum ilk kitap.
Filmlerini sevmekle ve onun düşüncenin gizemli bir çekicilikle her türlü sıradanlığın içindeki varlığını sanatsal şekilde belli etmesine duyduğum yakınlıkla beraber, söyleşileri nedense beni hiç tatmin etmedi. Sürekli bir şeyler aradım, görünenin içindeki görünmeyen mesajı bulmaya çalıştım, beklediğim derin düşünceler birazdan gelecek duygusunu hep canlı tuttum, ama olmadı.
Oysa, yönetmenlerle yapılan söyleşiler her zaman fazlasıyla ilgi çekici ve filmlerinin ötesine geçen bir derinlikle yüklü gelmiştir bana. Onları izlemeyi değil okumayı yeğlemişimdir. Tarkovski’nin ya da Nuri Bilge Ceylan’ın söyleşi kitapları en az sinemaları kadar önemlidir. Kiyarüstemi’de bu tat niye yok? Üstelik de İran gibi, doğunun bilgeliğini modernitenin içinde yaşatmaya ahdetmiş bir coğrafyadan gelmesine ve görüşmelerin yapıldığı yıllarda artık sanatının olgunluk dönemlerini yaşıyor olmasına rağmen.
Bunun birkaç nedeni olabilir; ilk akla gelen, söyleşileri yapanın sorduğu soruların yüzeyin altına inmeye imkân vermemesidir. Gerçekten de Sâveci, bir türlü ustanın istediği konulara geçememiş gibidir. Hatta bir yerde sorulara sinirlenerek söyleşileri kesmekten söz eder Kiyarüstemi. Söyleşi kitapları için rahatlıkla şu söylenebilir ki burada yönetmen soruyu soran kişidir.
Saveci’nin temel amacı -Kiyarüstemi’nin düşüncelerinden ya da sanatından çok- böylesine bir sanat adamını ortaya çıkaran kişisel ve toplumsal hikâyenin ne olduğunu anlama çabasıdır. Onun en sıradan yanlarını gösterme gayretindedir. Bu nedenle de oldukça sıradan denebilecek cevaplarla doludur kitap. Bunun önemli olduğunu düşünenler de olabilir elbette ama ben işin bu tarafının çok önemli olmadığını düşünenlerdenim.
Bir düşünce ya da sanat insanını var eden, oluşturan ve yapan şey, elbette yaşadığı şartlarla, içinden geldiği aile ve çevresel bağlarla, bir kelimeyle yaşadıklarıyla güçlü şekilde ilişkilidir ama gerçekte sanat ya da düşünce, bunun aşıldığı anda başlar. Başka bir ifadeyle, sanat -tıpkı düşünce gibi- onu var eden şartlarla açıklanamayanda gizlidir. Bir yönetmenin hayatı onun sinemasının perdesidir sadece.
Bu nedenle, denebilir ki düşüncenin ve sanatın hiçbir zaman bir matematiği yoktur, olamaz. Dışarıdan bakıldığında oldukça sıradan, sessiz, dikkat çekmeyecek kadar silik görülebilen insanların iç dünyaları çok dinamik, sürekli bir çalkantı halinde ve patlamaya hazır bir kaynama halinde olabilir. Tam da buna uygun olarak Kiyarüstemi’nin okul yıllarından en yakın arkadaşı olan Aydın Ağdaşlı onun için şöyle der: “Bizler Abbas Kiyarüstemi dışındaki herkesin sinema ve edebiyatla ilgileneceğini düşünebilirdik.” (s.141). İran sineması da tam böyle değil midir: son derece sessiz, son derece sıradan ve son derece kendi halinde ama içten içe sürekli bir patlamaya hazır enerji ve hep bir derinlik ve gerçeklik arzusuyla yanmakta olan, kaynayıp duran ruh hallerinin imgelere dönüşmesi…
Dolayısıyla, kitabı çok beğenmesem de bu bana İran sineması üzerine ilginç şeyler düşünme imkânı sağladı. İran sinemasını düşündüm. Neden bu kadar siyasal olduğunu, nasıl olup da ülkedeki diğer sanat alanlarının önüne geçtiğini, kapalı gibi gözüken bir toplumun sanatın en açık ve ifşa edici tarafına bu denli varoluşsal bir çekimle yöneldiğini…
Bir kere şunu fark ettim ki baskı altındaki düşünce silinip yok olmaya, sönüp gitmeye direndiğinde sanata dönüşüyor. Düşünce ile sanat arasında çok karmaşık bir bağ var ve buna göre, düşünmek soru sorma ve karşı koymayı birlikte içerdiğinden, bulamadığı her cevabı sanatsal olarak kendisi verme eğilimine giriyor. Sanata dönüşen düşünce sürekli bir direnç noktası haline geliyor.
İran sineması, baskı altındaki düşünce özgürlüğünün, kendi sorularına bulamadığı cevapların sanatsal ifadesidir. Hayata ve insana dair sorulara kimsenin cevap veremeyeceği düşünülürse düşünsel enerji kendine döner ve zamanla kor haline gelerek her şeye sirayet eder. O andan itibaren okumak, bakmak, yürümek, durmak, oturmak, konuşmak gibi her sıradan eylem aynı zamanda kor halindeki düşüncenin hareketi gibi bir derinlik kazanır. Kiyarüstemi gibi insanlar bize bunu göstermektedirler. Çok dolu, çok derin ya da çok acı çekmiş oldukları için de değil, sadece bu kor halindeki içsel düşüncenin en sıradan olanda hissedilmesini sağlayabildikleri için, hayalle hakikati kişiliklerinde birleştirebildikleri için büyüktürler.
Baskı altında olanı gösterdikleri için kaçınılmaz olarak politik ve kaçınılmaz olarak karşı koyma enerjisiyle yüklüdürler. Bu durum her yönetmeni ister istemez bir özgürlük savaşçısına dönüştürür. Kiyarüstemi de bunun farkındadır. Kitabın bir yerinde şöyle der: “Hiçbir millet İran kadar özgürlüğü için kanını dökmemiştir.” (s.132). Özgürlüğe bu kadar düşkün olunduğunda, sanatla düşünce aynılaşır. Tersinden söylemek gerekirse, düşünce ve özgürlük, baskı altındayken aynı şeydir!
Düşünce hiç kendini belli etmediğinde sanatsal bir forma bürünmek üzeredir. Bu yüzden hep gösterişsiz ve münzevi bir yan gizlidir içinde. Onu taşıyan insanlar da buna uygun yaşadıklarından dışarıdan bakıldığında göze çarpmazlar. Kiyarüstemi için sinema tam anlamıyla kendini geride tutup göstermemenin sanatı olduğu için fazlasıyla “sanatsal”dır. Başka hiçbir sanat dalında yaratıcı, kendini sinemadaki kadar dışarıda bırakamaz ama tam da bu yüzden bütünüyle eserin içindedir.
Okul yıllarında, arkadaşlarından farklı olarak, edebiyat ve oyun gibi gösteri alanlarının kendini dışarıda tutmasını mümkün kılmadığından bahsederken şöyle der Kiyarüstemi: “Bakın hem edebiyat ve hem de oyun/gösteri alanları, o sahada bulunmamı gerektiriyor. Gösterişe ihtiyacı var. Her iki alan da kendini göstermeyi gerektiriyor. Ben bu açıdan çok münzevi biriydim. Yalnızdım. Kalabalıktan uzaktım. Yalnız gidip yalnız gelirdim.” (s.141).
Bu yalnızlık şüphesiz ilgisizlik demek değildir. Tam aksine sanata dönüşmek için içten içe yaşanan düşünme hali ihtiyaç duyduğu ne varsa toplayıp içine atmakla meşguldür. Yakın arkadaşı Ağbaşlı onun okul yıllarındaki bu halini de şöyle aktarır: “Biz, Abbas duvar köşesinde durup her bir şeye göz attığı zaman, sessizliğinin sessizlik anlamına gelmediğini bilmiyorduk. O bir toplama halindeydi, izleme halindeydi…” (s.142).
Düşünceyle sanatın birlikteliğinin bir diğer niteliği de bağımsızlıktır. Ne yalnız düşünce ne de yalnız başına sanat, bağımsızlık katına yükselebilir. İkisinin birlikteliği bu nedenle hayati derecede önemlidir. Bu bakımdan, bağımsız sinema aslında düşünceyle sanatın ayrılmazlığı nedeniyle her türlü dış müdahaleye, yönlendirmeye ve manipüle edilmeye kapalıdır. Kendi iç kuralları ve içeriden gelen karşı konulmaz saikleri söz konusudur. Hayalle gerçeğin buluşması gibidir biraz. Sadece anlamak ve sadece hissetmek yetmez, her ikisinin aynı anda ve ayrıştırılamaz şekilde olması şartı vardır.
Bağımsız sinema yalnızca düşündürmez, öncelikle kendi içinde bir düşünme eylemidir: “Dünya farklı ve bağımsız sinemayı kabullenmiyor. Sebebi de bence ortada. Çünkü bağımsız sinema düşünen ve düşündüren bir tarza sahiptir. Adından da anlaşılacağı üzere bağımsızdır, müstakil hareket eder. Devlet yetkilileri ve hükümetler ise bağımsızlığı sevmezler…Ben bağımsız bir sinemacıyım ve doğal olarak yetkililer benim bu bağımsızlığımı sevmiyorlar. Çünkü beni etki altına alamıyorlar. Ve ne yazık ki, acaba benim çalışmalarımın bu tür müdahale, tahakküm ve yönlendirmelere ihtiyacı var mı diye de hiç bakmıyorlar. Elbette hiç ihtiyacı yok.” (s.175).
Kiyarüstemi gibi insanlar, sadece bağımsız sinema yapmazlar; insanın bağımsız bir varlık olduğunu olabilecek en basit haliyle anlatırlar.